13 Şubat 2006'da Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu
DİSK'in 39. kuruluş yıldönümünü kutlayacağız.
1967 yılında sınıf bilinçli işçilerin, kapitalist sömürüyü en
büyük suç sayan devrimcilerin, sosyalizme ve komünizme gönül vermiş emekçilerin
kurduğu DİSK, sınıf uzlaşmacısı Amerikancı sendikacılığın engellerini kırarak
Türkiye işçi sınıfı hareketinde büyük bir sıçramanın öznesi ve yansıtıcısı
oldu.
Sendikal alanda sınıf ilkelerine bağlı kalarak kitlesel
olunabileceğinin canlı kanıtı olan DİSK, sınıf ve kitle sendikacılığı adıyla
anılan düşünsel temelini grevler, gösteriler, fabrika işgalleri, mitingler,
direnişler içinde geliştirdi ve sınadı. Kapitalizme ve emperyalizme karşı
mücadelenin önemli bir bileşeni oldu, birbiri ardı sıra kapitalist iktidarların
ve 12 Eylül faşist cuntasının hedef tahtasında yer aldı.
Faşist çetelerin katlettiği Kemal Türkler gibi onurlu
başkanları, yaşamlarını sömürüsüz ve savaşsız yeni bir dünyaya adayan İbrahim
Güzelce ve Rıza Kuas gibi yöneticileri, dev 1 Mayıs eylemlerinde, 15-16 Haziran
1970 Büyük İşçi Direnişi'nde, fabrika işgallerinde şehit olan sade işçileriyle,
DİSK Türkiye proletaryasının yüz akı bir sendikal örgüttü. Türkiye işçilerinin
birliğini ve dayanışmasını temsil etti; anti kapitalist ve anti emperyalist
olmak, sömürüye ve bağımlılığa isyan etmek, devrimci olmak doğasında vardı.
Dünya proletaryasının kopmaz bir parçası olduğunun da bilincindeydi,
emperyalizmin köleleştirdiği mazlum bir halkın temsilcisi olduğunun da;
enternasyonalizme dayalı bir yurtseverliğin gereğini kavramıştı.
12 Eylül 1980 faşist diktatörlüğünün kapattığı ve savaş hali
hükümlerine dayalı olarak yargıladığı DİSK, uzun yıllar süren muhakeme sürecinin
beraatle sonuçlanmasının ardından 18-19 Ocak 1992'de yapılan 8. Genel Kurulu'yla
tekrar etkinliklerine başladı. Ne var ki, kapitalist sınıfın ve devletteki
uzantılarının faşist terörünün yarattığı tahribat, Soğuk Savaşı kazanan dünya
burjuvazisinin neo-liberal ideolojik saldırısıyla birleşince, DİSK bir türlü
belini doğrultamadı.
Yeni seçilen yöneticiler adım adım sosyalizmden uzaklaştılar,
sol kavramını artık "sosyal demokrasi"yle eşanlamlı olarak kullanmaya başladılar, DİSK'i burjuva politikasının günlük gelgitlerine bağladılar. Sermayeden ve devletten bağımsız bir sendikal örgüt olmak, emeğin bilinçli temsilcisi olarak hareket etmek gözden düştü. Gerçekçilik adına sermayeyle işbirliği yapmanın, devlete kul köle olmanın teorisi yapıldı. DİSK'in başına geçen uzlaşmacı yöneticiler, proleter kitlelerden iyice koptular ve
kapitalistlere yanaştılar. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu TİSK ile, Türkiye Sanayiciler ve İşadamları Derneği TÜSİAD ile yan yana gelmeyi, Milli Güvenlik Kurulu'nun yönlendiriciliğinde bu örgütlerle işbirliği yapmayı, MGK politikalarını savunmayı ayıp olmaktan çıkardılar, iftihar vesilesi haline getirdiler. Emperyalizme karşı mücadeleden de vazgeçerek büyük patronlar ve sermaye politikacılarıyla el ele Avrupa Birliği kulislerine girdiler.
Süleyman Çelebi'nin başkanlığındaki bugünkü DİSK yöneticileri
bu yozlaşma sürecinde büyük bir adım daha atıyorlar. "Dağınık solu birleştirme",
"yeni sol parti kurma", "yenilenme, bütünleşme, kitleselleşme" sloganlarını oltadaki yem gibi kullanarak DİSK'i sosyalizmin en küçük izinden bile arındırma gayreti içine girdiler. Güya solda bütünleşmeyi, hayatının hiçbir döneminde solda olmamış Fuat Keyman gibi Koç Üniversitesi'nin liberal profesörleri, Yalçın Doğan ve Derya Sazak gibi Doğan Holding medyasında genel yayın yönetmenliği yapmış köşe yazarları, Bülent Tanla gibi her kalıba giren "kamuoyu araştırmacıları" ile kotarmaya kalkan DİSK yönetiminin derdini, teslimiyetçi
DİSK girişiminin sözcülüğünü yapan Prof. Dr. Burhan Şenatalar 10 Aralık 2005'te
İstanbul Dedeman Oteli'nde düzenlenen toplantıda açıkça ortaya koydu: "Sol
kanattan anladığımızın ne olduğu önemlidir. Anladığımız, kollektivizme inanan ve
piyasa ekonomisini reddeden sol ise, onlarla yolumuz ayrılıyor."
Duyuyor musunuz, DİSK yöneticileri, kapitalizmin kibar kod adı
olarak kullanılan "piyasa ekonomisi"ni kabul etmeye karar vermişler.
Kollektivizmi, yani insanların ortak üretime, ortak bölüşüme ve ortak yönetime
dayalı olarak dayanışma içinde yaşayabileceğini savunan öğretiyi benimseyen ve
kapitalist sömürüye son vermek isteyen komünist ve sosyalistlerle yollarını
ayırıyorlar. Kapitalist sömürüyü, mülkiyetçi bireyciliği reddedenleri
reddediyorlar.
Şu cürete bakar mısınız, hasbelkader DİSK'in başına gelmiş bu
zavallılar, sömürüye karşı savaşın sendikal odağı olarak doğan DİSK'i sömürü
düzenini reddedenleri dışlayacak bir örgüt olarak yeniden yapılandırıyorlar.
Emeğin DİSK'ini kapitalizmin uysal uzantısı olarak yeniden tanımlıyorlar.
DİSK'in kuruluş ilkelerini, sınıf mücadelesiyle dolu şanlı tarihini,
şehitlerini, gelmiş geçmiş üyelerinin ortak iradesini yok sayıyorlar.
Bilmiyorlar ki, DİSK ya sosyalist ve devrimci olur, ya da işlevsiz bir kuruluş
olarak yok olur. Ya işçi sınıfının kalır, emeği ve emeğin kurtuluşunu savunur,
ya da burjuva politikacılarının, kapitalist medyanın ve sermaye profesörlerinin
elinde rezil rüsva olur. Sınıf bilinçli işçiler DİSK'i kapitalizme yem
etmeyecektir.
Şüphesiz ki, DİSK'i devrimci yörüngesinden saptırma
girişimlerinin de bir tarihi var. Ürün, DİSK'i sermayeye peşkeş çekmeye çalışan
uzlaşmacıları ve işbirlikçileri daha en baştan eleştirdi. Bugünkü gelişmelerin
arka planını daha iyi anlamak için Ürün Kitap Dizisi'nin 15-16 Haziran 1997
tarihinde yayınlanan 2. sayısında yer verdiğimiz "Ölümü Gösterip Sıtmaya Razı
Etmek" başlıklı yazımızı sunuyoruz.
Ölümü Gösterip Sıtmaya Razı Etmek
Süleyman Demirel'in de sık sık tekrarladığı gibi, "ölümü
gösterip sıtmaya razı etmek" kapitalist politikanın en etkili yöntemlerinden birisidir. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek, insanları "ya diz çökersin, ya ölürsün", "ya sürünmeyi kabul edersin, ya yok olursun" dışında başka bir seçenek düşünemez noktaya getirecek kadar korkutmaya, korkutarak mantıklarını felce uğratmaya dayanan bir şiddet yöntemidir. Bu yöntemle rakibin sağlıklı düşünebilme yetisi kısa yoldan köreltilir; soğukkanlılıkla kapsamlı bir değerlendirme yapması, imkânları ve riskleri tartıp kendi hedefine erişmenin
yolunu bulması engellenir.
Yöntemin Esası
Yöntemin esası kuşkusuz fiilen şiddet uygulama gücüne dayanır.
Duruma göre katliam, faili meçhul cinayet, yargısız infaz, kaybetme, yaralama,
tutuklama, işkence, zindana kapatma, sürgün, yasaklama, yasadışı ilan etme,
işsiz bırakma vb. şeklinde uygulanan fiili şiddet maddi etkisinin yanı sıra
psikolojik bir etki de doğurur, "ibret olur". Uğranılan şiddetin hatırası
kurbanların ve izleyicilerinin zihninde varlığını sürdürdükçe, yeni tehditlerle
-ister gerçek olsun, ister abartılı veya hayali olsun- rakibin iradesini kırmak,
onu olağan koşullarda kabul etmeyeceği çözümlere razı ederek kendi öz
programından caydırmak kolaylaşır.
Sermaye ile devletin emeğe karşı mücadelesinde ölümü gösterip
sıtmaya razı etme yöntemine sistemli olarak başvurulduğu görülür. Yöntemin
amacı, kapitalist sisteme karşı başkaldırmaya cüret edenleri "terbiye etmek",
işçi sınıfına "haddini bildirmek", komünistleri ve dostlarını yeni bir dünya
idealinden vazgeçirmek, kapitalizmin oyun kurallarına boyun eğdirip çizmeyi
aşmamalarını sağlamak, kısacası onları kapitalist egemenliğe razı etmektir.
Bellekleri Silme
Ölümü gösterip sıtmaya razı etme yönteminin tamamlayıcısı
bellekleri silme yöntemidir. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme fiili savaş,
bellekleri silme ise psikolojik savaştır. Fiili savaşla psikolojik savaş sürekli
birbirini doğurur ve tamamlar; her ikisi birden topyekûn sınıf savaşının
eşgüdümlü öğeleri olarak işlev görür. Bellekleri silme, bir tür beyin yıkamadır.
Amacı, rakibin referans noktalarını, temel kavramlarını, tarihini ve toplumsal
dilini unutmasını sağlamaktır. Bellekleri silme operasyonuyla, rakibin kollektif
belleği, mücadele deneyimi, tarihi kazınarak atılır ve zihinlere düzmece bir
tarih, uydurma bir yazılım yüklenir. Toplumsal dil tersine çevrilir; zalim
mazluma, katil kurbana, eğri doğruya, kötü iyiye, yalan gerçeğe dönüştürülür.
Sonuçta, korkutularak iradesi felce uğratılan, kendi programından vazgeçirilen
rakip, bellekleri silme operasyonuna tabi tutularak daha da yumuşatılır ve hatta
kendisine şiddet uygulayan gücün karşıt programına kazanılır. Yüce ideallerle
işe başlayan korkusuz savaşçı, egemenliğini yıkmak için yola çıktığı gücün bir
uydusuna, düşmanının çekip çevirdiği iradesiz bir zavallıya dönüşür.
DİSK Örneği
Bakınız, 1967 yılında "Türk işçi sınıfının tüm çıkarları,
hakları ve özgürlükleri ve de onuru için bir araya gelen", "bizi mahvetmek
isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı savaşmaya
and içmiş sendikacılar" [bkz. DİSK Kuruluş Bildirisi] tarafından kurulan
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun bugünkü yöneticileri, DİSK'in 30.
kuruluş yıldönümünü, otuz yıl boyunca DİSK'i yok etmek için her yola başvuran,
kapitalizmin ve emperyalizmin bayraktarlığını yapan bir sağcı politikacıyı onur
konuğu yaparak kutluyor. Bu politikacının, DİSK'in kurucu başkanı Kemal
Türkler'in öldürülmesi emrini veren faşist çetebaşlarıyla ilişkileri, 1 Mayıs
1977 katliamındaki sorumluluğu, faşist MC iktidarlarının başı olarak işçi
sınıfına ve dostlarına karşı işlediği ağır suçlar unutuluyor, DİSK'in 15-16
Haziran eylemini bu politikacının başında olduğu hükümete karşı düzenlediği
gerçeği akıllardan siliniyor.
Kemal Türkler'in öldürülmesi, DİSK'in yıllarca kapatılması,
DİSK yöneticilerinin yıllarca zindanda tutulması gibi faşist terör
uygulamalarının DİSK'in şimdiki yöneticilerinin bu tutumundaki payı nedir sizce?
Ölümü gösterip sıtmaya razı etmenin tipik bir örneği değil mi bu? Ya DİSK
başkanının kapitalist-emperyalist Avrupa Birliği'ne Türkiye'nin alınması için
büyük patronlarla birlikte cerre çıkması ve yapılacak kulis konusunda Dışişleri
Bakanlığı yetkilileriyle yakın işbirliği kurmasına ne demeli? Bu tutum, DİSK'in
emperyalizme ve kapitalizme karşı savaşmaya and içen sendikacılar tarafından
kurulmuş olduğu gerçeğinin bugünkü yöneticilerin belleğinden ne yazık ki tamamen
silinmiş olduğunu; sermayeden ve devletten bağımsız sendikacılık ilkesinin
tersine çevrilmiş olduğunu göstermiyor mu? DİSK yönetimi DİSK'in kuruluş
felsefesinin dışına çıkarak kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele etmek,
kapitalizmi aşmak hedefini terk ediyor ve emeğin değil, sermayenin programını
yürütmeye başlıyor. Ne kadar hazin bir durum!
Gerçekler
Tabii DİSK yönetimi bu eleştirilere cevap yetiştiriyor,
devletin en yüksek yetkilisinin DİSK'e gelmesinin DİSK'e meşruiyet sağladığını
iddia ediyor; geçmişte bizi bir kaşık suda boğmaya yeltenen bir politikacı bizim
toplantımıza katıldığına göre o da geçmişten ders çıkarmıştır, biz kan davası
peşinde değiliz şeklinde bir savunmaya girişiyor. Bu savunmanın iler tutar bir
yeri var mı sizce? Kırk yıllık Demirel'in Türkiye'de eşitlikten, özgürlükten
yana en küçük bir adımdan yana çıktığını gören oldu mu hiç aranızda? Binlerce
köyün boşaltıldığı, sayısız faili meçhul cinayetin ve kayıpların yaşandığı,
faşist çetelerin cirit attığı, İsmail Beşikçi'nin ve DEP milletvekillerinin
zindanda gün tükettiği, emekçi kitlelerin açlığa terk edildiği, şovenizm ve
militarizmin kol gezdiği son yılların Türkiyesi'nde Demirel'in rolü ne oldu
sizce? Son günlere bakın sadece; MHP'nin düzenlediği Türklük Dünyası
Kurultayı'nda demir döven Demirel mi geçmişten ders çıkardı? DİSK meşruiyetini
işçi ve emekçileri örgütleyerek, sermayeye karşı kararlı mücadele ederek
sağlamıştı; bugünkü yöneticiler de hâlâ bu mirasın sefasını sürüyor. Meşruiyeti
işçilerin ve emekçilerin örgütlenme ve mücadeleden kaynaklanan desteğinde değil
de, büyük patronların, sağcı politikacıların, sol parti kapatma şampiyonlarının
lütuflarında aramak ne büyük bir gaflet!
Gümrük Birliği'ni ve Avrupa Birliği'ni "Türkiye'de demokrasi
sağlanır" gerekçesiyle savunanların, emperyalizmin doğasını, kapitalist
hükümetlerin ikiyüzlülüğünü ve Türkiye'deki anti-demokratik güçlerle olan köklü
çıkar ilişkilerini, 12 Eylül faşist diktatörlüğünü bile kurumları içinde tutacak
kadar ilkesiz olduklarını unuttukları belli oluyor olmasına da; bayram havasıyla
kutlanan gümrük birliğinin üzerinden şu kadar süre geçti, ekonomik zararlarını
hadi bir yana bırakalım, şu gözünüzü kamaştıran meşhur demokrasi açısından
herhangi bir ilerleme görüyor musunuz yaşamımızda sorusuna verecekleri bir cevap
var mı?
MGK Kararları
Ya Rıdvan Budak'ın Bayram Meral'le birlikte Milli Güvenlik
Kurulu kararlarını desteklemesine ne diyeceğiz? Hadi, Bayram Meral'in bu
yaptığına pek şaşılmaz, ne de olsa 12 Eylül'de cunta hükümetine bakan veren ve
1982 Anayasasına evet diyen Türk-İş'in bugünkü başkanı o diyelim bir an; peki 12
Eylül'de cunta tarafından kapatılan DİSK'in bugünkü başkanı sıfatını taşıyan (ve
12 Eylül'de hapis de yatmış olan) Rıdvan Budak'ın tutumu, ölümü görüp sıtmaya
razı olan birinin tutumu olmuyor mu? Kendinize gelin lütfen, generallerin
siyaseti belirleme hakkını savunmak size mi kaldı; 1982 Anayasasını, devlet
güvenlik mahkemelerini, "geleneksel dış politikamız"ı savunmak sizin işiniz mi?
Bu gidişle sağcı-muhafazakâr politikacılara yapacak bir iş bırakmayacaksınız.
Siz bir emek örgütünün başında bulunuyorsunuz, bir sermaye örgütünün başında
değil. Bizim bildiğimiz DİSK 1982 Anayasasını "anayasa adı bile verilemeyecek
anti-demokratik bir belge" olarak niteliyor ve kökten değiştirilmesini
istiyordu, şimdi nasıl oluyor da birileri DİSK adına "1982 Anayasası etrafında
birleşelim" noktasında "yüksek politika" yapıyor?
Canım, bunu anlamayacak ne var, şeriat tehlikesine karşı
demokrasiyi ve laikliği savunuyoruz işte, deniliyor. Şeriat tehlikesine karşı
mücadele etmek için illa MGK'nin peşine takılmanız mı gerekiyor? Refah Partisine
karşı kendi tarzınızda mücadele edemiyor musunuz? Sizin savunacağınız yeni bir
dünya yok mu, yoksa kapitalizmin dışına çıkmamaya yemin mi ettiniz? Emperyalizme
bağımlı bu kapitalist statükoyu savununca siz gerçekten laikliği, gerçekten
demokrasiyi mi savunmuş oluyorsunuz? Diyanet İşleri Başkanlığı'yla, zorunlu din
dersleriyle, dini, siyasetin merkezine hangi güçler soktu? İslamiyet Türkiye'de
kimlerin kararıyla ve hangi amaçlarla devlet zoruyla güçlendirildi? Bu noktalar
üzerinde durup düşünmeniz gerekmez mi? Türkiye'de sermaye, devlet, Kemalizm ve
din ilişkisinin tarihine bir göz atmanız gerekmez mi?
Refah'a Karşı Mücadele, Ama Nasıl
"Susurluk fasa fisodur", "vatandaşın eylem yaparak devlet
yöneticilerini uyarma hakkı yoktur", "siz ateistler yüzde üçsünüz, sizin konuşma
hakkınız yoktur, oturun oturduğunuz yerde" diyen; İMF'nin belirlediği
zenginlerden yana vurguncu özelleştirme politikasını aynen sürdüren;
"sözlerimize değil, yaptıklarımıza bakın" diyerek ABD'ye güvence veren;
şovenist-militarist politikalarda ısrar eden Erbakan'ın; Metin Göktepe davasını
sürüncemede bırakmak için "mahkeme vatandaşın ayağına gitmez, vatandaş
mahkemenin ayağına gider" diyen Kazan'ın anti demokratik oldukları şüphe
götürmüyor. Refah Partisi'nin dini siyasete alet ettiği de kuşkusuz. Peki ya
Refah'a karşı bayrak açan çevrelerin bu konulardaki sicili nasıl? Türkiye'yi
bugünkü çıkmaza kim getirdi? Refah'a karşı mücadele bayrağı altında ABD'yle,
Batı'yla, İMF'yle, NATO'yla ilişkileri daha da sıklaştıran, bu güçleri
eleştirmeyi bile suç haline getirmeye kalkan, Türkiye'yi Suriye'ye ve İran'a
karşı emperyalizmin koçbaşı yapmak isteyen, daha şimdiden genel olarak Arap
düşmanı ırkçı bir kampanya başlatan, TÜSİAD oligarşisinin çıkarlarını
tabulaştıran, resmi ideoloji dışında hiçbir görüşe hayat hakkı tanımayan
çevrelerin ardından sürüklenmek solun kaderi mi olacak? İmam hatip liselerinde
ve Kuran kurslarında ilahî dogmatik bir öğretiyle genç beyinleri yıkamak tabii
ki kötü; peki genel eğitim sisteminde neredeyse ilahîleştirilmiş dogmatik bir
öğretiyle beyinleri köreltmek iyi mi? İki kötüden birini seçmek zorunda
olduğumuzu kim söyledi?
Nereden Nereye
İş bakın nereye dayandı? Türk Tekstil Sanayii İşverenleri
Sendikası TSİS'in Antalya'da düzenlediği Tekstil Endüstrisinde Verimlilik-Kalite
Seminerinde konuşan TSİS başkanı Halit Narin, "Türkeş gibi bir liderin ölümünde
bir dakika saygı duruşu yapmadığı" için TÜSİAD'ı eleştirdikten sonra
"milliyetçiliğe, Atatürk'e ve anayasaya" sahip çıkıp "Atatürk ve ilkelerine hiç
kimsenin dokunamayacağını" vurguladı. Ardından konuşan DİSK başkanı Rıdvan Budak
ise, "Sağcı da olsak, solcu da olsak Atatürk'ün ilkeleriyle kurduğu Türkiye'de
yaşamaya devam edeceğiz. Atatürk'ün militanlığını yapacağız" dedi. [Cumhuriyet,
24 Nisan 1997]. Türkeş hayranı ve Atatürk militanı bir patronlar patronu ile
Atatürk militanı bir DİSK lideri doğrusu göz yaşartacak bir milli birlik ve
beraberlik tablosu oluşturuyor.
Refah'a karşı açılan resmi kampanyanın humması içinde biz kendi
ilkelerimizi, hülyalarımızı, değerlerimizi bir kez daha unutuyoruz. Ne yazık ki
kapitalist sistemi kabulleniyor, kendi sosyalist sistemimizi kurma görevimizi
bilinmeyen zamanlara erteleyerek sermayenin bir kanadının yedeğine düşüyoruz.
Daha şimdiden, ülkemizin kapitalist yarı-dinci bürokratik-totaliter gerçekliğini
dinci bir totaliterliğin pençesine düşmeme adına kendimizden memnun bir şekilde
yüceltmeye başladık. Daha şimdiden, dinin dünyevi acıların bir yansıması
olduğunu, çözümün emekçi kitleleri kapitalist sömürüye karşı seferber etmekten
geçtiğini unuttuk. Daha şimdiden, laiklik şampiyonluğu yapan kimi çevrelerin
İsrail ve Yunanistan politikalarında ABD'nin bölgesel politik stratejisine uygun
adımlar atarak ABD'ye sinyal gönderdiklerini, bir darbe için destek aradıklarını
göz ardı ettik. Daha şimdiden, Hatay'ın neden MGK gündemine bir sorun olarak
girdiğini merak etmemeyi öğrendik. Daha şimdiden, her şeyi akıl süzgecinden
geçirme, hiçbir şeyi eleştiri dışı bırakmama ilkemizi rüzgârlara savurduk.
Biz Eskiden Böyle Değildik
Kapitalist sistemin bütünlüğünü, sermaye ile devletin iç
içeliğini, emperyalizm ile yerli ortaklarının organik bağlarını görememe,
sermayenin bir kesimi ile ittifak kurmak adına sosyalist hedeflerimizi erteleme
hastalığı eskiden de vardı. Ama artık işler iyice zıvanadan çıktı. Eskiden
emperyalizme karşı mücadele için milli burjuvaziyle ittifak arardık. TÜSİAD'da
temsil edilen tekelci sermayeye karşı tekel dışı sermayeyle birlikte
yürüyebilmek için sınıfa karşı sınıf politikalarını bir yana bırakırdık. Faşist
MHP'ye karşı mücadele için "halkçı Ecevit"i desteklerdik. Evet, eksik
kavrayışımız, deneyimsizliğimiz, sosyalist sistemdeki dostlarımıza karşı da
eleştirelliği elden bırakmama gereğini içselleştiremediğimiz için hatalar
yapardık, ama samimiyetle Türkiye'de ve dünyada sosyalizmi kurmak için mücadele
ederdik. Faşizme karşı, NATO'ya karşı, tekelci kapitalizme karşı, sömürgeciliğe
ve yeni sömürgeciliğe karşı, siyonizme ve ırkçılığa karşı ödünsüz savaşırdık.
Sonraları Kenan Evren'in cuntasını bile "ılımlı" ilan etme, dünya barışı adına
NATO'yu "düşmansız bırakmak" için kendi güçlerimizi likide etme gibi akıl almaz
taktiklerle geldik bugüne dayandık. Şimdi TÜSİAD bir rapor yayınlayınca bayram
ediyoruz. MÜSİAD'a karşı TÜSİAD hiç de fena değil diye ahkâm kesiyoruz. Türkiye
emekçilerinin sefaleti, Ortadoğu halklarının acılarına karşı yüreklerimiz
nasırlaştı. İsrail siyonizmine ve Amerikan emperyalizmine artık adeta dost
gözüyle bakıyoruz. "Gördünüz mü, Sabancı, Alaton ve Boynerlerle, TÜSİAD
raporcularıyla, Susurluk çetesine karşı yurttaş olarak aynı safta buluştuk" diye
derin tahliller yapıyoruz. "Süleyman Demirel bilge bir devlet adamı oldu, canım"
diye köşelerde övgüler düzüyoruz. Ne oldu bize? Biz bütün bunları hak ettik
mi?
Gözümüzü Türkeş'in Cenazesi de mi Açmayacak
Sıtmaya razı olan aslında ölüme razı olur. Ölümü gösterip
sıtmaya razı edenlere boyun eğmek aslında ölüme razı olmaktır. Bakın Alpaslan
Türkeş'in cenaze törenine. Devlet töreniyle gömülen, devlet kararıyla anıt
mezara yerleştirilmesi kararlaştırılan Türkeş'in ardında Demirel, Erbakan,
Çiller, Ecevit, Yılmaz, Fethullah Hoca, Ağar, Bucak, Sabancı yan yana yürüdü.
Devlet büyükleri, eski ve yeni polis şefleri, tarikat şeyhleri, çetebaşları,
büyük işadamları, medya starları ve mafya babaları aynı safta yer aldı.
Düşünün, eli binlerce devrimcinin kanına bulaşmış Türkeş
"ılımlı bir devlet adamı" ilan edildi. 12 Eylül faşizminin mahkemelerinde bile
"cürüm işlemek için teşkilat kurmak" gerekçesiyle on bir yıla hüküm giyecek
kadar ağır suçlar işleyen (ancak cezası zaman aşımına uğratılarak ortadan
kaldırılan) Türkeş, aniden karınca ezmez bir evliya oldu. Faşist şiddetin ve
ırkçılığın ideologu iken barışın ve halkların kardeşliğinin savunucusu olarak
tanıtıldı. Kapitalistlerin sadık hizmetkârı iken emeğiyle yaşayan sokaktaki
adamın dostu; mutlak itaat isteyen başbuğ iken demokrat bir politikacı; Alman
faşizminin ve ardından Amerikan emperyalizminin gizli servisleriyle içli dışlı
bir işbirlikçi iken büyük vatansever; faşist korporatizm ile ırkçı şovenizmi ve
dinsel bağnazlığı irrasyonel temelde birleştiren tutarsız bir fikir bulamacının
babası iken sistem sahibi büyük düşünür; militarizmin ve yayılmacılığın
şampiyonu iken komşu ülkelere dost sorumlu bir diplomat oldu. Cenaze törenini
saatlerce canlı olarak yayımlayan medya organları sistemli bir kampanyayla
Türkeş'in bu yeni kimliğini kafalarımıza kazıdılar. Ölümü gösterip sıtmaya razı
etme yöntemini üzerimizde yıllardır uygulayanlar, artık işi ilerletip bize ölümü
sevdirmeye, bizi faşizmle, ölümle kucaklaştırmaya kalkışıyorlar.
Silkinelim artık, kendimize gelelim. Gerçekler inatçıdır;
görmezden gelinince ortadan kalkmazlar. İşimize bakalım. Kendi düşüncemizi,
kendi düzenimizi savunalım; taşları, dikenleri temizlemek ne kadar zor olursa
olsun, kendi sosyalist yolumuzda yürüyelim.