Dogmatizm sözlükte, "Öne sürülen öğreti ve
ilkeleri eleştirmeden doğru olarak benimseyen ve benimsediği var sayımlardan
katı bir yöntemle önermeler türeten anlayış" olarak tanımlanıyor.
Kanımca son haftalarda özellikle Radikal sayfalarında kimi sol yazarların Avrupa Birliği (AB) ile ilgili yazıları,* mutlak önkabulleri ve bundan türetilen argümanları ile dogmatizm tanımına uyuyor.
İlginçtir, yazarlarımız da örtük veya açık AB konusunda kendileri gibi düşünmeyen solcuları dogmatik olmakla suçluyorlar. Oysa ortada "diğerlerinin" kendi argümanları değil, yazarların onlar adına biraz da alaycı, hatta saldırgan bir üslupla türettikleri ve birkaç cümleyle "harcayıverdikleri" argümanlar var.
İşte bu noktada yazıların mantıklarını, önkabullerini, kavramlarını, söylediklerini ve söylemediklerini irdelemek, yöntemsel doğruluğu sağlamak için daha çok sesli bir tartışma ortamı gerekiyor sanıyorum. Buna, yazıların -sol cenahtan biri olarak benim kafamda -oluşturduğu on soru ile katkıda bulunmak isterim:
Baskıcı devlete karşı demokrasi ya da...
Yazılarda AB tartışmalarındaki tablo; baskıcı devlete karşı demokrasi, açıklık isteyen diğerleri biçiminde çiziliyor. Bu çerçevede devlet, sınıflar üstü/dışı bir kurum olarak konumlandırılıyor.
Sermaye sınıfına, onun devletin anti-demokratik uygulamalarından yararlanan tutumuna eleştirel yaklaşım getirilmiyor. Örneğin Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) normlarının bile çok gerisindeki iş güvencesi taslağına karşı veya lastik, cam gibi işkollarındaki grev ertelemeleri için geliştirilen patronların lobi faaliyetleri gündeme gelmiyor. Ya da anlı şanlı pek çok şirkette en temel insan haklarından olan sendikal örgütlenmenin engellenmesi çabaları konu edilmiyor. Sermayenin en tepesindekilerin geçtiğimiz aylarda seçilmişleri kenara alarak oluşturulması öngörülen teknokrat hükümeti için gösterdikleri performans da unutulmuşa benziyor. Marksist kökenli yazarlarımızın büyük sermayeyi egemen blok içinde değerlendirmedikleri anlaşılıyor.
Peki, devletin sınıfsal karakterinin ortaya konması ve -özerk ve dolayımlı da olsa- sermayenin egemenlik aracı olduğunun vurgulanması artık Marksist analizin temel unsurlarından birisi değil mi? Yani sermayeden -veya onun hakim gruplarından- bağımsız hatta ona karşı bir devlet mi tanımlanıyor?
AB'ye karşı sınıfsal eleştiriler
AB'ye girme fikrinin karşısında ağırlıkla milliyetçilerden oluşan bir cephe olduğu önkabulu ile hareket ediliyor. Ama görüldüğü kadarıyla -yazarlarımızdan örneğin Baydar'ın da belirttiği gibi- AB'ye kesinlikle girmeyelim diyen bir cephe bulunmuyor. Örneğin ne Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ne de Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) AB'ye hayır diyor. Bunlar ve daha birçokları, "girelim ama ..." diyorlar.
Buna karşılık sesleri onlar kadar çıkmayan ama AB'ye karşı sınıfsal, anti-kapitalist eleştiriler getiren ve daha net tavır alan çevrelerin sözleri ısrarla önemsizleştiriliyor, milliyetçilikle damgalanıyor ya da paralelleştiriliyor. Üstelik yazılar aracılığıyla bize bu sözler değil onların yorumları, değersizleştirilerek ulaşabiliyor. Bu durumda yazarlar tartışma tarafı olarak AB'ye esastan karşı çıkanlar yerine- İnsel'in ifadeleriyle- tartışmalardan siyasi rant elde edenleri tercih etmiş olmuyorlar mı?
Korkutarak seçim yapmaya zorlama
Yazarların önümüze koyduğu, ya refah ve demokrasiye ulaşmış bir Avrupa toplumu ya da içine kapanmış, otoriter doğu toplumu ikilemi yukarıda tanımladığımız anlamda bir dogma olabilir mi?
Ayrıca bu ikilem 28 Şubat günlerinde karşımıza çok çıkarılan ve bildiğim kadarı ile yazarlarımızın da pek hazzetmedikleri; "ya cumhuriyet ya demokrasi" ikilemine mantık olarak benzemiyor mu? Kor-
kutarak seçim yapmaya zorlama, başka seçeneği geçersizleştirme değil mi bu? Pekiyi bu arada tümüyle kendi içine kapanmış, dünyadan kopmuş bir Türkiye'den söz eden var mı?
Aslında bu soruya bir yanıt Baydar'dan geliyor: O AB üyeliği gerçekleşmezse Amerika Birleşik Devletleri (ABD) imparatorluğunun bekçisi olacağımızdan sözederek alternatif dünyaya açılma modellerinin varlığını işaret ediyor. Kimi AB "muhalifleri" yönünü Rusya ve İran'a, kimi Uzakdoğu'ya çeviriyor ama sonuçta kapıları kapatıp içerde kalalım diyen pek görülmüyor. Bir de dünyayla bütünleşmeyi illa da bu eski/yeni emperyalist güç odakları içinde yer alarak değil, sosyalistlerin en eski düşü olan halkların enternasyonal birliği perspektifi ile gündeminde tutanlar var. O zaman ikilem emperyalist küreselleşme-enternasyonal küreselleşme diye konursa çok mu dogmatik oluyor? Yoksa Baydar gibi "AB emperyalist filan biliyoruz ama dünyayla buluşmanın en uygun yolu bu" diye mi düşünmek gerekiyor?
AB, cezaevi operasyonları, çalışma koşulları
AB'de bizleri özlemini çektiğimiz her türlü demokratik, insani hakkın içinde bulunduğu bir hediye paketinin beklediğine emin miyiz? Paketin hem AB'nin küresel rekabette güçlenebilmesi için küçülen sosyal boyutundan (sanırım refah toplumunun işçileri şu aralar bunun için eylemler yapıp duruyorlar), hem de özellikle 11 Eylül sonrası yaşadığı güvenlik gerekçeli daralmadan söz etmeli. Ama bundan öte paketteki her şey -en azından bu ülkede yıllardır demokrasi, sendikal haklar, tutuklu hakları vb. için mücadeleler yürütmüş - solcular için kabullenilebilir nitelikte mi? Örneğin cezaevlerinde birçok insanın ölümüne neden olan ve direnişi bitiren operasyon, Avrupalı heyetin F tiplerini onaylayan ziyaretinden hemen sonra gerçekleşmedi mi? Şu günlerde gündemde olan ve sendikaların altını oyan, kölece çalışma koşullarını getiren iş kanunu taslağında da AB mevzuatına referans yok mu? AB demokrasi sofrasının zengin olduğu kesin ama bozuk yiyeceklerin, zehirli mantarların, günü geçmiş gıdaların varlığı ürkütücü değil mi?
"Emperyalizm kavramına ne
oldu?"
Yazılardan çok çıkaramadığım bir şey de emperyalizm kavramına ne olduğu? İnsel gibi "sihirli formül"! diyerek alaysılayan da var, Baydar gibi "bana hatırlatmayın biliyorum AB'nin emperyalist niteliğini" diyen de, Laçiner gibi "bildik anti-emperyalist diskurlardan" söz eden de.
Sonuçta emperyalizm kavramının kendisi mi geçerliliğini, açıklayıcılığını yitirdi yoksa onun üzerinden yapılan eleştirilerin aslında maksadı mı farklı ? Bu anlaşılamıyor. Yani artık kapitalizmin eşitsiz gelişmesi, dünyanın bir yerinde, birilerince üretilen artı-değere, var olan kaynaklara vb. başkalarınca el konulması, başka merkezlere aktarılması süreci son mu buldu? Kabaca söylersek merkezlerdeki -şimdi özentiyle, imrenerek baktığımız- refahın, zenginliğin kaynağı artık başka coğrafyalardakilerin yoksulluğu, yoksunluğu değil mi?
Örneğin Türkiye'nin hem iktisadi hem de bununla bağlantılı siyasi-demokratik "geriliğinin" altında yatan temel neden olarak solcuların yıllardır dile getirdikleri bağımlılık durumu son mu buldu?
Bugün Avrupa kapılarını kapatmak için büyük gayret sarf ediliyor. Biz ise ayağımızı araya sokup içeri dalmaya çalışıyoruz. İçerideki refahın koşulu, kaderimizi ayrıştırmaya çalıştığımız bizim gibi halkların sefaleti değil mi?
Ayrıca kapitalist işleyişin mantığı köklü bir değişim geçirmedi ise neden oraya girince zenginliğe boğulalım, yani karşılıksız bir bağış mı dağıtıyor AB ? Eğer AB'nin başka halklarla paylaşacağı zenginlikler varsa bunu neden yalnızca Türkiyelilerle yapsın? Başkaları değil ama sanırım solcular için bu etik bir problem oluşturur. O sınırlı coğrafyanın demokratik gelişkinliğinin kaynağında esas olarak bir iktisadi gelişkinlik görüyorsak ve bu da kıtayı duvarlarla örerek korunuyorsa bu eski Yunan'daki köleli demokrasinin daha geniş bir modelini andırmıyor mu? Tüm değerlerinin Avrupa'da dahil emperyalist merkezlere aktığını görerek yoksulluk ve yoksunluklarına çare bulmak için yollara düşen, gemi ambarlarında can veren köleler ve AB gemisine yetişip kendini kurtaran bizler manzarası çok mu karikatür olur?
AB ve neo-liberal politikalar
Bilebildiğim kadarıyla yazarlarımız dünyanın ve ülkemizin son yirmi yılda başına gelmiş büyük belaların kökeninde neo-liberal politikaları görmektedirler. Sözkonusu politikaların en gelişmiş ve cüretkar uygulamalarından birisinin son halkasının şimdilerde daha çok Derviş ile özdeşleştirilen IMF patentli programlar olduğu da bilinir.
Pekiyi emekçiler açısından da bir kurtuluş umudu olarak gösterilen AB'nin Türkiye'ye ilişkin değerlendirmelerinde bu neo-liberal uygulamaların övülmesi, desteklenmesi nasıl yorumlanmalıdır? Örneğin 99 ilerleme raporunda enflasyonun nedeni olarak kamuda ücretlerin hızlı büyümesini koyan, her alanda tam liberalleşmeyi, özelleştirmeyi savunan AB'nin uyguladığı/uygulayacağı neo-liberalizm daha mı farklıdır? Oysa İnsel bize yazılarında Avrupa'daki sağcı-ırkçı gelişmenin altında bu iktisadi sürecin rol oynadığını aktarmaktadır. Demek ki AB'nin Türkiye'nin ekonomik gelişmesi için uygun bulduğu neo-liberal politikalar demokrasinin gelişmesi için uygun toprak yaratmamaktadır. Demokrasiye ve insan haklarına ulaşmak için liberal piyasa ekonomisine evet demek solcular açısından sorunlu değil midir?
Demokratik mücadeleler ve demokrasi talebi
Anlamadığım bir şey daha var: 80'den bu yana ülkede demokratik hakların gelişmesi için mücadele edenlerin taleplerini biraraya getirdiğimizde AB'nin bugün çok kısır biçimde anadil serbestliği ve idam ile sınırlı olarak tartıştığımız ölçütlerinin çok ötesinde bir birikim ortaya çıkmaz mı? AB'nin diplomatik inceliklerle örülmüş metinleri yerine insanlarımızın büyük özverileri ile yürütülen demokratik mücadelelere referansla yapılacak demokrasi tartışmaları daha yerinde olmaz mı?
Model arayışı ve AB
Yazıların arka planında bir model arayışı da seziliyor. Geçmişte çeşitli sosyalist ülke modellerine öykünen sol yaklaşımlar eleştirilirdi. Bugün bunların ortadan kalkması ile artık kimi solcular için model AB mi olmuştur ? AB'ye girmenin gerekliliği ile ilgili olarak geliştirilen fikirlerin -sol tarafından ciddi biçimde eleştirilen -batılı modernleşme kuramcılarının bizim gibi "geri" toplumlar için öngördükleri düz çizgisel, batılı örnek ülkelere ulaşmayı hedefleyen modernleşme modellerini hatırlatması abes midir acaba?
Bu toplumun emekçileri, aydınları
Bir de yazılardan sezilen; bu toplumun dinamiklerinden, emekçilerinden, aydınlarından vb. bir umut kesme durumudur. Laçiner, kimi solcuların AB'ye girersek ulaşılacak refah düzeyi nedeniyle devrimin imkansızlaşacağını düşündüklerinden karşı çıktıklarını söyleyerek tartışmayı bir başka alana kaydırmak gerektiğini belirtiyor. Umarım bu tartışma da sürdürülür ama ondan önce tersinden bakarak; yazarlar açısından Türkiye'de bir değişimin dinamiğinin artık içerden çıkmayacağı varsayımının belirleyici olduğunu söylemek gerekiyor sanırım. Bunu A. Çakmak net olarak söylüyor, İnsel AB umudu kırılmış kitlelerin gazabından dem vuruyor, Baydar ise umudunu karşı kıyıdakilere bağlıyor. Sahi AB olmasa yazarlarımız düzeni hangi güçle değiştirmeyi düşünürlerdi?
AB'yi isteyen halkımız
Son olarak bir de şu
AB'yi isteyen büyük nüfusa yapılan referans var. "Halkımız da böyle istiyor"
solda duranlar açısından en azından diğerlerine karşı kullanılması uygun bir
argüman mıdır? Yoksa halkımızın bu desteği solcular için 12 Eylül Anayasasına,
Anavatan Partisi (ANAP) iktidarına, şimdiki koalisyona verdiği oy desteği kadar
mı geçerli olmalıdır?