Sosyal Demokrasi körlüğünü sürdürüyor
ALİ KINALI Yaklaşık iki hafta evvel, 17 Eylül 2006 günü yapılan İsveç genel seçimleri, bir yıl öncesinde tahmin etmiş olduğumuz biçimde sağın galibiyetiyle sonuçlanmış oldu.
Bu sonuca ilişkin genel sebepleri seçimler öncesinde kaleme almış
olduğum aşağıdaki yazımda evvelden işlemiştim. Gerek politik ve gerekse
ekonomik olarak kitlelerin beklentilerine cevap verememiş olan bileşik
sol burjuva hükümeti seçimleri doğal olarak yitirmiş oldu.
Bu
sonuçla demagojik biçimde boşluğu doldurmakta gecikmemiş olan sağ,
kapitalist güçlerin en geniş finansman olanaklarını da arkasına alarak
iktidar koltuğuna oturmuş oldu.
Şu sıralar başta İsveç İşçi
Sendikaları Federasyonu LO ve Sosyal Demokrat Parti çevreleri derin bir
şok altındalar. Kendi vurdum duymazlıklarının gelinen sonuca sebep
olduğunu körlükte inat edercesine kabul etmemekte direnmektedirler. Bunun
yanında, sağa karşı klasik burjuva seçim taktiklerinde pasif
kaldıklarını hem idrak ediyor ve hem de çeşitli sübjektif sebeplere
bağlayarak, günahtan kurtulmanın manevraları peşine düşmüş durumdalar.
Alınan
yenilginin temelde geniş emekçi yığınlarının aleyhine yürütülmüş olan
neo-liberal politikalarının bir sonucu olduğunu idrak etmemekte
direnmeyi sürdüren burjuva solu, suçtan sıyrılmanın mazeretlerini bulma
arayışına girerek sebep uydurmaya çalışmaktadır. Sınıfsal savaşımın
gelinen bu keskin virajinda gerçekleri görme yanlısı olmama yolunda
halen daha inatçı olan LO, yenilginin sebebini sağ partilerin demagojik
biçimde sola oynamasına bağlamaktadır. Realiteden uzak ve oldukça komik
kaçan böylesine tutarsız bir açıklamadan başka bir açıklama da zaten LO
yönetiminden beklenemezdi. Ama hiç değilse bu sonuçla dürüst olarak
sınıfsal savaşımı göreceklerini umuyorduk. Ne ki, yeni liberalizmle
ileri derecede uzlaşmaya kendini iyiden iyiye alıştırmış olan LO
yöneticilerinden tutarlılık beklemek de hayalperestlik olacaktır.
Halbuki,
gelinen noktanın, yıllar boyu salt sermayenin çıkarlarını gözetmiş olan
ve en başta da LO'nun desteğinden yararlanarak geniş emekçi yığınlarını
ezmiş bir sol burjuva hükümetinin geliştirdiği geniş yığınların
aleyhine bir ortamın sonucu olduğu aşikardır. Ancak, LO ve sosyal
demokrat yöneticileri bunun böyle olduğunu görup itiraf etmek yerine,
hedef şaşırtıp kitlelere çelme atma politikasını devam ettirmeyi tercih
etmektedirler.
Sosyal demokrasinin sonuçtan inatla ders almaktan
kaçıyor oluşu, kapitalist, emperyalist işbirlikçiliğini sürdüreceğinin
ve emekçi yığınların aleyhine olacak politikalara gelecekte de devam
edeceğinin açıklaması oluyor. Demek oluyor ki, sosyal demokrasi gelecek
politikasını tekelci global boyutta palazlanmış çıkar çevrelerinin
yararına olacak dönüşümler üzerine bina etmeye devam edecektir.
Bu
sebeple kaçınılmaz olarak yeni liberalizm politikalarıyla gelecekte de
var olacak olan sosyal demokrasiden kitleleri uyararak uzak tutmak
zorunlu olmaktadır. Sosyalist, kollektiv modelle siyaset sahnesinde
yer alacak olan siyasi partilere destek olarak, komünist ve sosyalist
safları sıklaştırarak, sermaye sınıfının sömürüsüne son vermek
mücadelesini yükseltmek tek doğru ve gerçekçi çıkar yol olmaktadır.
Emekçi
yığınlarını, gerek sağdan ve gerekse soldan gelecek neo-liberal politk
aldatmalara karşı uyararak mücadeleye kazandırmak sorumluluk bilincinde
olan herkes için bir görev olmaktadır.
Önümüzdeki dönem
mücadelede şaşkınlık ve yalpalama yaşamadan sınıfsal olarak kurtuluş
mücadelesini daha da yükseltme dönemi olacaktır. Burjuvazi tüm
gücüyle medya olanaklarını da kullanarak kitlelerin kafasını
karıştırmaya ve görüşünü engellemeye çalışmaktadır. Bu gidişata karşı
uyanık bir biçimde mücadelenin daha etkili yol ve yöntemlerini ortaya
çıkarmalı ve tavır alınmalıdır. AB ve cuntacılık ikilemiyle kitleler yüzyüze getirilmeye ve iki arada bir derede sonucuna razı edilmek istenmektedir.
Türkiye
işçi ve emekçi öncüleri, geniş sosyalist, komünist güçleri oynanan
oyunlara gelmemelidirler. Yığınlara ortak dil ortak hedeflerle
gidebilmenin imkanları üzerinde ciddiyetle durulmalıdır.
Emperyalist
merkezler ve yerli işbirlikçisi karanlık güçleri, halk yığınlarını iki
arada bir derede seçeneğine zorlayıp razı etmeye çabalamaktalar. Ya
militarizme ya da sonuçta aynı amaca hizmet etmekte olan AB ilişkisine
razı olacaksın biçiminde bir ikilem öne çıkararak bunu yığınlara
dayatmaktadırlar. Halbuki bilinçli şekilde seçilmiş olan bu her iki
durum da sonuçta hakların aleyhine ve emperyalizmin çıkarlarına olan
bir durumdur.
Emperyalizm onyıllar içinde çeşitli defalar
militarist faşist cunta diktatörlüğünü halkımıza karşı uygulamaya
soktu. Dönem dönem Türkiye işçi ve emekçi halkının başına bilinçli
şekilde kara bir kabus gibi askersel baskı makinasını sardı. Kendi
çıkarları için ülkeyi ve halkımızı karanlığa sürükleyen emperyalist
merkezler yendien oyun içindedirler.
Yığınlar uyandırılmalı ve ister içten, isterse dıştan gelecek baskı ve gözdağlarına karşı tavır alacak biçimde örgütlenmelidir.
İşçi
ve emekçilerin yegane ve tek gerçek kurtuluşu sosyalizmde olacaktır.
İşçilerin emekçilerin çıkarları, militarizmde olmayacagi gibi, AB gibi
küresel çapta sömürü politikalarını hayata geçirmeye çalışan bir
emperyalist güç içinde de olmayacaktır. Yegane hedef sınıfsal
kurtuluş hedefi olmalıdır. Sosyalist devlet modelini hayata geçirmek
olmalıdır. Çünkü tek kurtuluş, üretenlerin erki demek olan sosyalist
düzenin kurulmasıyla gerçekleşecektir.
Emperyalist
işbirlikçiliği gibi alçaltıcı ortaklıklara son verilerek kendi
insanının gücüne dayalı, doğal kaynaklarını bağımsızca ve özgürce
kullanabilmeye dayalı, başta komşularıyla olmak üzere, tüm dünya
halkları ve ülkeleriyle özgürce ilişkiye girerek bağımsız özgür bir
devlet modeli oluşturarak, demokratik hak ve hukuku eksiksiz olarak
hayata geçirerek, devlet yönetimindeki aşağılık işbirlikçileri
temizleyerek kollektif üretim ve kollektif tüketim modeli üzerinde
organiza edilmiş bir yönetim şekliyle kurtuluş garantiye alınmış
olacaktır. Bu hedef kitlelere anlatılabilmeli. Bunun tek çıkar yolu,
devrimci, demokrat güçlerin, ortak dil ortak belgiler etrafinda guç
birliği yapmalarıdır.
İsveç seçimleri ve Almanya seçimlerinin de
sonuç olarak bize öğrettiği ve ortaya çıkardığı gerçek budur. Genel
olarak, içinde yaşamakta olduğumuz AB gerçeğinden çıkarabildiğimiz
sonuç budur.
Neo-liberal politikalar sayesinde, demokrasi
güçleri pasifizme çekildi, işçi ve emekçiler uyusturulup mücadelenin
gereksizliğine alıştırıldı, pasifizm, edilgenlik, umutsuzluğu ve
giderek örgutlu olarak bir arada olmak yerine kopuk olarak yaşama
düşüncesini egemen duruma getirdi. Bireysellik, egoizm ve başkasının
kafası üzerine basarak, başkasını ezerek güç elde etmek gibi bir
vahşileşme bilinci ve alışkanlığı getirdi. Neo-liberalizmle toplumsal
dengeler ve geleneksel bağlar erozyona sokulup yok edilme yoluna
gidildi. Gelinen sonuç bireysellik, başıbozukluk, umutsuzluk,
saldırganlık, ırkçılık ve sonuçta faşizmdir. Irkçı partilerin Avrupa boyutunda güç kazanmışlıkları basit bir durum değildir. İsveç'te
dört yıl öncesinin genel seçimlerinde tüm ülke boyutunda salt 15
belediye yönetimine girebilmiş olan göçmen yığınları karşıtı ırkçı SDP
(İsveç Yeni Demokrasi Partisi) 17 Eylül seçimlerinde 190 belediye
meclis üyesi çıkarmayı başarmıştır.
Almanya'da daha evvel ırkçı
seçmenlerin parmakla gösterilebildiği bölgelerde (Berlin bölgesi
bunlardan biri) 17 Eylül bölge seçimlerinde birkaç temsilci birden
çıkardı.
Tüm pratiğiyle, burjuva demokratik değerlerden hızla
uzaklaşmakta olan bir Avrupa var günümüzde. Fransa'da olduğu gibi
muhafazakar partiler daha da sağa kayarak sağın en radikal oylarını
elde etmek stratejisi peşindeler. Böylesi sonuçlar da gözönunde
tutulduğunda, Avdupa'da neo-liberalizmli gelinmiş olan sonucun
olumsuzluğunu, kıssadan hisse olarak kolayca kestirmek mümkün
olmaktadır.
Irkçılığın durdurulması, faşizm tehlikesinin köklü biçimde bertaraf edilmesininn imkânı mevcuttur.
İnsanlığın
arasına serpiştirilmeye çalışılan ayrımcı düşüncenin mimarı ve bu
sayede tek çıkar elde edeni kapitalist sömürücü ve işbirlikçi
güçleridir. Emekçi yığınların, halkların arasına sokulmaya çalışılan
ayrımcı düşünceden elde edecekleri hiç bir menfaat bulunmamaktadır.
Tutarlı
biçimde sınıfsal savaşım verilerek, erki kapitalizmden alarak dünyada
barış ve kardeşliğin tesisi sağlanmış olacaktır. Bunun imkânı vardır.
Kapitalizm ve emperyalizmle sureğen biçimde yaşanan olumsuzluktan,
sömürülmekten, soyulmaktan ve insanlar arasındaki kısır düşmanca
alışkanlıklardan kurtulmak ve tüm kötuluklere son vermek ancak tüm
sebepleri ve sonuçlarıyla sistemin el değistirmesiyle mümkün
olabilecektir. İşçi sınıfı öncülüğünde sosyalist düzenle mümkün
olabilecektir.
Çanlar Kimin İçin Çalıyor? Alman
seçim sonuçlarıyla yoğun olarak su yüzüne çıkmış olan, Avrupa'da sağın
yükselişi sorunu kafaları karıştırırken, bu kez yeni bir kanıt
niteliğinde, sağın İsveç'teki yükselişine tanık olmaktayız. Sonuca salt
muhafazakar güçlerin atılımı boyutuyla bakmamak gerekiyor. Dahasını
demek gerekirse, bu gelişme oldukça ciddi olumsuzluk boyutunda bir
gelişmedir. Klasik biçimde ideolojik sınırlamalar içinde kalacak
şekilde önemsiz ve sıradan olarak yorumlamaktan ciddiyetle kaçınmak
gerekiyor. Çünkü yaşlı Avrupa kıtasının hiç de eski sayılmayacak
tarihinde öylesine deneyler vardır ki, unutmak istense dahi mümkün
değildir. Karmaşık biçimde başlayıp kara bir kabusa dönmekte gecikmemiş
dönemler hâlâ akıllardadır. Olağanüstü insanlık dramlarina dönüşen
dönemlerin tanıklığını keşfetmek zor degil Avrupa'da. İnsanlık için
bilimsel önemde olan ve yaşanmış dramatizm unutulmamalıdır. Genel
olarak kapitalist dünyanın olduğu gibi Avrupa kıtasının da gelecekte
durgun olacağını beklemek diyalektiğe aykırı bir bekleyiş olacaktır.
Kapitalist,
emperyalist sistemler içerisinde kalındıkça tüm insanlığı geleceği hep
tehlikededir. İnsanlığın kapitalist sömürü sistemi içinde kalarak
güvencede oluşunu düşünmenin safça olduğu tarihsel objektif olaylarla
kanıtlandığı gibi, döne döne yazıp hatırlatmak dahi gereksizdir.
Burada
önemli olanın salt bunu bilmek olmadığını ayrıca başkalarını da
uyandırmak gibi bir de sınıfsal sorumluluğumuzun olduğu akla
getirilmelidir.
Kapitalist sömürgeci güçlerin egemenliği altında
kitlelerin köleciliği kabullenmis olarak, edilgen pasif bir hayat
tarzına çekileceklerini sanmak bilgisiz, bilimsiz bir kafa yapısının
işidir. Sömürücü, emperyalist, kapitalist güçler halklara huzur vaad
etmemektedirler. Onlar köleliğin, aç ve yoksulluk içinde çaresiz
kalmışlığın özgürlüğünü vaad etmektedirler. Bu göruş liberalizmin
dünyaya bakışı ve onu algılayış biçimidir.
Bugün sağ partileri
işbaşına taşıyanlar bu göruş uğruna AB'yi finanse etmektedirler. Sağ
partilere finansman sağlayarak, kurmaylık edenler sömürücü güçlerdir,
küresel sermayeden büyük pay sahibi olan güçlerdir. Serbest pazar ve
serbest işgücü transferleriyle kârlarına kârlar katmakta olan, global
boyuttaki şirketlerdir.
Yarınlarda halkların sömürüye karşı
gelişecek devrim isyanını (ikinci dünya savaşı öncesinde olduğu gibi)
bastırmak amacıyla faşizme başvurmakta kaçınmayacak olanların da aynı
sömürücü, kapitalist, emperyalist Avrupalı ve ABD'li güçler olduğunu
unutmamalıyız. Dünyanın yeni insanlık dramlarına sürüklenmesine engel
olmak için, savaşsız bir dünya için, insanlığın kölece değil, insanca
yaşayacağı kollektif demokratik, eşitlikçi düzen için, bugünden
emperyalist, kapitalist girişimlerine karşı çıkmalıyız. Halklara düşman
sömürücü güçlere, onların yedeğindeki siyaset odaklarına karşı, açık ve
üstü kapalı biçimdeki faşist gelişmelere olanak vermeden savaşmalıyız.
Önümüzdeki
güncel görev, sermaye sınıfının neden olduğu bunalımın sorumlusunun
işçi sınıfı, işsiz ve sosyal yardıma muhtaç hale getirilmiş kitlelerin
olmadığını anlatmak ve kamuoyunu tüm insanlığı bu yönde uyarmaktır.
Kapitalizmin neden olduğu bunalımın sorumlusunun üretici güçlerin
olamayacağını her aklı başında insan bilir. Öyleyse, bunalım semeresini
üretici emekçi yığınların yüklenmeyi kabul etmeyerek mücadele etmeleri
kadar doğal başka ne olabilir?
Kapitalist, emperyalist talan
politikaları sonucu gelinen durum kapitalizmin eşitsiz, haksız,
adaletsizlik içindeki çıkmazını ortaya koymaktadır. Bu sebeple soruna
karşı uyanık olmak, oyunlara gelmeden, kafa karışıklığına düşmeden
savaşarak kitleleri tek çıkış yolu olacak, sosyalizm savaşımına ikna
etmek gerekiyor. Sosyalist, komünist guçlerin saflarını
sıklaştırmalıyız. Devrim mücadelesini ileri boyuta taşıyıp
güçlendirmek, insanlık için yegane güvence olacaktır.
İsveç Genel Seçimleri Öğretici Geçecektir 17
Eylül'de İsveç'te yapılacak olan genel seçimler öğretici önemdedir.
Genel secimlerle salt İsveç gerçeğini değil, yeniden bizlerin yıllardan
beri yapmakta olduğumuz analizlerimizi ve uyarılarımızı doğrular bir
biçimde Avrupa reformizminin iflas edişini de izliyoruz. Salt bununla
da kalmıyor, ortaya çıkan sonuçla, ideolojik olarak kapitalizmle
uzlaşmacılığın taraftarı sosyal demokrasinin geleneksel popülaritesinin
de pratik karşısında iflas edişine tanık oluyoruz. Sosyal demokratların
reform politikalarını rafa kaldırıp teslim edişleriyle birlikte, bu
guçleri de tamamen kendi yörungesine aldığını anlayan Avrupa
kapitalizmi, bir limon gibi posasını çıkarmış olduğu sosyal demokrasiyi
de kenara atmayı tercih etmektedir.
Avrupa kapitalizmi sosyal
reformlar biçiminde günümüze kadar gelen uzlaşmacılığın ilişkisine
artık ihtiyaç duymamaktadır. Taviz vermeyi gereksiz ve çıkarlarına
zarar veren bir yöntem olarak algılamış olduğundan, kendi çıkarına
olacak sağı iktidara taşımayı tercih etmektedir. Bu anlamda erki artık
sosyal demokrasinin yedekte tutulmasına gerek olmadığı inanciyla,
çıkarlarını, açıktan kendisinin siyaseti olan sağa emanet etmeyi
seçiyor.
Daha dolaysız biçimde kendi çıkarlarına hizmet edecek
güçleri tercih ediyor. Neo-liberal politikaları sağ partilerin erkinde
daha sancısız biçimde kotarma sürecini seçmiş bulunuyor.
Bu
sonuçla, önceleri elitizmle başlamış ve oportünizm süreciyle İkinci
Enternasyonale bayrak açarak tarihi boyunca kapitalizme bir yedek
lastik görevi görmuş, bir sübap işi yapmış olan sosyal demokrasinin,
reformcu tutumunun iflasını izliyoruz.
Reformcu, revizyonist
politikasıyla kapitalist sistem içinde emek ile sermayenin barışık
olacağını tezleştirmek gibi bir ütopyadan dahi sakınmayan sosyal
demokrasi, şu aralar dizlerine vura dursun. Biz ortadaki gerçek sonucu
analiz etme işimize dönelim.
Sağın Avrupa çapında yükselişinin
ortaya çıkardığı bir başka gercek de, sermaye ile emek kampının bir
arada barış içinde yaşayacağı tezinin artik rağbet görmüyor oluşudur.
Kapitalizm
sınıf savaşımını görece üstünlükle götürdüğü dönemlerde, kısmi reformcu
tavizlere dahi tahammül edemeyerek, doğrudan ve rekabetsiz egemenliği
tercih etmektedir. Avrupa'da bir bir güçlenerek iktidara dönuş yapmakta
olan sağın yükselişi bu gerceği de doğrular biçimdedir. Yeni sağ
tabirini içi boş bir buluş olarak kullandığımız düşünülmesin.
Özellikle
son yıllarda muhafazakar partilerin ideolojik reformlarına bakılınca,
bunun anlamsız bir çaba olmadığı görülüyor. Sagin yenileşmek gereği
duyması boşuna bir çaba değildir. Sosyal demokrasinin ve diğer burjuva
solu konumundaki güçlerin reformcu politikalarının iflas eşiğine gelip
dayanmış oluşunu bir fırsat olarak kullanıp değerlendirme çabasındadır.
Boşluğu doldurmanın gereğine inanmaktadır sermaye çevreleri. O sebeple,
yeni sağ bir yandan geleneksel muhafazakar, gerici ideolojisini hayata
geçirirken, diğer yandan bunun karşısına dikilecek kitleleri manüpüle
ederek, yedeğine çekmek gereği duymaktadır. Keza, İsveç Muhafazakar
Partisi'nin (Motareterna) gazete ilanlarıyla kendini yeni isçi partisi
olarak adlandırması buna örnektir.
Böylesine çelişkili de
görünse, yeni sağ, sosyal demokrasiyle umutsuzluk deneyimi edinmiş,
hayal kırıklığı içindeki kitleleri kanzanarak sermayenin amaçlarına
daha uzun vadede hizmet edebilmeyi planlamaktadır.
Bütün bu
sonuçlara bakarak, içinde bulunduğumuz dünya kosullarını birinci dünya
savaşı öncesinde insanlığın kafasına pompalanırcasına emperyalist savaş
kışkırtıcılığının yürütüldüğü ortama mı, ya da ikinci dünya savaşı
öncesinde sağın demagojik biçimde ortaya çıkarak kitleleri yedeğine
çekebilmişliğine mi benzetirsiniz, her ne biçimde bakarsanız bakın, her
iki duruma da uygun düşen gelişmelerin günümüzde de yaşandığını
görmekte zorlanmayacaksınız.
Yaşamakta olduğumuz değişim süreci
yeni çağda çanlara dokunulduğunun işaretlerini vermektedir. Çanlar
kimin için çalıyor? Bütün sorun bunu analiz etmekte yatıyor. Ancak
kimbilir, belki de yarın bunu analiz zamanı bile kalmamış olacaktir!
Tarihin
tekkerür edişine mi tanık oluyoruz? Çanların çalındığının işaretlerini
seziyoruz da, kimin için çalıyor çanlar diye düşünmeden edebilir miyiz?
Birinci
dünya savaşı öncesi Avrupalı sosyal demokratlar oportünistçe
davranmakta kusur etmediler. Menşevizmin manevralarıyla ortadaki
rollerini icra etmekte kusur etmediler. Gelişen emperyalist
politikalara ve o politikalara parelel olarak geliştirilmiş faşizmin
yükselişine kayıtsız kalmayı tercih ettiler. Emperyalizmin savaş
politikaları içinde geliştirmiş olduğu faşizm tehlikesi karşısındaki
aymazlıkları hatırlardadır. Bu yanıyla burjuva sol oportünizmi bizce
tanıdıktır.
Öylece de kalmayıp bütün kuzey ülkelerindeki anti
faşist güçlere karşı, ikinci dünya savaşı dönemi boyunca bu güçlerin
Hitlerci güçlerin safında yer alışları da biliniyor. Nazi Almanyasıyla
ekonomik, politik işbirlikçiliğine gittikleri hatırımızdadır.
Günümüzde
tarihin adım adım tekerrürünü yaşadığımız artık sanı değil, tüm
sonuçlarıyla çok açık bir gerçek olarak karşımızdadır. Yeni sağın
yükselişinin karmaşık değil, ama çok yönlü objektif nedenlere
bağlanarak görülmesinin önemine işaret etmek isterim. Gelinen bu
sonucun, gaflet içindeki güçlerin sayesinde olduğu apaçık ortadadır.
Sosyal
Demokrat Parti, Çevre Partisi ve Sol Parti'nin koalisyon ortaklığı
içinde, 10 yıldır aralıksız olarak birlikte oturdukları iktidar
koltuğunu, kamuoyu yoklamalarının işaret ettiği doğrultudaki
gelişmelere bakılırsa, dört partiden oluşan sağ koalisyona
kaptıracakları görülüyor.
Daha evvel Ürün Sosyalist Dergi'nin
20. sayısında İsveç Notları başlığı altında yer verdiğimiz gibi,
İsveç'te son on yıldır düzen solu dediğimiz, burjuva solu iktidardadır.
Basta
işçi sınıfı deyimini bile kullanmaktan kaçınmaya özen gösteren sosyal
demokrat parti gibi bir burjuva partisinin, tarihi boyunca İsveç işçi
partisi olarak bilinmiş oluşunun gelinen bu olumsuzluğu hazırlayan
sebeplerden başlıcası olduğunu belirtirim.
Sonuca olumsuz
biçimde katkı yapmış olmasının yanında, sosyal demokrasiyle iş
kotarmakta ustalaşmış İsveç kapitalizminin, işçi sınıfına karşı
politikalarının yer tutmasına da yarayan bir etken oldu. Bu sayede
kitleleri manüpüle etme şansı elde eden sermaye sınıfının, topyekün
hakları gaspı da kolaylaşmış oldu.
Öte yandan, sosyal demokrat
iktidara yedek ayak partileri olarak ortaklık yapmış partilerin de
İsveç modelini korumak yolundaki oldukça muhafazakar politikalara ayak
uydurmuş oluşları, sürgit biçimde olumsuzluğun gelişmesine hizmet etti.
Sendikaciların
ağırlıklı olarak sosyal demokratlardan oluşmaları ve kraldan cok
kralcılık ederek, sosyal demokratların neo-liberal yeniliklerine destek
olmaları, ortadaki olumsuzluğun, işçi ve emekçi sınıfının aleyhine daha
da ağırlaşarak gelişmesine sebep oldu. İşbirlikçi politikalarıyla
sendikaların da gelinen sonucu hazırlamış olduklarını özellikle
belirtmek isterim.
İsveç'te isci sınıfı örgütçülük geleneğini
terketmeye başladı, sendikalara güven sıfıra inen bir aşamaya geldi.
İşsizlik neo-liberal politikalar sayesinde çığ gibi büyüdü. Gençler,
kadınlar, göçmenler ve yerliler ayrımı daha da gelişti. Olumsuzluk
burayla kalmadı, sonuçta kitleler kime başvuracaklarını kestiremez bir
konuma itildiler. Sınıf savaşımını rafa kaldırmış olduklarından,
sendikalar da güven veremiyor. İşverenlerin elindeki yetki ve selahiyet
mekanizmaları daha da güçlendirilerek, kitlelerin kaderi bu güçlere
emanet edilmiş oldu. Şirketler bir kazandıklarıyla yetinmiyor, dahasını
istiyorlar. Olmadı dahasını elde edeceklerini kestirdikleri ülke ya da
bölgelere sermayeleri kaçırma yolunda asla tereddüt etmiyorlar.
Kiralik
isçi, taşeron sistemi, saatli isçilik sistemi, emeklilik sonrası
isçilik, toplu sözleşmelere neo-liberalizm gereği olan şirket
çıkarlarını gözeten bir doğrultuda tavan sınırlamasının getirilmesi,
geçici işçilik statüsü, kontrolsüz fiyat politikası.
Tüm bu
geniş yığınların aleyhine olan önlemlerin hayata geçirilmesine imkân
sağlamak amacıyla çıkarılmış olan terör yasasına ve üstüne üstlük bu
yasasın bir olumsuzluk olarak sermayenin eline bir silah olarak
verildiğine de dikkat çekmek isterim.
Sol Parti, terör yasasına
hükümet ortağı olarak karşı çıktı, ancak bunu eylemle göstermeksizin,
salt parlamento içindeki platformda tuttu. Böylece, gerçekten terör
yasası karşıtı mı ya da bürokratik olarak bu yasaya muhalefet etmekte
mi olduğunu kestirmek güç oldu.
Sosyal demokrasinin arada geçen
on yıl boyunca olumlu bir iş yaptığını göstermek gerçekten çok çok zor.
Ancak, hangi olumsuzlukları ortaya çıkardığını bir çırpıda ortaya
sermek mümkündür.
Çocuk bakım evlerinin ücretleri, hastane
başvuru ücretleri, yaşlıların bakım yurtlarına ödemekte oldukları
ücretler, benzin ve diğer akaryakıt mamüllerine yapılan sürekli ve
yüksek orandaki zamlar. Çok kazanandan çok, az kazanandan az olan,
gelire göre vergi sistemini hayata geçirmemiş oluşu, bordro mahkûmu
çalışan kitlelerin sırtındaki vergilerin ağır oluşu, şirket
sahiplerinin birikmiş vergilerinin affa uğratılması, şirket
sahiplerinin kaçırdıkları vergilerin üstüne gidilmeyişi, özel sektöre
gelişi güzel kamu mallarının peşkeş çekilmesi, devlet güvencesinin
giderek vatandaştan geri alınması.
Yabancı uyruklu kitlelerin
sorunlarının ciddiyetle ele alınarak çözüme kavuşturulması yerine,
sürekli biçimde politika aracı yapılması, gelişen tüm olumsuzluğun
sorumluluğundan kaçma aracı olarak yabancı uyrukluların çıban basşı
olarak takdim edilmesi.
İşyerlerinde, devlet ya da özel
kuruluşlarda ortaya çıkan ve gelişerek büyüyen ayrımcı politikaların
durdurulmaması, bu doğrultuda ciddi biçimde aktif bir çabanın
sergilenmemesi. Tüm bunların öznel alanlardan genele doğru etki eden
nesnel sebepler olduğu hatırlanmalıdır. Geniş boyutuyla baktığımızda,
ırkçılığın yaygınlaşmış olduğunu görüyoruz.
Faşist örgütlerin
orta yerde terör estirdikleri alanlarda devletin seyirci kalmasının
savunulur bir yanı var mıdır? NSF ve AFA örgütlerinin adam avı
sürdürerek solcuları ve göçmenleri avlaması karşısında, iktidar olarak
sol burjuva hükümeti hiç bir ciddi önlem almamıştır. Bundan cesaretle,
askeri merkezleri de soyup silahlara sahip olabiliyorken, açıktan
devletten destek alarak silahlanmakta olan faşistlerin gizli
paramiliter taburlar olusturdukları herkesçe biliniyorken, iktidarın
sessizliğini nasil yorumlamak gerekir ki? Takdiri insanlığın namuslu
olanlarına bırakıyoruz.
Temelde bu olumsuzluğa sebep olan İsveç siyaset çevreleridir demek hiç de gaf sayılmaz. Demokratik
değerler her alanda ve her fırsatta yabancı uyruklunun başına
kakılırken, ayrımcılık gibi insanlığın tarihten bu yana ve üstüne
üstlük uluslararası anlaşmalarla da mahkûm etmiş olduğu ilkel bir araca
başvurmaktan geri durulmuyor. Bu durum neticede iktidarın ve İsveç
siyasetinin de ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor.
Tüm bu etmenlerin
olumsuzlukları besleyen etmenler olarak göz önüne alındığında, ortadaki
sonucun gerçek sebebinin daha kolay anlaşılacağını düşünüyorum.
Irkçı
başkaldırı buradan cesaretle gelişmektedir. Muhafazakar partilerin
atağa geçmelerinin benzer sebepler sayesinde olduğunu görüyorum. Genel
olarak, etki ve tepkiyi göz önüne almak gerekirse, görüyoruz ki,
radikal sağın beslenmesi için tüm koşulları bu on yıl boyunca sol adına
koalisyon içinde iktidar olarak hükmeden sol koalisyon sağlamış oluyor.
İsveçli
işsiz kalmasının nedeni olarak yabancı uyrukluyu görüyor, çünkü siyasi
liderler öyle tartışıyorlar. İsveçli sosyal yardımın kısılmasının
sorumlusu olarak yabancıyı görüyor, çünkü liderler öyle ima ediyorlar.
İsveçli işsizlik kasasının yüzde seksene düşmesini, bununla kalmayıp
sağ iktidarla yüzde yetmişe çekilmesinin nedeni olarak işsiz
yabancıları görüyor. Çünkü iktidar partisi öyle ima ediyor, sağcı
partiler de bunu politika malzemesi yapma cesareti buluyorlar.
İşle
ev arası yol masrafının vergiden düşülmesine son verilecegini sağ
açıklıyor, İsveçli bu durumun da sorumlusunun yapancılar olduğunu
düşünüyor. Çocuk yuvalarının kaldırılmasını ve yuvaların
özelleştirilmesini savunuyor sağ güçler, İsveçli buna da çok çocuklu
yabancı uyrukluların sebebiyet verdiğini düşünüyor.
Bütün bunlar sağın gelişip güçlenmesine katkı yapan dezavantajlardır. İskandinavya'da
faşist paramiliter örgütlenmesinin en güçlü ülke olduğu İsveç'in,
radikal sağın iktidarı döneminde ne derece vahşileşeceğini tahmin etmek
hiç de zor değildir.
Bir yandan AB örgütü komünistleri avlamak
yönunde anti komünizm yasalarıyla piyasaya çıkarken, radikal sağı
harekete geçirmiş olmuyor mu? İsveç ve diğer Avrupa Birliği üyesi
devletler, devletin güvenliğini sağlama adı altında, terör yasaları
keşfedip yürürlüğe sokarken, anti komonizm ve anti islamcılık
propagandasına sarılmaktalar, böylece radikal sağın buradan kan
almadığı görüşü ileri sürülebilir mi?
Koca Avrupa Birligi adeta
sınır savaşına soyunmuş gibi, yabancı uyruklulara karşı anti
propagandaya devam ederken, sağın bundan cesaretle toparlandığını
görmemek körlük olmaz mı? Sınırları yasalarla ve sınır kontrol
kameralarıyla korumakla da yetinmeyip özel sınır birlikleri organize
etmekte olan Avrupa Birliği'nin kime hizmet ettiğini anlamak zor mudur?
Üye
ülkelerdeki sosyal, ekonomik ve politik çalkantıların tezgahçısı olan
neo-liberalizmin öncüsü konumundaki gücün AB olduğu aşikardır. Böylece,
ortamın olumsuzluğunun mimarı durumunda bulunan AB'nin ırkçılık ve
sağın güçlenmesine yaradığını görmek ve artık iyice bellemek gerçekten
zorunlu olmuyor mu? Bizce sorunların temelinin AB projesi ve küresel
rekabet politikaları içindeki kapitalizm olduğu tartışmasız bir
gerçektir.
11 Eylül saldırıları devamında başlayan ve dünyayı
aralarında bölme yönündeki emperyalist işbirlikçiliği, tüm dünya
insanlığına korku ve acı veren boyuta ulaşmıştır. İsrail siyonizminin
Ortadogu'daki saldırgan varlığının korunması da bu anlamda
değerlendirilmelidir. Diğer mazlum ülke ve halklara karşı ambargo ve
daha başka ayrımcı, izolasyon biçimindeki emperyalist baskı
politikalarının da bu işbirliği doğrultusundaki çıkar yakınlaşmalarının
sonucu olduğu bilinmelidir. Dünyayı ateşe verecek kadar gözu dönmuş
vahşi kapitalizm, emperyalistler arası yakınlaşmadan korkunç kazançlar
elde etmektedir. Dünyayı aralarında bölüştürme doğrultusundaki
işbirliği çıkar amacları sayesinde korunup geliştirilmektedir.
Bu
nedenledir ki, ABD'nin giriştigi her haçlı seferinin en baştaki
destekçisi AB olmaktadır. Bu durum bir tesadüf değildir. İkinci dünya
savaşıyla ulaşamadıkları dünyayı işgal hayallerini, şimdilerde,
ekonomik, sosyal ve politik yöntemlerle, neo-liberal olarak tanımlanan
yöntemlerle kotarmaya çalışmaktalar. Yeni emperyalist politikalar
peşindeki güçler, artık başka ülkeleri eskisi gibi silahla işgale gerek
görmemekteler, sahip oldukları malların patent ve ülkelerdeki
işbirlikçilerinin sayesinde kotarmaktadırlar. Serbest, kontrolsüz,
sualsiz pazar politikalarıyla bir koyduğunun yerine on alacak
genişlikte, insanlığı köleleştirerek abluka altına almaktadırlar.
Emperyalist
politikaların tam destekçisi olmuş rejimlerin, sonuç itibarıyla sağa
hizmet ettiklerini hatırlatmaya bile gerek yoktur. İşte bu sonuçla
İsveç'teki seçim sonuçları öğreticidir. Bu bağlamda seçimler doğru
analiz edilememenin riskini taşırlar.
Soruna enine boyuna ve tüm
yanlarıyla bakarsak, tüm yıllar içinde ortaya konmuş olumsuz
icraatların, sağın yükselişinin ve faşizmin günümüzdeki örtülü
tırmanışının nedeni olduğu kabul edilecektir. Gelişen sonucun
neo-liberal politikaların sonucu olması sebebiyle, ondan bağımsız
olarak da görülemeyeceği açıktır.
Bu boyutuyla bakmak, hem
bugünün sorunlarını doğru bir çizgide ele almamızı ve hem de gelecek
döneme ilişkin tutumumuzu ve bizi bekleyen görevlerimizi daha açık bir
biçimde görmemize yarayacaktır.
Tarihi soyut biçimde görmek ve o
biçimde kavramak, statik düşünceye, idealizme, meslek politikacılığı
tipine mahsustur. Diyalektik materyalizm tarihe soyut bakılmasına
şiddetle karşıdır. Tarih, diyalektik tarihi metaryalizm bilimi ile
irdelenir, öylece dersler çıkarılır. Tarihin hazinesine başvurmak, hele
önumüzdeki dönemlerin görevlerini çözumlemek amacıyla bakmak çok daha
önem arz etmektedir.
| |