Ürün Sosyalist Dergi
olarak geleneksel hâle getirdiğimiz "TKP'liler Buluşuyor-Dünü
Bugüne Bugünü Yarına Bağlayalım-Onbeşleri Anma Etkinliği",
bu yıl Makine Mühendisleri Odası'nın İstanbul şubesinde, 1
Şubat Pazar günü yapıldı.
Bekir Karayel yoldaşımızın açılış konuşmasının ardından başlayan
"Dünya Kapitalist Krizi, İşçi Sınıfı ve Olasılıklar"
konulu panelin konuşmacıları Çalışma ve Toplum Dergisi genel
yayın yönetmeni ve iş hukukçusu Murat Özveri ile öğretim üyesi
İsmail Kaplan'dı.
Konuşmacılarımızın
sunumlarını emek mücadelesine mütevazı bir katkı olması
amacıyla yayınlıyoruz.
Açılış Konuşması
Bekir Karayel
Hepinize merhaba!
Değerli yoldaşlar!
Kendimden bahsetmeyi pek
sevmem; ama bugün burada prensibimden ufak bir fedakârlık yaparak,
sizlere nasıl komünist olduğumdan bahsedeyim istedim. 1933
senesinde Almanya'da iktidara gelen Adolf Hitler'in benimsediği
militarist politikasına karşı olan Alman Esperantistlerin barış
eğilimlerinden ötürü Almanya'da Esperanto'nun yasaklanmasını
protesto etmek için, Varna'da devam etmekte olduğum Almanca
kursunu terk edip Esperantistlerin peşine takıldım. Takılmakla
iyi ettiğimin de sonradan farkına vardım. Beni oraya götüren,
bana her zaman yakınlık gösterip benimle ilgilenen Oryanos
adındaki arkadaşım koluma girerek "Gel Bekir. Almanca
öğreneceğimize Esperanto öğrenelim." dedi. Oraya gitmekle
yalnız Esperanto öğrenmekle kalmadım, Esperanto'nun
ideolojilerini de öğrenmiş oldum. Öğrendiğim de iyi oldu. Zira
Esperanto sayesinde birçok ülkeyle mektuplaşarak dünyayı da
tanımış oldum. Daha önemlisi de başta Oryanos olmak üzere,
Komünist Gençlik Teşkilatı üyesi olduklarını sonradan
öğrendiğim daha başka gençlerle de tanışmıştım. İşte bu
gençlerle olan arkadaşlığım çok geçmeden yoldaşlık
ilişkilerine dönüştü. Maksim Gorki romanlarından başlayarak,
bilimsel kitapları okuyarak; felsefe nedir, insan dilinin meydana
gelmesi ve gelişmesi nasıl olmuştur, halk nedir, millet nedir,
demokrasi düşüncesinin dünü ve yarını nedir, madde nedir gibi
konularda bilgi edindim ve ben de komünist oldum.
Daha sonra daha başka
komünistlerle tanışarak, konuşarak gelecekte bir komünist
düzenin kurulacağına olan inancım günden güne kuvvetlendi. Hâlâ
neden komünist olduğuma gelince: TKP üyesi olup, bir partizan
olarak başladığım çalışmaları burada uzun uzun anlatmak
mümkün değil. Sadece, en sonunda yayınlanabilen Ürün
Dergisi'nden, oluşturulabilen Ürün çevresinden ve kurulan Tüm
İlerici Gençlik Derneği'nden kısaca bahsetmekle yetineceğim.
Ürün çevresinde toplanan, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının kurmuş
oldukları Türkiye Komünist Parti'sinin gerçek savunucuları
olan Türkiye Komünistleri ile TÜM-İGD'li gençlerin büyük bir
özveriyle sürdürdükleri çalışmalarını gördükçe benim
komünistliğim iyice pekişmiş olduğu içindir ki, bugün de hâlâ
komünistim.
Değerli yoldaşlar!
Yukarıda bahsettiğim
konular hakkında söyleyebileceğim çok şey var ama buranın zaman
darlığı, benim de enerji ve kuvvet noksanlığım bakımından
"Yarınlar bizimdir yoldaşlar!" diyerek konuşmamı bitiriyorum.
Türkiye'de
Kriz, İşçi Sınıfı ve Yeni Mücadele Olanakları
Murat Özveri
Son krizle ilgili olarak,
kriz var mıydı, yok muydu? Krizin nedenleri neydi, nelerdi, nasıl
gelişti? Bunlara girmek istemiyorum; ama özellikle, ben
Kocaeli'den, bir işçi kentinden geliyorum. Krizin olup olmadığı
tartışması artık Kocaeli'de bir lükse dönüştü. Çünkü
insanlar her gün onlarla, otuzlarla, kırklarla, ellilerle sokağa
atılıyorlar.
Bu ilk kez olmuyor.
Sendikalarda geçen 22 yıllık meslek hayatımda başka krizler,
başka sokağa atılmalar da gördüm, yaşadım. Bunlara karşı
karınca kararınca mücadele etmeye çalıştık. Ama bu kriz
diğerlerinden birçok boyutuyla farklılıklar gösteren bir kriz
olarak karşımıza çıktı. Ağırlıklı olarak bu farklılıkların
altını çizmeye çalışacağım.
Bu krizde işçilerin
içerisine düşürüldüğü çaresizliğe değinmeden önce temel
bir önermede bulunmak istiyorum. Şu önermeme herkes katılıyordur;
krizin bedelini işçiler, emekçiler ödüyor. Bu bedel nasıl
ödeniyor? Bedeli ödeyen işçiler gerçek anlamda kim? Her işçi
aynı oranda bedel ödüyor mu? Böyle bir ayrım yapmak ne kadar
doğrudur? Konuşmamın ana temaları bu çerçeve üzerinde dönecek.
Şimdi bir otuz yıl
kadar geriye gitmek gerekiyor. Çünkü krizin bedelinin işçilere
ödettirileceği bir sistemi (kapitalist bir sistemde aksini düşünmek
pek mümkün değil ama, krizin bütün bedelleri azaltılabilir,
sınırlandırılabilir, ileri yayılabilirdi ama yayılmaması için
bence son otuz yıl içerisinde hukuki alt yapıyı inanılmaz bir
incelikle adım adım ördüler) oturtmak için, bedel ödemeye karşı
duramayacak bir sınıf meydana getirdiler ve hukuk bu yolda
inanılmaz akılcılıkla kullanıldı.
80'li yılların
ortalarından sonra iş hukuku alanında en çok tartışılan üst
kavram esneklikti. Bu üst kavramın alt başlığı içerisinde hem
hukuki normları, hem de sınıfın kendisini yeniden dizayn ettiler.
İşte bu dizayn ediliş bugünkü krizde sermayenin gayet rahat bir
şekilde ufak tefek bir takım ek tazminatlar ödeyerek insanları
sokağa atmasının olanaklarını da yarattı. Esnekliği önce
adeta kapitalist sistemin ortadan kalkmasıymış gibi, işçilerin
üretim sürecinde yabancılaşmasını ortadan kaldıran, üretim
sürecine katılmasını maksimuma çıkaran, işçinin bu katılım
oranında kendisine güvence sağladığı yeni bir sistem diye
sundular. Bunun ideolojik alt yapısını oluşturmak için özellikle
dünya literatüründen çeviri bir takım metinlerle (ki kutlamak
gerekir başarılı bir sınav verdiler bu alanda!), bu çeviri
metinleri tekrarlayan Türkiye'deki iş hukuku öğretisinden
akademisyenlerle bu işi ince ince hem sendikalara, hem işçilere
kabul ettirmeye başladılar.
Özeti şuydu: İlk
itirazı iş hukukunun temel amacına -yani sosyal korumaya- yaparak
başladılar. Hukuki mevzuatta ne kadar sosyal koruma getirilirse o
kadar güvencesizlik yaratırsınız dediler. İşçilerin gerçekten
kendilerini koruyabilmelerinin, üretim sürecinden yararlanmalarının
bir tek gerçekçi yolu vardır o da işçinin işletme açısından
kendini vazgeçilmez kılmasından geçer, dediler. Siz korumayı
getirdikçe maliyetleri artırırsınız. Bu maliyetlerden kaçmak
isteyen işverenler de işçi çıkarmaları hızlandıracaktır,
dediler. 19. yüzyılın vahşi kapitalizmi artık günümüzde yok,
o tür işverenler de günümüzde yok, dediler. 19. yüzyılın
vahşi kapitalizmine karşı geliştirilmiş olan işçiyi koruma
ilkesi yerini işletmeyi koruma ilkesine bırakmıştır, dediler.
İşletme korunduğu sürece işçiler korunur dediler. Bunları
demeleri gayet doğaldı ama bu dediklerine sınıfın ağırlıklı
bir kesimini, hatta bazı sendikaları da inandırdılar. Özellikle
90'lı yılların başında toplam kalite diye bir yöntem ortaya
attılar. Toplam kalitenin nasıl olacağını anlatmak ve bu sürece
işçilerin katılmasını sağlamak için, ülkemizdeki bazı
sendikacıları Japonya'ya götürüp toplam kalite eğitiminden
geçirdiler. Bunlardan bazıları bir süre sonra ayıldılar ama iş
işten geçmişti artık, sistemin içine girmeye başladılar.
Bir süre sonra -çok
uzun bir süre değil 90'lı yılların ortalarına geldiğimizde-
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu örnek bir işletme
modeli yayımladı. Esnek, örnek bir işletme modeli. Bu modele
baktığınızda ilk halkayı çekirdek iş gücü diye çizmiş
olduklarını gördük. Çekirdek iş gücü fonksiyonel esnekliğe
sahip olarak belirtilmiş. Bunun etrafında birinci derece çevresel
iş gücü diye, sayısal esnekliğe sahip ikinci bir halka yer aldı.
Hemen altında, ikinci derece çevresel iş gücü var. Bunlar hem
sayısal, hem fonksiyonel esnekliğe sahip. Ve onun altında da
yevmiyeciler, stajyerler, çıraklar diye alt bir istihdam başlığı
altında tutulabilecek yeni istihdam türlerini sıralamış
olduklarını gördük. Şimdi çekirdek iş gücü dedikleri birinci
halka, fonksiyonel esnekliğe sahip. Bunun altını çizmek lazım.
Yani ben kağıt makinesi ustasıyım, sadece kağıt makinesinde
çalışırım deme özgürlüğü elinden alınmış, işletme
içerisinde ne iş verilirse onu yapabilecek şekilde yeniden
formatlanmış bir işçi tipi. Fonksiyonel esnekliğin içini bu
şekilde doldurdular. Çevresel iş gücü, birinci derecede çevresel
iş gücü olarak ise alt işveren ya da taşeron diye tanımlanan
bir ikinci parçalama noktasına getirdiler. Sayısal esneklik, yani
işverenin istediği zaman istediği koşullarda rahatlıkla işçi
çıkartıp alabileceği bir esnekliği de sayısal esneklik diye
adlandırdılar. Üçüncü çevresel iş gücü ise -ki her krizde
ilk darbeyi yer- üretimin esnekleştirilmesi mantığına bağlı
olarak ana firmanın etrafında oluşturulmuş kobiler, "Anadolu
Kaplanları" diye cilalanan küçük işletmelerde yararlanılan
işçilerden oldu.
Bugün, somut konuşalım,
Ford üretimi durduruyor, işçileri ücretsiz izne çıkarıyor.
Belki de sınırlı sayıda işçi çıkarıyor ama Ford'a üretim
yapan benim bildiğim yüz seksene yakın kobi niteliğinde,
tedarikçi firma diye adlandırılan firmalar var. Bu firmalarda
çalışan işçilere ne olduğunu kimse bilmiyor. Ford üretimi
durduğu andan itibaren onlar da ilk iş olarak işçilerini sokağa
attı. İlk darbeyi tedarikçi firmalarda çalışan işçiler aldı.
Tekrar söylüyorum bunlara ne olduğunu, başlarına neler geldiğini
kimse bilmiyor. Hiçbir sahipleri yok. Bir takım belgeler
imzalattılar önceden. Örneğin şöyle söyleyebilirim. Bu da çok
somut bir olay. İşçi işten çıkarılıyor, ihbarname
imzalatılıyor ve deniliyor ki "ayın ortasında ödeme yaparsak
maliye bizim peşimize düşer, ay sonunda gelin ödemelerinizi
yapacağız ama bu ihbarnameyi de imzalamak zorundasınız"
deniliyor. İhbarname imzalatılarak işçi sokağa bırakılıyor.
Ay sonu dediği de, işçinin işe iade davası açması, ayrıca
yasal bir takım haklarını araması için gerekli süreler. Bu
sürelerin bitimine kadar işçiyi iki cami arasında beynamaz bir
vaziyette bırakıyorlar. Amiyane tabiriyle tam anlamıyla sokağa
atıyorlar. 2001 krizinde de bu kesim böyle bir sorun yaşamıştı.
Hatta 99 depreminde de öyle yaşamıştı. Büyük ana firmalar,
örneğin Hyundai, hiç işçi çıkarmamakla övünüyordu 99
krizinde; ama Hyundai'nin ana fabrikasında zaten 400 kişi
çalışıyordu. Bir otomobil üretmesi için Hyundai'nin
çalıştırması gereken işçi sayısı yaklaşık 2.600 kişidir;
öteki 2.200 kişiye ne olduğunu hiç kimse bilemedi. Ne sendikalar,
ne çalışma bakanları, ne de bir başkası bildi.
İş gücünün bu
şekilde parçalanması sadece bir parçalanma anlamını
taşımıyordu. Bu parçalanma üzerinden Hindistan'daki kast
sistemine benzer bir denetim mekanizması da kurdular. Bu denetim
mekanizması özünde beyaz yakalı diye adlandırılan ve özellikle
90'lı yıllardan itibaren işletmeyle kendisini özdeşleştirmiş
olan, işletmenin gücünü kendi gücü zanneden ve kendisine işçi
denilmesinden dahi nefret eden, daha çok yüksekokul mezunu,
üniversite mezunu, endüstri mühendisi,
makine mühendisi, hatta mimar ve benzerlerinden oluşan bir işçi
grubu. Bu grup fikir olarak, aidiyet noktası olarak işletmeyi
benimsedi. Gecesini gündüzüne katarak, işletme varolduğu sürece
ben de varım anlayışına inanarak, iman ederek, işletmelerdeki
yerini konumladı. Hatta hoşlarına gitsin diye patronlar onlara
işçi bile demediler. Onların hemen altında yer alan daimi
kadrodaki işçilere ise -o fonksiyonel esnekliğe sahip, daimi
kadrodaki işçilere- göreceli olarak yüksek ücretler ödendi.
Örgütlenmelerine de ses çıkarılmadı. Ama bu örgütlenme % 51
sendikası seviyesindeyse razı olundu.
%51 sendikasıyla kastım
şu: o karmaşık yasal süreç içerisinde ancak işyerindeki belli
sayıdaki işçileri alabilecek kadar üye yapmasına izin verilen
ama hiçbir zaman etkili bir grev yapacak güce ulaşmasına da izin
verilmeyen sendikalar. Ben bunlara %51 sendikası diyorum. Kapsam
maddeleriyle, sendika camiasında çalışan arkadaşlar iyi
bileceklerdir, bu beyaz yakalıların sendikal örgütlenmeden uzak
durması sağlanır. Zaten kendisini işletmeye ait hisseden,
işletmeyi kendisininmiş gibi gören bu grup da hiçbir zaman
örgütlenmeye sıcak bakmadığı gibi -yanımda getirdim, Kütahya
Sulh Ceza Mahkemesi'nin çok ilginç bir kararı var-
örgütsüzleştirmenin de başını çekti. İşveren, bir beyaz
yakalıya, işyerinde örgütlenme başladığında, işyerinde
sendikasızlaştırma görevi veriyor. O da biraz abartıyor.
Baskıları artırdığı zaman hakkında suç duyurusunda
bulunuluyor. Kendisini "Ne yapayım bana böyle bir görev verildi.
Hatta yeteri kadar işçiyi sendikasızlaştırmadığım için
işveren benim iş akdimi de feshetti." diye savunuyor. Onun bu
ifadesini savcı suçun ikrarı olarak görüyor. Mahkeme de aynı
şekilde görüyor ve ceza alıyor. Ceza ertelenmiyor da para
cezasına çevriliyor. Bu tipik bir olaydır ve ilktir. İlk kez
böyle bir olay nedeniyle ceza alınıyor. Bir benzer olay Sabah
gazetesinde meydana geldi. Ne acıdır ki, bir dönem komünist
hareketin içinde de yer almış ama, beyaz yakalı olarak Sabah'ta
çalışan bir grup, aynı sendikasızlaştırma olayına orada
başladı şu anda. Haklarında iddianame düzenlendi. Dava ne
aşamada bilemiyorum ama iddianame elimde.
Daimi kadrodaki işçiler
ise sendikalılar ve sendikayla olan ilişkilerini, sendikanın
kendilerine sağladığı "akçalı" haklarla sınırlı bir
sendikal ilişki çerçevesi içinde tuttular. Hiçbir zaman
derinlemesine örgütlülüğün içerisine girmek gereksinimi
duymadılar. Hiçbir zaman sendikal yapıyı da sorgulamadılar. 4
ikramiyeme dokunmuyorsa, biraz da zam alıyorsa o sendika iyidir diye
özetleyebileceğimiz bir tutum benimsediler. (Tabii bu genellemeler
içerisinde ayrık gruplar vardır, onları peşinen kabul ediyorum.
Her genelleme elbette bir eksik içerir, ama genel tablo buydu.)
Bu çekirdek kadrodaki
işçiye dediler ki: "Sen zekisin, sen akıllısın, yeteneklisin.
Yetenekli olduğun için seninle aynı makinenin başında aynı işi
yapan alt işverenin işçisinden daha fazla ücret alıyorsun."
Alt işveren işçisinden daha yetenekli olduğunu kendine de
kanıtlamak isteyen daimi kadrodaki işçiler, alt işveren işçisini
ezmeye başladı. Kocaeli'de yapılan bir araştırma alt işveren
işçilerin, işverenlerinden daha çok daimi kadroda çalışan
işçilerden korktukları, ürktükleri sonucunu çıkardı. Öyle
alt işveren sözleşmeleri yapıldı ki, örneğin Pirelli'de,
daimi kadrodaki işçiyle alt işveren işçisinin aynı kapıdan
girmesi, aynı saatte çay molası vermesi, aynı servis aracına
binmesi yasaklandı. Bırakın bu yasaklamayı, yine Kocaeli'de
yaşanmış bir olaydır: Sakarya'dan gelen servis aracına alt
işveren işçilerin bindirilmesine özellikle daimi kadrodaki
işçiler karşı çıktı. "Biz onlarla aynı servis aracına
binmeyiz." dediler. Kocaeli Üniversitesi'nin servis aracında
dahi şöyle bir hiyerarşi oluştu, ilk olarak memurlar oturuyor,
onun arkasında daimi kadrolu işçiler, yer varsa alt işçiler
oturuyor.
Şunu anlatmaya
çalışıyorum, bu sosyal ilişkilerde de bir parçalanmayı, bir
farklılaşmayı getirdi ve buna inandırıldılar. Hatta yine
yargıya yansıyan bir olaydır. Küçücük bir hatasında daimi
kadrodaki işçinin iş sözleşmesini sona erdirdi işveren ve dedi
ki: "Git alt işveren yanında başla, liyakatini kanıtlarsan seni
tekrar kadroya alacağım." Burada daimi kadroda çalışan işçiye
verilen mesaj çok nettir. En küçük bir hatanda yerin iş gücü
piyasasının en alt basamağı alt işveren olacak, sakın hata
yapma demektir. Ve iş gücü üzerine, sözüm ona işletmeler
demokratikleştirilirken, inanılmaz bir denetim mekanizması
kuruldu. Hatta bu denetim mekanizması maliyeti en az olan ama
denetimi maksimize etmiş bir sistem hâline dönüştü.
Alt işveren işçileri
ise orada tam bir trajedi yaşadılar. Mülkiyetsiz işverenlik diye
bir kurum çıktı. Bunun altını ısrarla çiziyorum, bakın! Bu
krizde en çok başımızı ağrıtan konulardan bir tanesi:
mülkiyetsiz işverenler. İşçi, alt işverenin işçisi olarak
görünüyor kayıtlarda. İşletme, işletmenin sahibi olduğu
sermaye grubunun ortağı olduğu finansal kiralama şirketinden
lizing (leasing) aracılığıyla kiralanmış. Bunun hukuki sonucu
şu. Fabrikalar makineyi alıyor. Özellikle yeşil sermayede çok
ustaca yapıyorlar bunu. O sermaye grubunun lizing firmasına
satıyor. Sattığı malları bu kez finansal kiralama sözleşmesiyle
kendisi devralıyor. Devraldığı andan itibaren isterse SSK alacağı
olsun, isterse devletin alacağı olsun -ki bunlar imtiyazlı
alıcılardır- isterse işçi alacağı olsun, işverenin aldığı
o işletmeye icraya gelindiğinde lizingli malları ayırıyorlar ve
kimse dokunamıyor. 5 yıl süreyle kimse dokunamıyor. Bu nedenle
ben mülkiyetsiz işverenlik diyorum. Onun içerisinden, (hani
matruşka denen Rus bebekleri vardır ya, her bebeğin içinden başka
bir bebek çıkar) matruşkalara benzer tüzel kişilik yapıları
çıktı. Reklamlarda görüyorsunuz adını vermemde bir sakınca
yok: DYO. Siz hep o boya markasını DYO olarak biliyorsunuz ama o
DYO işçileri hiç adını duymadığınız başka bir firmanın
işçisi olarak görünüyor. Lever işçileri iki bine yakın işçi,
hiç adını bilmediğiniz bir başka firmanın işçisi oluyor,
kendileri de bilmiyorlar. Dolayısıyla mali sorumluluğu da
sıfırlayacak bir zemin yarattılar.
Şimdi biz diyorduk ki,
esneklik, özünde, işçi sınıfının işverenlerin karşısında
örgütlü olarak durmasını sağlayan unsurların ortadan
kaldırılmasıdır, işveren üstünde örgütlülüğün getirdiği
tüm baskıların kaldırılmasıdır. Asgari ücretin altında da
sözleşmeler yapabilmek, ücrette esneklik diye sunuldu. Bunları
hep TİSK'in işverenlerinden özetleyerek söylüyorum.
Bu yapıyla biz 2001
krizine ve bugünkü krize girdik. Bugünkü krizin farkı da burada
belirginleşti. Darbeyi önce tedarikçi firmadaki işçiler gördü.
Sonra alt işveren işçileri gördü. Sonra daimi kadrodaki işçilere
doğru gelmiyor, orda duruyor dediler. Hatta yine sendikacı
arkadaşlar hatırlar. DİSK'e bağlı bir sendikanın örgütlediği
taşeron işçiler işten atıldıkları için 80 gün bir fabrikanın
kapısında direniş yaparlarken yine DİSK'in örgütlü olduğu
daimi kadrodaki işçiler 80 gün boyunca bir gün dahi, ne
sendikacısı ne işçisi, onların yanına gelmedi, onların durduğu
kapıya uğramadı, onları yok saydı. Hatta onlara kızdılar.
Kalabalık duruyorlar, çadır kuruyorlar vs. diye. Çünkü
sanıyorlardı ki kendileri işletmeydi, işletme kendileriydi.
Hiçbir krizde onlara kimse dokunmayacaktı!
İşte 2008 krizi onlara
da dokunmaya başladı. Daimi kadrodaki işçiye de dokunmaya
başladı. Orada da durmadı, beyaz yakalılara da dokunmaya başladı.
Ve bu beyaz yakalılarda, (daimi kadrodaki işçi en azından
"atıldım, bu bana haksızlıktır" vs. diyebiliyor) onların
ruh hâlinde bir yaralanmaya yol açtı. Bizzat bana gelip
söylediklerini aktarıyorum: "Ben balayımı kesip gelmiştim,
işleri yarım kalmasın diye. Ben gecemi gündüzümü verdim, bu
bana ihanettir." Ruh hâlleri bu. Herkes işten atılabilir ama biz
nasıl atılırız. Biz işletmeydik. Bize bu ihanettir demeye
başladılar.
Ben bunu şöyle
özetliyorum. Artık bu süreçte kafelerden kahvelere doğru bir
geri geliş başladı. Çünkü kafeler beyaz yakalıların ruh
hâlini, ideolojik yapılanmalarını çok iyi sembolize ediyor diye
düşünüyorum. Büyük alışveriş merkezlerine kurulmuş olan
kafelerde hiç kimseyle göz teması kurmaksızın bireysel olarak
çayınızı kahvenizi içersiniz. Orada kahve çay içmeyi de bir
ayrıcalık olarak görür, kalkıp gidersiniz. Bir mahalle
kahvesindeki mahallelilik ruhu yoktur, bir sosyal dayanışma yoktur.
Bir mahalle kahvesinde en azından bir cenazeye davet gelir, gitmek
zorunda kalırsınız. Böyle bir dertleri de yoktur. O kadar çok
kendilerini işletmeye ait hissediyorlardı ki, politikleşmenin
kendisiyle alay etmeye başladılar. Buna ilişkin mizah dergileri,
televizyon programları çıktı. Hiçbir şeyin tesadüfi olmadığı
bugün çıkıyor. Hayat Bilgisi dizisinden hatırlıyorum. Bir solcu
tipi "son tahlilde" diye karikatürize edildi, politikleşmeyle
alay edildi. Kurtlar Vadisi dizisiyle memleket gerçeğini
öğrendiler. Avrupa Yakası ile de eğlendiler, uzun bir süre.
Annelerinin babalarının kılığına kıyafetine, bir önceki
kuşağın politizasyonuna, sosyal dayanışmasına dudak büktüler,
onlarla alay ettiler.
Kısmen 2001 kriziyle,
ama bugün önemli bir şekilde, alay ettikleri kuşağın dayanışma
noktalarına gereksinim duymaya başladılar. Babalarının evinde
oturmaya başladılar. Annelerini, çocuklarına bakmaya çağırmaya
başladılar. Bir anda ayakları suya erdi, ermeye başladı. Şok
içerisindeler, birincisi bu. İkincisi, daimi kadrodaki işçiler
ilk kez sendikalarına itiraz etmeye başladılar. Bugün sendikal
hareket krizi mrizi bırakmış kendi işçisiyle kavgalı. Sendikacı
işten attırıyor. Dolayısıyla bu krizin diğerlerinden bir başka
farkı daha çıktı. Sendikalı hem krize karşı mücadele edecek,
hem de sendikasına karşı da mücadele edecek. Mücadele etmek
zorunda olan bir işçi kesimi çıktı karşımıza. Daimi kadrodaki
işçiler şu soruyu sormaya başladılar. Neden biz altmış kişi
atıldık? Neden 100 kişi atıldık? Ve bu soruya yanıt olarak,
doğru ya da yanlış, biz sendikaya muhalifiz de o yüzden demeye
başladılar. Ve bunun da önemli bir gelişme olduğunu düşünüyorum.
Hukukçu kimliğimle
söylüyorum ve net söyleyeceğim, çünkü köşeli gelebilir size.
Türkiye'de eğer bugünkü yasal sistemi veri alırsanız, bugünkü
sendikaları veri alırsanız, bu krizde bırakın işçi hareketini,
işçilerin işlerini korumaları, hatta işten çıkarılanların
hukuki alandaki bir takım kazanımlarını alması dahi mümkün
değildir. Çünkü eğer verili
yasaları, bugünkü yasal sistemi alırsanız Türkiye'de sendika
hakkının hiçbir güvencesi yoktur. Hatta sendika hakkı
tanınmamıştır. Grev hakkı tanınmamıştır.
Politik bir söylem
olarak söylemiyorum, hukuken de böyledir. Neden? Kısaca onu
açayım. Uluslararası tüm belgelerde sendika hakkı, grev hakkı
gibi kendi kendine yardım ilkesine dayanılan haklar, kendiliğinden
kullanılabilir haklar olarak tabir edilir. Bu hukuki bir tabirdir.
Ne demek kendiliğinden
kullanılabilir hak? Hiçbir izne, hiçbir başvuruya gerek
kalmaksızın hakkın sahibi tarafından ve hakkın sahibinin
öngördüğü zamanda kullanılabilecek olan haklardır. Ve yasal
sistem eğer bu hakları tanıdığının iddiasında ise
kendiliğinden kullanılabilir olmalarının önündeki engelleri
ortadan kaldırmak zorundadır. Güvence getirecekse böyle. Aksi
hâlde o, o hakkın özüne dokunmuş demektir.
Türkiye'de yasal
sistem 2821 sayılı Sendikalar Yasası, 2822 sayılı Toplu
Sözleşme, Grev ve Lokavt Yasası bu hakların özüne dokunmuş
yasalardır. Bu yasalar çerçevesinde hukuken sonuç alıcı bir şey
yapmak mümkün değildir. Bir kere işverenin karşısında yetkili
olabilmeniz için, eğer işveren sizin yetki sürecinize itiraz
ediyorsa iki buçuk yıl beklemek zorundasınız. İki buçuk yıl
sendikaya üye olmuş ve işverenin de öğrendiği o işçiyi
korumanız mümkün değildir. İşçi duramaz orada. Önüne ya
istifa, ya sokak denildiği zaman istifayı seçecektir. Öyle de
olur.
Daha iddialı bir şey
söyleyeyim. Son on beş yıl içerisinde işverenin dolaylı ya da
dolaysız icazeti olmadan, en solundan en sağına kadar hiçbir
sendikanın Türkiye'de örgütlenmeyi becermesi mümkün değildir.
Bir biçimde işveren razı edilir. Bu razı edilme siyasi baskıyla
olmuştur. Bu razı edilme, işletmenin bağlı olduğu holding
grubunda bir takım ilişkilerle olmuştur. Bu razı edilme belki
yabancı firmaların merkez ülkesindeki işçi hareketinin
etkisiyle, uluslararası işçi hareketinin sağladığı olanaklarla
olmuştur vs. ama mutlaka işveren ikna edilmiştir. İşveren ikna
edilmeden örgütlenmek, bugünkü yasal sistem içerisinde, eğer bu
sistemi veri kabul edersiniz olanaklı değildir.
Örneğin bu krizde
Türk-İş'in verebildiği tek reaksiyon, bir kriz masası
oluşturup haftalık bültenlerinde kendisine gelen işten çıkarma
sayılarını kamuoyuna duyurmanın ötesine geçmemiştir. Yani
tanınmayan sendika hakkını, tanınmayan grev hakkını yeterli
kabul etmiş, kendini bu yasal sistemle sınırlandırmış bir
sendikal yapı vardır.
Ama öbür taraftan yine
hukuken ve yasal olarak bu sistemin tamamını, yani 2821 ve 2822'yi
yok sayıp yeni bir sendikal örgütlenme kurmak hukuki anlamda
mümkündür. Eski sendikacılar anlatırlardı. 1960 ile 1963
arasında "sendikalar yasal değildir, sizin yasanız yok"
dediklerinde derlermiş ki; "evet, ama anayasa içiyiz. Yasa içi
değiliz ama anayasa içiyiz." Çünkü anayasada bu hak
tanınmıştı.
Şimdi benzer bir
konjonktüre geldik: bir takım etkinlikler varolan yasalara göre
yasadışı, ama uluslararası mevzuata göre de yasal. Buna ilişkin
olarak içtihat kararı da çıktı. 2004 yılında anayasanın 90.
maddesini değiştirdiler. Temel insan haklarına ilişkin
uluslararası sözleşmelerle iç hukuk çatışırsa öncelikle
uygulanacak olan norm uluslararası sözleşmedir.
Çok somut çatışmalar
yaşanıyor. Boğaziçi köprüsündeki işçiler memur
statüsündedir, gişe memurları. Protesto eylemi yapıyorlar, geçen
araçlardan ücret almıyorlar. Devlet, almadıkları ücreti
maaşlarından kesiyor. İşçiler dava açıyorlar, davayı
kaybediyorlar. AİHM'e gidiyorlar. AİHM "bu barışçıl toplu
eylemdir, yasak değildir; verin işçilerin parasını" diyerek
Türkiye'yi tazminata mahkûm ediyor. Biz bunu sendika camiasına
anlatamıyoruz. Duyurmaya çalışıyoruz, bakın böyle bir AİHM
kararı çıktı diye. Herkes duymamazlığa yatarken Fransa'da
metro işçileri AİHM'in bu kararını örnek gösterip, metroda
üretimi durduruyorlar.
AİHM'i bir tarafa
bırakalım. Belediye memurlarına ilişkin yapılan bir toplu
sözleşmede Danıştay önemli bir karar verdi. Dava yedi yıl sürdü
ama, ilk kez ILO'nun 98 sayılı sözleşmesini referans alarak, iç
hukukta olmamasına rağmen, "evet, bu imzalanan şey toplu iş
sözleşmesidir" dedi ve ILO'yu referans gösterdi.
Bir başka gelişmeye de
değineyim. Toplu görüşmelere yönelik kamu sendikalarının
açtığı davada, yine AİHM "hayır, böyle toplu sözleşme
olmaz, grev hakkı olmayan bir toplu sözleşme olmaz" dedi.
Dolayısıyla uluslararası hukukun verdiği bir takım olanaklar
çıktı karşımıza. AİHM kararları bizi bağlıyor.
Geliyorlar adamlar
buraya, ben soruyorum Fransız sendikacıya: sizde greve çıkmak
için işverene kaç iş günü önceden sendikanın haber vermesi
gerekir? Çalışma genel müdürü orada, tüm bürokratlar orada,
işverenler orada... çünkü uyum toplantısındayız. Fransız
diyor ki, "o zaman bu grev olmaz ki." Alman'a dönüp
soruyorum: sizde yetki almak için hangi bakanlığa başvuruluyor,
nasıl oluyor? "Öyle bir şey olmaz" diyor. Nasıl alıyorsunuz?
"Etkili bir güç mü, değil mi ona bakılıyor." Gidiyor
işverenin karşısına oturuyor sendika. Hiçbir üyelik
bildirmeden, ben sizin işyerinizde örgütlendim, etkili bir gücüm.
İnanıyorsa işveren, masada toplu pazarlık başlıyor.
İnanmıyorsa, sendikanın işletmeyi etkileyecek, üretimi önemli
ölçüde durdurabilecek gücünün olup olmadığını görmesi
için, indirin şarteli diyor sendika. Etkili bir güç olduğunu
işverene orada kanıtlıyor ve muhatap oluyor. Dolayısıyla
Türkiye'deki yasal kısıtlamalarla bir sendika olmaz ki diyor
Avrupalı sendikacılar.
Bakın uluslararası
muhataplarınız ve uluslararası hukuk Türkiye'de sendikal
hakların olmadığını içtihat kararlarıyla açıklıyor. 1996'da
ILO Aplikasyon Komitesi, Otomobil İş Sendikası'nın, şimdiki
Birleşik Metal İş Sendikası'nın yapmış olduğu başvuruda,
işyeri işgalini barışçı ve toplu eylem olarak nitelendiriyor.
Dolayısıyla bakın, uluslararası hukukun yarattığı zeminde,
yeni bir meşruiyet temelinde, yeni bir hukuk yaratarak bu krizde
sendikal örgütlenmeyi de, krizin ortaya çıkardığı sonuçları
da, bırakıyorum politik yanını, hukuki anlamda da savunabilmek
bence olanaklı hâle geldi. Önündeki engel dansöz sendikacılar.
Bitirirken, tekrar başa
dönecek olursak, beyaz yakalıların ayakları suya değdi. Bu
önemli bir gelişmedir. Onun için de, artık "ben işçiyim"
diyor. Biraz önce arkadaşımın okuduğu şiirde denildiği gibi
"hava döndü, işçiden, işçiden esiyor yel". Kafelerden
kahveye doğru bir geliş söz konusu. Daimi kadrodaki işçi, alt
işveren işçisinin gözünün içine bakmaya başladı, utanarak da
olsa, mahcubiyetle de olsa bakmaya başladı. Yani sınıfın
parçalanmışlığı ortadan kalkıyor. Bu gelişmenin önemli
sonuçları olacaktır.
Kapitalizmin
Krizi ve Siyasal Sonuçları
İsmail Kaplan
Kapitalizm en iyi hâlinde
bile sömürüye dayanan, baskıya dayanan, işsizliği sürekli
kılan, doğayı sürekli olarak kirleten, şehirleri, köyleri
yaşanmaz hâle getiren ve savaşlara yol açan bir sistemdir; en iyi
hâlinde bile berbat bir sistemdir. Ama kapitalizm krize girdiğinde
çok daha kötü hâle gelir. Çünkü işsizlik artık dayanılmaz
boyutlara ulaşır, çok geniş toplum kesimleri, emekçilerin büyük
kısmı artık kendi hayatlarını idame ettirecek olanaklardan bile
yoksun kalır. Bolluk içinde yokluğun yaşandığı bir sistem
bütün anlamsızlığıyla sırıtır. Çalışmak isteyenler
vardır, çalışamazlar. Çalışamadıkları için ürünleri satın
alamazlar. Öbür tarafta ise satılamayacak kadar ürün yığılmış,
birikmiştir. Bolluk denizinin içinde insanlar ihtiyaç duydukları
ürünlere ulaşamazlar.
Kapitalizmin sözcülerinin
de çok net olarak söylediği gibi kapitalizm krize girdi.
Kapitalizmin bu seferki krizinin çok derin olduğuna, kısa sürede
bu krizden çıkış olamayacağına dair belirtiler de gittikçe
artıyor. Başbakan'ın gösteri yaptığı Davos'ta Soros da bir
konuşma yaptı ve "geçen yıl durum kötü demiştim, bu yıl ise
durum daha beter" dedi. Amerika'da resesyon resmen de ilan
edildi. Amerika'da bu işle ilgili kurum, 2007'nin Aralık
ayından beri Amerika'nın resesyonda olduğunu, yani ekonominin
gerilediğini, küçüldüğünü söyledi. Son dönemde çok
belirgin bir küçülme var. Bütün bunlara bağlı olarak İMF Ocak
ayı içinde yaptığı değerlendirmede 2009 yılına ilişkin
olarak dünya ekonomik tahlillerini yeniledi. Krizin küçük
kayıplarla atlatılabileceği tespitlerinin yanlış
olduğunu, uzun süreli bir krize hazırlanmak gerektiğini belirtti.
Televoleci ekonomistlerden biri, Mahfi Eğilmez, bir yazısında,
şirketlerin çoğunun 2008 kötü geçti ama 2009'da özellikle
bahardan itibaren tekrar yükselişe geçeriz, işler düzene girer
diye hesap yaptığını ama İMF'nin bu değerlendirmesinden sonra
hesapların 2009'un daha da kötü olacağı üzerine kurulması
gerektiğini söyledi. Ona göre 2010 ise hâlâ belirsiz. Kısacası,
Aralık 2007 Amerika'da egemenler tarafından resesyonun resmen
kabul edildiği tarih. 2008 resesyon koşullarında yaşandı ve
bitti. 2009 daha da kötü olacak ve belki 2010'u da bu şekilde
yaşayacağız.
İMF'nin
değerlendirmesi bütün dünyadaki ekonomik verileri temel alıyor.
Önce Amerikan bankalarının durumuna bakalım. Amerika dünya
kapitalizminin merkezi ve dünyada son 30 yıldaki işbölümüne
göre bankacılık, finans alanında yoğunlaşıyor. Amerika'da
katma değerinin daha düşük olduğu düşünülen reel sektöre
ait kuruluşlar, kirli sanayiler Çin, Hindistan, Türkiye ve
Brezilya gibi ülkelere aktarılırdı. Amerika ise en fazla büyüyen
finans alanında, borsa alanında, türev piyasasında, vadeli
opsiyonlu piyasalar diye bilinen alanlarda iş yapardı. Bu alanlarda
iş yapan en büyük bankalardan biri, aynı zamanda Türkiye'de de
çalışan bir banka, Citibank, bilançosunu açıkladı ve bir
tedbir aldı. Bankayı ikiye böldü. Daha sağlam olduğunu
düşündüğü kesim banka olarak devam ederken, elindeki kötü
mali varlıkları, borsada beş para etmeyen hisse senetlerini
kurduğu ayrı bir işletmeye devretti. Bu işlem 600 milyar dolarlık
bir zarar anlamına geliyor. Ağızdan bir çırpıda çıkıveren
600 milyar doları daha iyi anlamak için, hükümetin en abartılmış
rakamlarıyla ülkemizde gayri safi millî hâsılanın aşağı
yukarı bu civarlarda olduğunu hatırlayalım. Türkiye gibi dünyada
ekonomik olarak 18'inci, 20'nci sıralarda bulunan bir ekonomide
işçilerin, köylülerin, bütün emekçilerin bir yıl çalışmasıyla
oluşan değeri, Citibank gibi dünyanın en önde gelen bir bankası
bir çırpıda zarar yazıyor.
Reel sektöre de bakalım.
Amerika'da reel sektörün öncü kesimini otomotiv şirketleri
oluşturuyor. GM kısaltmasıyla tanınan General Motors, Chrysler
(Kraysler), Ford diye şirketler var biliyorsunuz. Hepsinin
Türkiye'de şubeleri vardır. Ürettikleri otomobiller Türkiye'de
de satılır. Bu şirketler Amerikan devletinden sürekli olarak
olağanüstü boyutlarda destek alamadan yaşayamaz hâle geldiler.
Avrupa Birliği
bankalarının durumuna bakarsak, İngiltere, Belçika, Hollanda,
İspanya, İskoçya ve İzlanda'da bankalar geniş ölçüde iflas
etti. Örneğin, Türkiye'de Dış Bank'ı satın alıp adını
değiştiren Fortis iflas etti. Şimdi, aynı zamanda Türkiye'de
Ekonomi Bankası'nın sahibi olan BNP Paribas diye bir bankanın
eline geçiyor, tamamen ortadan kalkıyor. Tüm bunlar yaşanmadan
önce Fortis önüne çok büyük hedefler koymuştu. Dünya çapında
bir banka olan ve Türkiye'de de faaliyet yürüten ABN Amro'yu
satın almıştı. Yuttuğu ABN Amro'yla birlikte kendisi de
yutuldu.
Çin, Rusya, Brezilya,
Hindistan, Türkiye gibi ülkelerde de zaten durumun ne olduğu
belli. Murat Özveri arkadaşımız demin, doğrudan üretimdeki
durumu, sanayi bölgesi olan Kocaeli'ndeki durumu anlattı.
Türkiye'de resesyon değil, köklü bir depresyon var. Türkiye'de
köklü bir yok oluş var. Ekonomi yok oluyor. Örneğin tekstil %30
küçülmüş durumda. Dolayısıyla artık resesyondan değil,
depresyondan söz edecek durumdayız, kriz bu kadar köklü.
Peki, niye böyle krizler
olur? Krizin iradeye bağlı olarak değişmeyen köklü, sistemsel,
yapısal nedenleri var. Bunlardan birincisi kâr oranlarının yıllar
içinde düşme eğilimi göstermesidir. Patronların yeni işçi
çalıştırarak elde ettikleri artı değer bir süre sonra iş için
yapılan yatırımı, ölü emeği karşılayamaz hâle gelir ve kâr
oranları düşer. Durgunluk başlar. Bu durgunluğu aşmak üzere
kapitalizmin en büyük hamlesi ise finans oyunlarına, borsa
oyunlarına, spekülasyona yönelmektir. Kapitalizm bu oyun dahilinde
borsa ve finans yoluyla spekülasyon yapar. Bu bir anlamda kumar
ekonomisidir. Dünya zaten son 30 yılda, özellikle de bu 30 yılın
son 10 yılında böyle bir dönem yaşadı. Bu dönemde
kapitalistlerin tipik söylemi şöyle olur: "Niye üretim
yapacaksın kardeşim. İşçiyle niye uğraşacaksın. Reel sektörde
iş yapmak akıl kârı değildir. Paradan para kazanalım." Herkes
paradan para kazanmaya koyulur. Ama paradan para kazanılmaz aslında.
Kazanılır gibi görünür ama para kazanmanın temelinde yatan şey
üretimdir. Belli bir dönemin sonunda, bilançoya baktığınızda
ne kadar üretim varsa, kazanç o kadardır. Fazlası kâğıt
üstündedir, gerçek bir değer değildir.
Dünyada spekülasyona
kaymanın temel aracı yatırım bankaları olmuştur. Bu yatırım
bankalarının hepsi yabancı aslında ama isimlerini hepimiz
biliyoruz. Lehman Brothers diye bir banka vardı, koca bir tekeldi.
Türkiye'deki özelleştirmelerde devletin özelleştirme
kurullarının danışmanlığını yapan şirketlerden biriydi,
iflas etti. Morgan Stanley diye bir başka banka vardı, ticari bir
bankaya döndü, yatırım bankası olmaktan çıktı. JP Morgan
Chase diye Amerika'nın en büyük bankalarından biri yatırım
bölümünü kapattı, ticari banka olarak devam ediyor. Merrill
Lynch, Bank of America tarafından satın alındı. Fakat Bank of
America da şimdi Amerikan hükümetinden yardım dileniyor, kendi
başına ayakta kalamıyor. Bir de Goldman Sachs var Türkiye'de de
bütün bu özelleştirme hamlelerinde, büyük şirketlerin piyasa
sunumlarında danışman firma olarak rol oynayan bir banka, o da
ticari bankaya döndü. Yani dünyanın en önde gelen yatırım
bankaları battı. Bunlara ek olarak, Amerika'da daha önce
devletleştirilenler var: Bear Stearns, Freddie Mac, Fannie Mae, AİG
sigorta şirketi gibi. Bunlardan Bear Stearns, Freddie Mac, Fannie
Mae 1929 bunalımından sonra, Amerika'da bunalımı aşmak için
Roosevelt döneminde, Yeni Düzen (New Deal) politikaları döneminde,
Keynesçi politikaların uygulandığı dönemde devletin kurduğu
bankalardı. Bunlar 1980'lerde özelleştirilmişti zaten. İflas
durumuna geldiler. Ama batamayacak kadar büyük kuruluşlar
oldukları için tekrar devletleştirildiler. Devletin kurduğu
kuruluşlardı, daha kamusal kooperatiflere dayalıydılar,
özelleştirildiler, şimdi tekrar kamulaştırıldılar.
Bir de bunlara Madoff
skandalını eklemek istiyorum. Amerikan kapitalizminin en saygın
isimlerinden biri, borsanın kurucusu, yeni teknolojiye dayalı
şirketlere dönük borsanın kurucusu Bernard Madoff'un tamamen
bir sahtekâr olduğu ortaya çıktı.
Madoff, 50 milyar dolarlık bir fonun, 20 yıllık bir şirketin
sahibi. Madoff'un tamamen bir sahtekâr olduğu, Banker Kastelli
gibi biri olduğu ortaya çıktı. Düşünün, 20 yıllık bir
şirketi var fakat hiçbir yatırımda bulunmamış. Tek bir ticari
işlem bile yapmamış. Yeni müşterinin parasını eskisine vererek
saadet zincirini sürdürmüş, tüm bunları da bu düzenin sonsuza
kadar gideceğini varsayarak yapmış. Dünyanın en önde gelen
büyük bankalarını, büyük vakıflardan İngiltere kraliçesine
kadar birçok kesimi dolandırmış. Madoff egemen düzenin, neo
liberal düzenin, kapitalist düzenin ne kadar sahtekârlığa dayalı
bir sistem olduğunun bir belirtisi olarak ortada duruyor. Dünya
çapındaki değerimiz, işçi sınıfının ozanı, tiyatrocusu,
sanatçısı olan Berthold Brecht demişti ki: "Banka kurmak, banka
soymaktan çok daha ağır bir suçtur". Evet banka kurdular, bütün
emekçi halkı, çalışan herkesi, her türlü fedakârlığa
katlanarak üreten insanları soydular, soğana çevirdiler,
kendileri saraylar içerisinde yaşadılar. Ama artık sonu geliyor.
Krizin birinci kaynağı
kârların düşmesidir dedik. Krizin ikinci kaynağı, kapitalizmin
sonsuza kadar üretim yapabilecek kapasiteye sahip olması fakat
sonuçta üretilen ürünlerin tüketimini yapacak olanların gene
çalışanlar, emekçiler olmasıdır. Ne var ki, kapitalistler azami
kâr elde etmek amacıyla emekçilerin ücretlerini kısarlar,
onların hayat kalitesini düşürürler, işçi çıkarırlar vb.
Dolayısıyla emekçilerin alım gücü de düşer, mallar satılamaz,
kapitalistler kârlarını gerçekleştiremez. Krizin üçüncü
kaynağı, kapitalizmde üretim anarşisinin olmasıdır.
Kapitalizmde özel mülkiyet ilkesinin geçerli olması nedeniyle her
kapitalist serbestçe üretim yapar, toplumsal planlama yoktur ve
sonuçta üretim anarşisi meydana gelir. Bu üç kaynağa bağlı
olarak ortaya üretimin fazla olduğu, satılamadığı, kâr
eğilimlerinin düştüğü bir yapı çıkar. Dolayısıyla
kapitalizm ikide bir krizlere girer. Krizler kapitalizmin kaçınılmaz
nöbetleridir.
Kapitalizm 1945'lerden
1960'ların ortasına kadar bir yükseliş dönemi yaşadı.
Gelişmiş ülkelerde kapitalist ölçülerde bir "cennet"
yaşandı adeta. Herkesin otomobil sahibi, ev sahibi olduğu, tatil
yaptığı, birçok yerde sosyal demokrasinin yönetimde olduğu bir
ortamdı. Bu sonsuza kadar gidecek sanıldı. Fakat 1967-73 döneminde
(1973 petrol krizinin başladığı çok belirgin bir tarihtir)
kapitalizm krize girmişti. Ne var ki, kapitalizm, girdiği krizi
erteleyebildi, finans mühendisliği gibi yepyeni yöntemlerle ömrünü
uzattı. Bu bütün dünyada sosyalistlerin, komünistlerin kafasını
karıştıran etkenlerden biri oldu. Bugünkü krizi incelediğimizde,
bu krizin aslında 30 yıldır ertelenmiş olan kriz olduğunu
görüyoruz. Krizin 30 yıl ertelenebilmesi bütün dünyada
ideolojik olarak en büyük saldırılara sebep oldu. Türkiye
Komünist Partisi'nin likidasyona uğraması da, sosyalist sistemin
likide edilmesi de bu erteleme döneminde meydana geldi. Kapitalizmin
krizini erteleyebilmesi, "bizim saflarda" kafaları karıştırdı
ve kapitalizme hayranlık duyulmasına yol açtı. Bu hayranlığın
ne gibi kötü sonuçlara yol açtığını hep birlikte yaşadık.
Özetlemek gerekirse,
kapitalizmin krizleri hep olur. Kapitalizmin krizleri aslında
kapitalizmin mekanizmasını açığa çıkarır. Daha önce
gizlenmiş olan, örtü altındaki bütün bir işleyişi ortaya
serilir. Yani kapitalizm mutfakta ne olduğunu insanların
görebileceği bir yapıya bürünür. Dolayısıyla, yaşanan bu
durumdan geniş emekçi kitleleri bilinçlendirmek açısından çok
olumlu şekilde yararlanabiliriz. Ama krizin otomatik sonucu yoktur.
Biraz daha beklersek kapitalizmin krizi derinleşirse bu düzen de
gider, biz de çok uğraşmadan bazı şeyleri hallederiz, diye
düşünürsek eğer, bunun hiçbir geçerliliği yoktur. Çünkü
kapitalizm sadece ekonomik bir süreç değildir. Kapitalizm sermaye
sınıfıyla devletin koalisyonudur. Bir tarafta sermaye sınıfı,
bir tarafta ona her yönüyle destek olan devlet var. Bu ikisinin
koalisyonu olduğu için de, sermayenin kriz dönemlerinde devlet
sahneye daha belirgin olarak çıkar. Devlet zaten sürecin içinde
hep vardır ama kriz dönemlerinde daha belirgin olur.
Devletin ideolojik
aygıtları vardır, kafa karıştırmak için. Bunlar medyadır,
okul sistemidir, din-mezhep-tarikat sistemidir, ailedir. Ayrıca
devletin baskı aygıtları vardır. Yani sopası, hapishanesi,
mahkemesi, tehdit gücü, gerekirse Ergenekon, gerekirse Jitem,
Amerika'nın özel harp yöntemleri, kurumları, işgal orduları
vb. Bunların da bir etkisi var.
Eğer ideolojik
aygıtların etkisiyle insanlar, kapitalizmin aslında kötü
olmadığı, kötü de olsa aslında değiştirilemez ve kader olduğu
düşüncesini benimsemeye devam ederlerse, kapitalizmin yıkılması
söz konusu olamaz, kapitalizm hep devam eder. Devletin baskı
aygıtları da ideolojik aygıtların etkisinden kurtulan, yani
sosyalist düşünceleri benimseyen, "biz bu düzeni
değiştirmeliyiz" diyen insanları tehdit eder, sopalar, hapse
atar, yargılar, hayattan bezdirir, işsiz bırakır, kaybeder.
Böylece krize rağmen devrimler engellenir, kapitalizmin devam
etmesi sağlanır.
Kriz mekanizmalarının
kapitalizmin yıkılması yönünde değil, kapitalizmin sınırları
dışına çıkmış ülkelerde kapitalizme dönülmesi yönünde
tersine işlediği bile olur. Kriz mekanizmalarının bazen tersine
bile çalışabileceğini biz sosyalist sistemde gördük. Örneğin,
sosyalist sistemin bir parçası olan Polonya'da 1978'lerde
başlayan ve 1980'de yoğunlaşan büyük bir bunalım yaşandı.
Yaşanan bu bunalımın nedeni o dönemde Polonya'nın kapitalizmin
yaşadığı krizi hesaba katmadan yaptığı geniş yatırımlardı.
Bu yatırımlar belli malların kapitalist dünyaya rahatlıkla ihraç
edileceği hesabına dayanıyordu. Kriz nedeniyle umulan ihracatın
gerçekleşmemesi üzerine ekonomik durum bozuldu ve Polonya'daki
Dayanışma Sendikası harekete geçti. Bunun üzerine sıkıyönetim
ilan edildi, işçilerle yönetim arasındaki kopuş derinleşti ve
süreç sosyalizmin yıkılmasıyla sonuçlandı. Başka bir örnek:
1987'de dünyada -Sovyetler Birliğini de kapsayan- çok büyük
bir ekonomik kriz ortaya çıktı. Kapitalistler saldırganlaştı,
neokonlar güçlendi. Kapitalist dünyada neoliberalizm, yeni
muhafazakârlık, neokonservatizm denilen sistem egemen oldu.
Amerika'da yeni finans ve borsacılık yöntemleri, yeni yatırım
bankaları ortaya çıktığında sosyalist ülkelerdeki yöneticiler
"kapitalizmin bunalımı var ama yıkılmıyor, bizde de işler iyi
gitmiyor zaten." diye düşünmeye başladılar. Kapitalizmin
aslında o kadar kötü olmadığı ve asla yıkılmayacağı,
kendilerinin yanlış yolda olduğu, kapitalizmin insanların asıl
yolu olduğu gibi bir yanılgı içine
girdiler. Böylece kapitalist düşünceyi benimsediler, bu da karşı
devrimlerin yolunu açtı. Karşı devrimlerin sonucu olarak
kapitalist Rusya ortaya çıktı, 15 tane kapitalist düşünceyi
benimsemiş devlet ortaya çıktı. Hepsi kapitalizmin bir parçası
hâline geldi.
Demek ki krizden mutlaka
olumlu sonuçlar çıkmaz. Bizler krizlerin sonucunu olumlu hâle
getirmek için çalışmalıyız.
Türkiye'den de örnek
verelim. 1996'da ÖDP kuruldu. Aramızda ÖDP'nin kuruluşuna
katılmış ya da ÖDP'yi ilgiyle izlemiş arkadaşlar olabilir.
Kimler kurmuştu ÖDP'yi? TKP, TSİP, TİP, TKEP gibi kendilerini
komünist, sosyalist olarak tanımlayan güçler ile Devrimci Yol,
Kurtuluş gibi kendilerini devrimci, demokrat olarak tanımlayan
güçler bir araya gelerek ÖDP'yi oluşturdular. Yani kimdi
bunlar? Bir tarafta, sosyalist demokratlar: yani hem demokrat, hem
sosyalist olanlar, demokrat olan ama demokratlıkla yetinmeyip
sosyalizmi benimseyenler. Öteki tarafta, devrimci demokratlar: yani
hem demokrat, hem devrimci olanlar, demokrat olan ama demokratlıkla
yetinmeyip devrimci olanlar. Birleşenler bir program hazırladılar,
bazı değişikliklerle günümüze kadar geliyor bu program. ÖDP'nin
programına baktığımızda sosyalist demokratların sosyalizmi,
devrimci demokratların da devrimciliği bıraktığını ve her iki
gücün de salt demokratlaştığını görebiliriz. Yani her iki
taraf da devletin demokratikleşmesini savunan ama sermaye sınıfına
dokunmayan bir programı benimsemiş oldu. Ve hatırlatalım, o dönem
de kapitalizmin kriz dönemiydi. Programda ne devrimden söz edildi,
ne devrimci dönüşümlerden, ne de kamulaştırmalardan. Marksizmin
özünde yatan, krizleri de aşacak bir yapılanmadan bahsedilmedi,
bahsedilmediği için de bugün gelinen nokta ortada.
Günümüzden bir örnekle
devam edelim. Bu günlerde çoğu kimseyi de belli açılardan
sevindirebilecek çatı partisi girişimi var. Çatı partisi
dediğimiz girişime çoğunluğu sosyalist ve devrimci olan, hatta
kendini komünist olarak tanımlayan kişiler katılıyor. 10 kişilik
çağrıcılar kurulunun metnini belki görmüş, okumuşsunuzdur.
Saygın isimler var, değişik gruplardan insanlar, akademisyenler de
var içlerinde. Bu kişiler bir bildiri hazırladılar ve bildiriyi
hazırlayanların esas olarak devrimci olduklarını, sosyalist
olduklarını unutmayın bildiride kapitalizm, emperyalizm,
sosyalizm ve devrim kavramları ne hikmetse yer bulmadı. Peki neyse,
çağrı metnidir, daha önce insanları bir araya getireceğiz
toparlayacağız diye düşünülmüş olabilir, diyelim. Sonra Bilgi
Üniversitesi'nde 270 kişinin katılımıyla geniş bir toplantı
yapıldı ve buradan bir sonuç bildirgesi çıktı. Evet, sonuç
bildirgesinde bir ilerleme var. Çağrı bildirisinde olmayan dört
kavramdan (kapitalizm, emperyalizm, sosyalizm, devrim) kapitalizm
girdi bildirgeye. Nasıl girdi? "Küresel kapitalizm" olarak yer
aldı, bir cümle içinde. Emperyalizm, emperyalizm olarak değil de,
"emperyalist saldırganlık" olarak yer aldı. Ne yok peki sonuç
bildirgesinde? Devrim yok. Sosyalizm yok. Sosyalistler bu kadar
bunalımlı dünya ve Türkiye ortamında, "büyük birlik"
bayrakları altında ortaya çıkıp sosyalizm, kapitalizm,
emperyalizm, devrim gibi kavramlara değinmezlerse, bu düzenin
değişmesi çok zor. Dolayısıyla anlayışımızda bir sorun var,
zihniyet dünyamızda bir eksiklik var. Bu olguyu Murat Özveri
arkadaşımızın söyledikleriyle birleştirmekte yarar var.
Sendikalara gelelim. Bu
iş tabii ki sadece partilerle olmuyor. Sendikalara da gitmek
gerekli. Emekçilerin çoğu sosyalist, komünist ya da ilerici,
demokrat partilere oy vermiyor. Türkiye 12 Eylül'den bu yana çok
gerilere gitti. Proletaryanın toplandığı sendikalara, işçi
sınıfının en temel örgütlerine baktığımızda: Türk-İş
var, Hak-İş var, DİSK var. Krizin Amerika'da resmen onaylandığı
tarihten bu yana bir yılı geçti. Sendikaların hepsi bu duruma
karşı bir şeyler yaptı. Bildiriler yayınlandı, Ankara'da bir
miting yapıldı, 15 Şubat'ta İstanbul'da yine bir miting
yapılacak. Hazırlanan programlar var, "Emekçiler krizin bedelini
ödemeyecek" diyen. Fakat son yapılan düzenlemelere baktığımızda,
sendikalarla ilişkili arkadaşlarımız çok daha iyi bileceklerdir,
işverenin zararını kamu üstlensin diye bir anlayış egemen oldu
ve bunun üzerinde tüm sendikalar anlaştı. Yani sendikalar
işçilerin sigorta primi için işverenin yatırması gereken payı,
işçiler çıkarılmasın diye, kamunun üstlenmesini kabul ettiler.
Ardından kısa çalışma ilkeleri diye bir anlayış benimsendi. Bu
yasaya göre, bundan yararlanan işverenler işçi çıkaracak
durumda olduğunu tescil ediyor ama işçi çıkarmıyor, belli
fonları ödüyor ve belli yükümlülüklerden muaf oluyor, yani
bazı görevlerini yerine getirmiyor. Sendikaların ise bu duruma
karşı kamuya yansıyan bir çalışmaları yok.
Buradan ne çıkıyor?
Düzene alternatif olabilecek partilerin durumunu söyledik. Kitle
örgütlerinin temel gücünü oluşturan sendikaların durumunu
gördük. Böyle bir durumda, kapitalistlerin, devrimin "d" sini
bile bırakmadıkları bir dünya sisteminde, her türlü olanak
ellerinde olmasına rağmen, herşeyi 30 yıldır bildikleri gibi
yaptıkları ve her şeyi berbat ettiklerini itiraf ettikleri bir
ortamda; "Kapitalistler yapamadı, biz yaparız. Biz işçiyiz.
Üreten biziz, yöneten de biz olacağız" anlayışının
yansıdığı herhangi bir şey çıkmıyor ortaya.
Kaldı ki, kamu desteği
isteniyorsa, ekonomik bir birime kamu desteği veriliyorsa, kamunun,
yani emekçilerin belli isteklerinin mutlaka karşılanması lazım.
Bunlar neler olabilir? İşçi çıkarımının yasaklanması
olabilir. Hiçbir şirket işçi çıkaramaz diyebilmeliyiz.
Şirketleri işçilerin denetimine açmamız lazım. İşçiler
denetimde olmalıdır, işçiler denetimde olursa kamudan destek
gelmelidir. Kamudan destek geldiğinde de bunun gerektirdiği bir
takım planlamalar yapılmalıdır. Yaşayabilecek bir kurumsa eğer,
bu kurumun tamamen bir kişinin mülkiyetine, bir şirketin
mülkiyetine dayalı olarak değil, üretim kooperatifi hâlinde
örgütlenmesi isteğinde bulunmamız lazım. Yani kamusal ve kamucu
bir anlayışı istememiz lazım. Kamu desteği alan herhangi bir
şey, sömürüyü, baskıyı, eşitsizliği,
zulmü pekiştirmek için kullanılamaz! Amerika'da Bush 750 milyar
dolarlık kurtarma paketi hazırladı. Şimdi Obama 829 milyar
dolarlık yeni bir kurtarma paketi hazırlıyor. Avrupa'da
şirketlere sürekli oluk oluk para akıtılıyor. Yahu bu şirket
sahiplerine ne veriyorsunuz? Bunlar zaten yıllarca çalmışlar ve
çalmaya devam ediyorlar. Yaptıkları yapacaklarının teminatı.
Onlara bu paranın verilmemesini söylememiz gerekli.
İşçi sınıfından,
emekçi kitlelerden belli tepkiler geldi dünyada. Yunanistan'da
önemli gelişmeler oldu. 1 milyon kişinin katıldığı bir grev
oldu. Türkiye'de de belli şeyler yapıldı. Ama dünya ya da ülke
çapında baktığımızda, kapitalizme karşı işçi sınıfı
adına hareket ettiğini düşünen aydınların, emekçilerin,
proleterlerin, Marksistlerin, Leninistlerin, sosyalistlerin,
demokratların, kendilerine ne diyorlarsa, isimden geçtim,
"kapitalizm kötüdür" anlayışını savunan insanların;
"Hayır! Onlar berbat etti, biz düzeltebiliriz. Biz emekçi halk
olarak başa gelebiliriz, sıkıntıyı da, nimetleri de paylaşırız"
diyecek noktaya gelmesi lazım. Ne yazık ki böyle bir söylemi
görmüyoruz. Dolayısıyla bizim sınıf olarak, "Biz yeni bir
hayat istiyoruz ve bunu yapabiliriz" dememiz lazım.
Yine başka bir açıdan,
liberaller açısından baktığımızda, liberal teorinin bütün
masalı nedir? Belli bir girişimci tip çıkarmışlardır ortaya.
Bu girişimciler güya akıllıdır, bütün kaynakları alır,
rasyonel olarak kullanırlar ve buna bağlı olarak da topluma fayda
sağlarlar. Bunun mükâfatı olarak da bunlara kâr payı verilir.
Hayır, bunlar her şeyi zaten soyup soğana çevirmişler ama
topluma bir katkıları olmamış. Bu sistemin tamamen soyguna dayalı
olduğunu Amerikan basınında bile görebiliriz. Hiçbir sosyalist yayın
organında çıkmayacak ayrıntılarla bu sistemin ne kadar sömürüye
dayandığı apaçık ortaya konuluyor bu günlerde. Böyle bir
dönemde bizlerin başka şeyler söylemesi lazım. Emekçiler hem
üretebilir, hem yönetebilir ve yönetmelidir, dememiz lazım.
Peki bunun için ne
yapacağız? Önce ideolojik netliğe kavuşmamız gerekir. Partiler
olarak da, sendikalar olarak da. Parti ile sendika birbirinden
ayrılmaz. Partisiz sendika, sendikasız parti hiçbir işe yaramaz.
Ayrıldıklarında ikisi de boşa düşer. Bu nasıl önlenecek peki?
Kendiliğinden olur mu? Olmaz. Murat Özveri'nin dediği gibi,
kafelerden kahvelere gidilmelidir. Bu simgesel değeri çok büyük
bir söz. Öyleyse, artık kafelerden kahvelere gideceğiz. Bu ne
anlama geliyor? İşyerlerinde güçlü olmamız lazım arkadaşlar.
Bu salondaki işçilerin fabrikalarda olması, işyerlerinde olması,
oradaki işçileri örgütlemesi, sendikalarda yönetime gelmesi,
aynı doğrultuda sosyalist, devrimci partilere yöneliş sağlaması
lazım. Başka bir deyişle, işçi sınıfıyla, emekçi halkla
organik ilişki içinde olunmalıdır. İşte kafelerden kahvelere
gitmek böyle somut anlam kazanıyor. Organik ilişkide olmazsak eğer
yapacak bir şey yok. Bunları ya yaparız, ki yaparsak olumlu
sonuçları olur. Ya da yapmayız! Yapmazsak ne olur peki?
Ülkemizdeki siyasal güçlere bakalım sorumuzun yanıtını bulmak
için.
Ülkemizde liberal
muhafazakâr kesimler, partiler var. Faşist eğilimliler, dinci
eğimliler, kendine Kemalist diyenler, İslamcı
diyenler var, egemenler olarak baktığımızda. Bunların karşısında
ise sosyalist güçler var. Bu gücün azlığının sancısını ise
hepimiz çekiyoruz. Yaygın bir Kürt hareketi var. Liberal sol
olduğunu söyleyen güçler de var arada. Ama program olarak, çatı
partisi olarak baktığımızda, bu düzeni aşacak, büyük bir
atılım gerçekleştirecek bir güç yok zihniyet olarak. Bir önceki
dönemin referanslarıyla hareket eden, dünyanın değiştiğini,
ölçülerin değiştiğini, aslında paradigmanın değiştiğini
farketmeyen bir anlayış sürüyor. Kendini kısıtlı bir çerçeveye
hapsetmiş bir anlayış var.
Dünyaya baktığımızda
hangi siyasal güçler var? İşte egemenler her tarafta aynı
politikaları liberal muhafazakârlar olarak yürütüyor. Sosyal
demokrat olduğunu söyleyenler, liberal sol olduğunu söyleyenler
de bu politikaları aşağı yukarı aynen yürütenlerden oluşuyor.
Eğer bu egemen
ideolojiler kitlelerin yönlendiricisi olursa, bu düzen aynen devam
eder. Sonucunda da devrim olmaz, krizden kapitalist bir çıkış
olur.
Peki kapitalizm geçmişte
yaşanılan krizlerden, örneğin 1929 bunalımı gibi çok büyük
bir depresyondan, nasıl çıkmış, buna bakalım. Daha olumlu
tarafını söylüyorum önce, yeni teknolojik buluşlar olmuş.
19.yy'da buharlı makine ve buna bağlı olarak demir yollarının
gelişmesi var. 20. yy'a gelindiğinde ise içten yanmalı motorlar
çıkmış, otomobil ve kara yolları gelişmiş. Daha sonra jet
motoru çıkmış, uçaklar ve havayolları gelişmiş. Kapitalizm bu
buluşları gerçekleştirdiğinde eski teknolojilere dayalı
yatırımları değersizleştirirken, ekonomide geniş istihdam
yaratacak ve büyük ölçüde işçiye ihtiyaç duyan yapılara yol
açtı. Bir sürü dev fabrika kurdu.
Peki ya 1980'lere
baktığımızda, sosyalist ülke yöneticilerinin, "Biz geri
kaldık, Lenin yanılmış, kapitalist kalsak daha iyiymiş" dediği
döneme bakarsak, ne çıkmış yeni teknoloji olarak? Bilgisayar
yaygınlaştı, robot teknolojisi gelişti o da bilgisayara bağlı
olarak, internet gelişti finans piyasasının da alt yapısı
olarak, bir de cep telefonu. Şimdi bunlar yeni buluşlar. Ne
sağladı? Başta önemli gelişmeler sağladı kapitalist dünyada.
Sosyalizm yıkılınca o bölgelere de girdi. Fakat bunlar, daha
önceki teknolojik buluşlarda olduğu gibi, geniş bir istihdam
yaratmadı. Çünkü bir bilgisayar üretmek için otomobilde olduğu
gibi büyük ölçekte hammaddelerin işlenmesine gerek yok. Bunlar
çok daha küçük ölçeklerde işleyen, dolayısıyla büyük bir
işçi ihtiyacı yaratmayan buluşlar. (Yani insanlık artık yeni
bir aşamaya gelmiş. Yeni bir sistemi benimsememiz, insanların daha
az çalışıp eşit yaşadığı, nimetlerin ve külfetlerin beraber
paylaşıldığı bir düzene geçişi sağlamamız lazım.)
Krizden kapitalist
çıkışın birinci yöntemi bu, yeni buluş yapmak. Üretim
teknolojisinde çığır açacak yeni bir buluş var mı? Bildiğimiz
kadarıyla yok. Bir belirti var mı? Yok. Çıkarsa ilerde görürüz.
Yeni buluşlar dışında, hangi yöntemi kullanmış kapitalizm
1970'lerin sonlarından başlayarak? İşsizliği artırmış,
insanları tamamen karın tokluğuna çalıştıracak bir sistem
oluşturmuş. Ama 30 yıldır bu sistemi bütün dünyaya yaydı,
yerleştirdi. En iyi örneğini Çin'de görebiliriz. Çin dev
oldu!? Nasıl dev oldu? Yeni bir şey mi icat etti? Hayır. Ucuz
işgücü nedeniyle kapitalizmin bütün şirketleri oraya akın
etti. Ama orası da artık yeterli gelmiyor. Vietnam'a,
Bangladeş'e, Tayland'a, Endonezya'ya, başka ülkelere
geçiyorlar ama artık dünyada bu yöntemin de sonuna gelindi.
Bunların dışında kapitalizmin krizden çıkışının temel yöntemi, asıl numarası
ise ne yazık ki savaştır. 1929 krizi 1933'e kadar adım adım
ilerledi. 1930'larda Japonya Çin'i, İtalya Habeşistan'ı
(bugünkü adıyla Etiyopya'yı) işgal etti. Almanya Alsas-Loren
bölgesine girdi, Avusturya'yı ilhak etti, ardından
Çekoslavakya'ya ve Polonya'ya saldırdı. Bütün bunların
sonucunda Dünya Savaşı patlak verdi. Krizden temel çıkış o. Ve
ondan sonra yerel savaşlar neredeyse aralıksız devam etti.
Eğer aklımızı başımıza toplama ustalığını gösteremezsek başımıza gelecek
olan şey, savaş. Bu savaş büyük güçler arasında bir savaş
olur mu, olmaz mı? Onu şimdiden görmek zor. Çünkü Amerika
askeri olarak çok güçlü ve dünyada bu konuda Amerika'ya
yaklaşan bir devlet yok. Kapitalizmin savaşlar olmadan bile doğayı
nasıl mahvettiği de ortada. Sanayi bölgelerinde, şehirlerde
yaşayanlar, tarım bölgelerinde, köylerde yaşayanlar bunu zaten
günlük hayatından biliyor.
Dolayısıyla kapitalizm
krizden çıkış için devleti göreve çağıracak, devlet içindeki
elemanlarını göreve çağıracak, kendi ideolojik üstünlüğünü
yaymaya çalışacak. Bunlara biz izin verecek miyiz? Biz izin
vereceksek, yapacak bir şey yok. Bizi, Demirel, Özal, Tansu Çiller
yönetti. Şimdi Erdoğan yönetiyor. Başka bir isim de çıkabilir.
Yeni bir Kenan Evren olabilir. Eğer izin verirsek, ilerde Amerika,
Avrupa bizzat gelip bizi yönetebilir. Ya bunlara izin vereceğiz
arkadaşlar, ya da hep birlikte izin vermeyeceğiz. İzin vermemek
için ne yapılabilir peki? Bakın, şurada ne yazıyor: "Hep
birlikte yeni Ekimlere!" Kapitalizmin elemanlarına izin vermemek
için, dünyanın, ülkenin devrime ihtiyacı olduğunu
içselleştirerek, hep birlikte yeni Ekimlere, yeni devrimler
kuşağına hazırlanmamız lazım. Bu söylem çok kitabi
görülebilir ama hayır, artık değil. 30 yıl önce, diyelim ki
Gorbaçov başa geldiğinde, yeni politik tezleri ortaya çıkarırken,
bize, siz dünyayı görmüyorsunuz diyorlardı. Artık beyaz
yakalılar da değil, altın yakalılar var diyorlardı. İşte beyaz
yakalıların durumunu Murat Özveri arkadaşımız anlattı. Altın
yakalıların da ne yaptığını gördük. Amerika'daki,
İngiltere'deki üniversitelerden, Boğaziçi,
ODTÜ gibi üniversitelerden endüstri mühendisliği, işletme
mezunu olan, ünvanları finans mühendisi olan CEO'ların,
yappilerin, altın çocukların ne yarattığını 30 yıl içinde
gördük. Herkesi kazıklamışlar. Hepimizi kazıklamışlar ve
inanılmaz paralar biriktirmişler. Aslında hayalî olan bu
paralarla bize egemen olmuşlar ve olmaya devam ediyorlar.
Kapitalizmin belli bir mantığı var. Kapitalizmde ya özelleştirme, ya da devletleştirme
uygulanır. Başka bir mantığı yok kapitalizmin. Zaten sömürüye,
özel mülkiyete, eşitsizliğe dayanan bir sistemin yapabilecekleri
de sınırlıdır. Ya sistemi kabul edeceğiz, ya da biz bu dünyayı
artık taşımak istemiyoruz diyerek neler yapabileceğimize
bakacağız. Kitapların, hayatın bize neler söylediğini tekrar
hatırlayarak sendikalarımıza, partilerimize sahip çıkacağız.
Anlayışları değiştireceğiz. Geniş çerçeveli, yepyeni
mücadele yöntemleri geliştireceğiz. Bakın uzmanlarımız ne
güzel söylüyor: Sendikacı dostlarımız uluslararası normları
esas alsın, meşruiyeti gözetsin, baskıcı yasalara sıkışmadan
mücadele mümkündür.
Dünya ve Türkiye
olağanüstü günler yaşıyor. Bu olağanüstü koşullardan, bu
krizden çıkışın yolu devrimdir arkadaşlar. Hepimiz devrimci
olmak zorundayız, tekrar devrimci olmak zorundayız. Devrimin,
devrimciliğin aklı ile davrandığımızda çok şey değişecektir.