Tarih: 9.10.2006 |  Haberler
Sosyal Demokrasi körlüğünü sürdürüyor

ALİ KINALI
Yaklaşık iki hafta evvel, 17 Eylül 2006 günü yapılan İsveç genel seçimleri, bir yıl öncesinde tahmin etmiş olduğumuz biçimde sağın galibiyetiyle sonuçlanmış oldu.

Bu sonuca ilişkin genel sebepleri seçimler öncesinde kaleme almış olduğum aşağıdaki yazımda evvelden işlemiştim. Gerek politik ve gerekse ekonomik olarak kitlelerin beklentilerine cevap verememiş olan bileşik sol burjuva hükümeti seçimleri doğal olarak yitirmiş oldu.

Bu sonuçla demagojik biçimde boşluğu doldurmakta gecikmemiş olan sağ, kapitalist güçlerin en geniş finansman olanaklarını da arkasına alarak iktidar koltuğuna oturmuş oldu.

Şu sıralar başta İsveç İşçi Sendikaları Federasyonu LO ve Sosyal Demokrat Parti çevreleri derin bir şok altındalar. Kendi vurdum duymazlıklarının gelinen sonuca sebep olduğunu körlükte inat edercesine kabul etmemekte direnmektedirler.
Bunun yanında, sağa karşı klasik burjuva seçim taktiklerinde pasif kaldıklarını hem idrak ediyor ve hem de çeşitli sübjektif sebeplere bağlayarak, günahtan kurtulmanın manevraları peşine düşmüş durumdalar.

Alınan yenilginin temelde geniş emekçi yığınlarının aleyhine yürütülmüş olan neo-liberal politikalarının bir sonucu olduğunu idrak etmemekte direnmeyi sürdüren burjuva solu, suçtan sıyrılmanın mazeretlerini bulma arayışına girerek sebep uydurmaya çalışmaktadır. Sınıfsal savaşımın gelinen bu keskin virajinda gerçekleri görme yanlısı olmama yolunda halen daha inatçı olan LO, yenilginin sebebini sağ partilerin demagojik biçimde sola oynamasına bağlamaktadır. Realiteden uzak ve oldukça komik kaçan böylesine tutarsız bir açıklamadan başka bir açıklama da zaten LO yönetiminden beklenemezdi. Ama hiç değilse bu sonuçla dürüst olarak sınıfsal savaşımı göreceklerini umuyorduk. Ne ki, yeni liberalizmle ileri derecede uzlaşmaya kendini iyiden iyiye alıştırmış olan LO yöneticilerinden tutarlılık beklemek de hayalperestlik olacaktır.

Halbuki, gelinen noktanın, yıllar boyu salt sermayenin çıkarlarını gözetmiş olan ve en başta da LO'nun desteğinden yararlanarak geniş emekçi yığınlarını ezmiş bir sol burjuva hükümetinin geliştirdiği geniş yığınların aleyhine bir ortamın sonucu olduğu aşikardır. Ancak, LO ve sosyal demokrat yöneticileri bunun böyle olduğunu görup itiraf etmek yerine, hedef şaşırtıp kitlelere çelme atma politikasını devam ettirmeyi tercih etmektedirler.

Sosyal demokrasinin sonuçtan inatla ders almaktan kaçıyor oluşu, kapitalist, emperyalist işbirlikçiliğini sürdüreceğinin ve emekçi yığınların aleyhine olacak politikalara gelecekte de devam edeceğinin açıklaması oluyor. Demek oluyor ki, sosyal demokrasi gelecek politikasını tekelci global boyutta palazlanmış çıkar çevrelerinin yararına olacak dönüşümler üzerine bina etmeye devam edecektir.

Bu sebeple kaçınılmaz olarak yeni liberalizm politikalarıyla gelecekte de var olacak olan sosyal demokrasiden kitleleri uyararak uzak tutmak zorunlu olmaktadır.
Sosyalist, kollektiv modelle siyaset sahnesinde yer alacak olan siyasi partilere destek olarak, komünist ve sosyalist safları sıklaştırarak, sermaye sınıfının sömürüsüne son vermek mücadelesini yükseltmek tek doğru ve gerçekçi çıkar yol olmaktadır.

Emekçi yığınlarını, gerek sağdan ve gerekse soldan gelecek neo-liberal politk aldatmalara karşı uyararak mücadeleye kazandırmak sorumluluk bilincinde olan herkes için bir görev olmaktadır.

Önümüzdeki dönem mücadelede şaşkınlık ve yalpalama yaşamadan sınıfsal olarak kurtuluş mücadelesini daha da yükseltme dönemi olacaktır.
Burjuvazi tüm gücüyle medya olanaklarını da kullanarak kitlelerin kafasını karıştırmaya ve görüşünü engellemeye çalışmaktadır. Bu gidişata karşı uyanık bir biçimde mücadelenin daha etkili yol ve yöntemlerini ortaya çıkarmalı ve tavır alınmalıdır.
AB ve cuntacılık ikilemiyle kitleler yüzyüze getirilmeye ve iki arada bir derede sonucuna razı edilmek istenmektedir.

Türkiye işçi ve emekçi öncüleri, geniş sosyalist, komünist güçleri oynanan oyunlara gelmemelidirler. Yığınlara ortak dil ortak hedeflerle gidebilmenin imkanları üzerinde ciddiyetle durulmalıdır.

Emperyalist merkezler ve yerli işbirlikçisi karanlık güçleri, halk yığınlarını iki arada bir derede seçeneğine zorlayıp razı etmeye çabalamaktalar. Ya militarizme ya da  sonuçta aynı amaca hizmet etmekte olan AB ilişkisine razı olacaksın biçiminde bir ikilem öne çıkararak bunu yığınlara dayatmaktadırlar. Halbuki bilinçli şekilde seçilmiş olan bu her iki durum da sonuçta hakların aleyhine ve emperyalizmin çıkarlarına olan bir durumdur.

Emperyalizm onyıllar içinde çeşitli defalar militarist faşist cunta diktatörlüğünü halkımıza karşı uygulamaya soktu. Dönem dönem Türkiye işçi ve emekçi halkının başına bilinçli şekilde kara bir kabus gibi askersel baskı makinasını sardı. Kendi çıkarları için ülkeyi ve halkımızı karanlığa sürükleyen emperyalist merkezler yendien oyun içindedirler. 

Yığınlar uyandırılmalı ve ister içten, isterse dıştan gelecek baskı ve gözdağlarına karşı tavır alacak biçimde örgütlenmelidir.

İşçi ve emekçilerin yegane ve tek gerçek kurtuluşu sosyalizmde olacaktır. İşçilerin emekçilerin çıkarları, militarizmde olmayacagi gibi, AB gibi küresel çapta sömürü politikalarını hayata geçirmeye çalışan bir emperyalist güç içinde de olmayacaktır.
Yegane hedef sınıfsal kurtuluş hedefi olmalıdır. Sosyalist devlet modelini hayata geçirmek olmalıdır. Çünkü tek kurtuluş, üretenlerin erki demek olan sosyalist düzenin kurulmasıyla gerçekleşecektir.

Emperyalist işbirlikçiliği gibi alçaltıcı ortaklıklara son verilerek kendi insanının gücüne dayalı, doğal kaynaklarını bağımsızca ve özgürce kullanabilmeye dayalı, başta komşularıyla olmak üzere, tüm dünya halkları ve ülkeleriyle özgürce ilişkiye girerek bağımsız özgür bir devlet modeli oluşturarak, demokratik hak ve hukuku eksiksiz olarak hayata geçirerek, devlet yönetimindeki aşağılık işbirlikçileri temizleyerek kollektif üretim ve kollektif tüketim modeli üzerinde organiza edilmiş bir yönetim şekliyle kurtuluş garantiye alınmış olacaktır. Bu hedef kitlelere anlatılabilmeli. Bunun tek çıkar yolu, devrimci, demokrat güçlerin, ortak dil ortak belgiler etrafinda guç birliği yapmalarıdır.

İsveç seçimleri ve Almanya seçimlerinin de sonuç olarak bize öğrettiği ve ortaya çıkardığı gerçek budur. Genel olarak, içinde yaşamakta olduğumuz AB gerçeğinden çıkarabildiğimiz sonuç budur.

Neo-liberal politikalar sayesinde, demokrasi güçleri pasifizme çekildi, işçi ve emekçiler uyusturulup mücadelenin gereksizliğine alıştırıldı, pasifizm, edilgenlik, umutsuzluğu ve giderek örgutlu olarak bir arada olmak yerine kopuk olarak yaşama düşüncesini egemen duruma getirdi. Bireysellik, egoizm ve başkasının kafası üzerine basarak, başkasını ezerek güç elde etmek gibi bir vahşileşme bilinci ve alışkanlığı getirdi. Neo-liberalizmle toplumsal dengeler ve geleneksel bağlar erozyona sokulup yok edilme yoluna gidildi. Gelinen sonuç bireysellik, başıbozukluk, umutsuzluk, saldırganlık, ırkçılık ve sonuçta faşizmdir.
Irkçı partilerin Avrupa boyutunda güç kazanmışlıkları basit bir durum değildir.
İsveç'te dört yıl öncesinin genel seçimlerinde tüm ülke boyutunda salt 15 belediye yönetimine girebilmiş olan göçmen yığınları karşıtı ırkçı SDP (İsveç Yeni Demokrasi Partisi) 17 Eylül seçimlerinde 190 belediye meclis üyesi çıkarmayı başarmıştır.

Almanya'da daha evvel ırkçı seçmenlerin parmakla gösterilebildiği bölgelerde (Berlin bölgesi bunlardan biri) 17 Eylül bölge seçimlerinde birkaç temsilci birden çıkardı.

Tüm pratiğiyle, burjuva demokratik değerlerden hızla uzaklaşmakta olan bir Avrupa var günümüzde. Fransa'da olduğu gibi muhafazakar partiler daha da sağa kayarak sağın en radikal oylarını elde etmek stratejisi peşindeler. Böylesi sonuçlar da gözönunde tutulduğunda, Avdupa'da neo-liberalizmli gelinmiş olan sonucun olumsuzluğunu, kıssadan hisse olarak kolayca kestirmek mümkün olmaktadır.

Irkçılığın durdurulması, faşizm tehlikesinin köklü biçimde bertaraf edilmesininn imkânı mevcuttur.

İnsanlığın arasına serpiştirilmeye çalışılan ayrımcı düşüncenin mimarı ve bu sayede tek çıkar elde edeni kapitalist sömürücü ve işbirlikçi güçleridir. Emekçi yığınların, halkların arasına sokulmaya çalışılan ayrımcı düşünceden elde edecekleri hiç bir menfaat bulunmamaktadır.

Tutarlı biçimde sınıfsal savaşım verilerek, erki kapitalizmden alarak dünyada barış ve kardeşliğin tesisi sağlanmış olacaktır. Bunun imkânı vardır. Kapitalizm ve emperyalizmle sureğen biçimde yaşanan olumsuzluktan, sömürülmekten, soyulmaktan ve insanlar arasındaki kısır düşmanca alışkanlıklardan kurtulmak ve tüm kötuluklere son vermek ancak tüm sebepleri ve sonuçlarıyla sistemin el değistirmesiyle mümkün olabilecektir. İşçi sınıfı öncülüğünde sosyalist düzenle mümkün olabilecektir.

Çanlar Kimin İçin Çalıyor?
Alman seçim sonuçlarıyla yoğun olarak su yüzüne çıkmış olan, Avrupa'da sağın yükselişi sorunu kafaları karıştırırken, bu kez yeni bir kanıt niteliğinde, sağın İsveç'teki yükselişine tanık olmaktayız. Sonuca salt muhafazakar güçlerin atılımı boyutuyla bakmamak gerekiyor. Dahasını demek gerekirse, bu gelişme oldukça ciddi olumsuzluk boyutunda bir gelişmedir. Klasik biçimde ideolojik sınırlamalar içinde kalacak şekilde önemsiz ve sıradan olarak yorumlamaktan ciddiyetle kaçınmak gerekiyor. Çünkü yaşlı Avrupa kıtasının hiç de eski sayılmayacak tarihinde öylesine deneyler vardır ki, unutmak istense dahi mümkün değildir. Karmaşık biçimde başlayıp kara bir kabusa dönmekte gecikmemiş dönemler hâlâ akıllardadır. Olağanüstü insanlık dramlarina dönüşen dönemlerin tanıklığını keşfetmek zor degil Avrupa'da. İnsanlık için bilimsel önemde olan ve yaşanmış dramatizm unutulmamalıdır.
Genel olarak kapitalist dünyanın olduğu gibi Avrupa kıtasının da gelecekte durgun olacağını beklemek diyalektiğe aykırı bir bekleyiş olacaktır.

Kapitalist, emperyalist sistemler içerisinde kalındıkça tüm insanlığı geleceği hep tehlikededir. İnsanlığın kapitalist sömürü sistemi içinde kalarak güvencede oluşunu düşünmenin safça olduğu tarihsel objektif olaylarla kanıtlandığı gibi, döne döne yazıp hatırlatmak dahi gereksizdir.

Burada önemli olanın salt bunu bilmek olmadığını ayrıca başkalarını da uyandırmak gibi bir de sınıfsal sorumluluğumuzun olduğu akla getirilmelidir.

Kapitalist sömürgeci güçlerin egemenliği altında kitlelerin köleciliği kabullenmis olarak, edilgen pasif bir hayat tarzına çekileceklerini sanmak bilgisiz, bilimsiz bir kafa yapısının işidir. Sömürücü, emperyalist, kapitalist güçler halklara huzur vaad etmemektedirler. Onlar köleliğin, aç ve yoksulluk içinde çaresiz kalmışlığın özgürlüğünü vaad etmektedirler. Bu göruş liberalizmin dünyaya bakışı ve onu algılayış biçimidir.

Bugün sağ partileri işbaşına taşıyanlar bu göruş uğruna AB'yi finanse etmektedirler. Sağ partilere finansman sağlayarak, kurmaylık edenler sömürücü güçlerdir, küresel sermayeden büyük pay sahibi olan güçlerdir. Serbest pazar ve serbest işgücü transferleriyle kârlarına kârlar katmakta olan, global boyuttaki şirketlerdir.

Yarınlarda halkların sömürüye karşı gelişecek devrim isyanını (ikinci dünya savaşı öncesinde olduğu gibi) bastırmak amacıyla faşizme başvurmakta kaçınmayacak olanların da aynı sömürücü, kapitalist, emperyalist Avrupalı ve ABD'li güçler olduğunu unutmamalıyız. Dünyanın yeni insanlık dramlarına sürüklenmesine engel olmak için, savaşsız bir dünya için, insanlığın kölece değil, insanca yaşayacağı kollektif demokratik, eşitlikçi düzen için, bugünden emperyalist, kapitalist girişimlerine karşı çıkmalıyız. Halklara düşman sömürücü güçlere, onların yedeğindeki siyaset odaklarına karşı, açık ve üstü kapalı biçimdeki faşist gelişmelere olanak vermeden savaşmalıyız.

Önümüzdeki güncel görev, sermaye sınıfının neden olduğu bunalımın sorumlusunun işçi sınıfı, işsiz ve sosyal yardıma muhtaç hale getirilmiş kitlelerin olmadığını anlatmak ve kamuoyunu tüm insanlığı bu yönde uyarmaktır. Kapitalizmin neden olduğu bunalımın sorumlusunun üretici güçlerin olamayacağını her aklı başında insan bilir. Öyleyse, bunalım semeresini üretici emekçi yığınların yüklenmeyi kabul etmeyerek mücadele etmeleri kadar doğal başka ne olabilir?

Kapitalist, emperyalist talan politikaları sonucu gelinen durum kapitalizmin eşitsiz, haksız, adaletsizlik içindeki çıkmazını ortaya koymaktadır. Bu sebeple soruna karşı uyanık olmak, oyunlara gelmeden, kafa karışıklığına düşmeden savaşarak kitleleri tek çıkış yolu olacak, sosyalizm savaşımına ikna etmek gerekiyor. Sosyalist, komünist guçlerin saflarını sıklaştırmalıyız. Devrim mücadelesini ileri boyuta taşıyıp güçlendirmek, insanlık için yegane güvence olacaktır.

İsveç Genel Seçimleri Öğretici Geçecektir
17 Eylül'de İsveç'te yapılacak olan genel seçimler öğretici önemdedir. Genel secimlerle salt İsveç gerçeğini değil, yeniden bizlerin yıllardan beri yapmakta olduğumuz analizlerimizi ve uyarılarımızı doğrular bir biçimde Avrupa reformizminin iflas edişini de izliyoruz. Salt bununla da kalmıyor, ortaya çıkan sonuçla, ideolojik olarak kapitalizmle uzlaşmacılığın taraftarı sosyal demokrasinin geleneksel popülaritesinin de pratik karşısında iflas edişine tanık oluyoruz. Sosyal demokratların reform politikalarını rafa kaldırıp teslim edişleriyle birlikte, bu guçleri de tamamen kendi yörungesine aldığını anlayan Avrupa kapitalizmi, bir limon gibi posasını çıkarmış olduğu sosyal demokrasiyi de kenara atmayı tercih etmektedir.

Avrupa kapitalizmi sosyal reformlar biçiminde günümüze kadar gelen uzlaşmacılığın ilişkisine artık ihtiyaç duymamaktadır. Taviz vermeyi gereksiz ve çıkarlarına zarar veren bir yöntem olarak algılamış olduğundan, kendi çıkarına olacak sağı iktidara taşımayı tercih etmektedir. Bu anlamda erki artık sosyal demokrasinin yedekte tutulmasına gerek olmadığı inanciyla, çıkarlarını, açıktan kendisinin siyaseti olan sağa emanet etmeyi seçiyor.

Daha dolaysız biçimde kendi çıkarlarına hizmet edecek güçleri tercih ediyor. Neo-liberal politikaları sağ partilerin erkinde daha sancısız biçimde kotarma sürecini seçmiş bulunuyor.

Bu sonuçla, önceleri elitizmle başlamış ve oportünizm süreciyle İkinci Enternasyonale bayrak açarak tarihi boyunca kapitalizme bir yedek lastik görevi görmuş, bir sübap işi yapmış olan sosyal demokrasinin, reformcu tutumunun iflasını izliyoruz.

Reformcu, revizyonist politikasıyla kapitalist sistem içinde emek ile sermayenin barışık olacağını tezleştirmek gibi bir ütopyadan dahi sakınmayan sosyal demokrasi, şu aralar dizlerine vura dursun. Biz ortadaki gerçek sonucu analiz etme işimize dönelim.

Sağın Avrupa çapında yükselişinin ortaya çıkardığı bir başka gercek de, sermaye ile emek kampının bir arada barış içinde yaşayacağı tezinin artik rağbet görmüyor oluşudur.

Kapitalizm sınıf savaşımını görece üstünlükle götürdüğü dönemlerde, kısmi reformcu tavizlere dahi tahammül edemeyerek, doğrudan ve rekabetsiz egemenliği tercih etmektedir. Avrupa'da bir bir güçlenerek iktidara dönuş yapmakta olan sağın yükselişi bu gerceği de doğrular biçimdedir. Yeni sağ tabirini içi boş bir buluş olarak kullandığımız düşünülmesin.

Özellikle son yıllarda muhafazakar partilerin ideolojik reformlarına bakılınca, bunun anlamsız bir çaba olmadığı görülüyor. Sagin yenileşmek gereği duyması boşuna bir çaba değildir. Sosyal demokrasinin ve diğer burjuva solu konumundaki güçlerin reformcu politikalarının iflas eşiğine gelip dayanmış oluşunu bir fırsat olarak kullanıp değerlendirme çabasındadır. Boşluğu doldurmanın gereğine inanmaktadır sermaye çevreleri. O sebeple, yeni sağ bir yandan geleneksel muhafazakar, gerici ideolojisini hayata geçirirken, diğer yandan bunun karşısına dikilecek kitleleri manüpüle ederek, yedeğine çekmek gereği duymaktadır. Keza, İsveç Muhafazakar Partisi'nin (Motareterna) gazete ilanlarıyla kendini yeni isçi partisi olarak adlandırması buna örnektir.

Böylesine çelişkili de görünse, yeni sağ, sosyal demokrasiyle umutsuzluk deneyimi edinmiş, hayal kırıklığı içindeki kitleleri kanzanarak sermayenin amaçlarına daha uzun vadede hizmet edebilmeyi planlamaktadır.

Bütün bu sonuçlara bakarak, içinde bulunduğumuz dünya kosullarını birinci dünya savaşı öncesinde insanlığın kafasına pompalanırcasına emperyalist savaş kışkırtıcılığının yürütüldüğü ortama mı, ya da ikinci dünya savaşı öncesinde sağın demagojik biçimde ortaya çıkarak kitleleri yedeğine çekebilmişliğine mi benzetirsiniz, her ne biçimde bakarsanız bakın, her iki duruma da uygun düşen gelişmelerin günümüzde de yaşandığını görmekte zorlanmayacaksınız.

Yaşamakta olduğumuz değişim süreci yeni çağda çanlara dokunulduğunun işaretlerini vermektedir. Çanlar kimin için çalıyor? Bütün sorun bunu analiz etmekte yatıyor. Ancak kimbilir, belki de yarın bunu analiz zamanı bile kalmamış olacaktir!

Tarihin tekkerür edişine mi tanık oluyoruz? Çanların çalındığının işaretlerini seziyoruz da, kimin için çalıyor çanlar diye düşünmeden edebilir miyiz?

Birinci dünya savaşı öncesi Avrupalı sosyal demokratlar oportünistçe davranmakta kusur etmediler. Menşevizmin manevralarıyla ortadaki rollerini icra etmekte kusur etmediler. Gelişen emperyalist politikalara ve o politikalara parelel olarak geliştirilmiş faşizmin yükselişine kayıtsız kalmayı tercih ettiler. Emperyalizmin savaş politikaları içinde geliştirmiş olduğu faşizm tehlikesi karşısındaki aymazlıkları hatırlardadır. Bu yanıyla burjuva sol oportünizmi bizce tanıdıktır.

Öylece de kalmayıp bütün kuzey ülkelerindeki anti faşist güçlere karşı, ikinci dünya savaşı dönemi boyunca bu güçlerin Hitlerci güçlerin safında yer alışları da biliniyor. Nazi Almanyasıyla ekonomik, politik işbirlikçiliğine gittikleri hatırımızdadır.

Günümüzde tarihin adım adım tekerrürünü yaşadığımız artık sanı değil, tüm sonuçlarıyla çok açık bir gerçek olarak karşımızdadır. Yeni sağın yükselişinin karmaşık değil, ama çok yönlü objektif nedenlere bağlanarak görülmesinin önemine işaret etmek isterim. Gelinen bu sonucun, gaflet içindeki güçlerin sayesinde olduğu apaçık ortadadır.

Sosyal Demokrat Parti, Çevre Partisi ve Sol Parti'nin koalisyon ortaklığı içinde, 10 yıldır aralıksız olarak birlikte oturdukları iktidar koltuğunu, kamuoyu yoklamalarının işaret ettiği doğrultudaki gelişmelere bakılırsa, dört partiden oluşan sağ koalisyona kaptıracakları görülüyor.

Daha evvel Ürün Sosyalist Dergi'nin 20. sayısında İsveç Notları başlığı altında yer verdiğimiz gibi, İsveç'te son on yıldır düzen solu dediğimiz, burjuva solu iktidardadır.

Basta işçi sınıfı deyimini bile kullanmaktan kaçınmaya özen gösteren sosyal demokrat parti gibi bir burjuva partisinin, tarihi boyunca İsveç işçi partisi olarak bilinmiş oluşunun gelinen bu olumsuzluğu hazırlayan sebeplerden başlıcası olduğunu belirtirim.

Sonuca olumsuz biçimde katkı yapmış olmasının yanında, sosyal demokrasiyle iş kotarmakta ustalaşmış İsveç kapitalizminin, işçi sınıfına karşı politikalarının yer tutmasına da yarayan bir etken oldu. Bu sayede kitleleri manüpüle etme şansı elde eden sermaye sınıfının, topyekün hakları gaspı da kolaylaşmış oldu.

Öte yandan, sosyal demokrat iktidara yedek ayak partileri olarak ortaklık yapmış partilerin de İsveç modelini korumak yolundaki oldukça muhafazakar politikalara ayak uydurmuş oluşları, sürgit biçimde olumsuzluğun gelişmesine hizmet etti.

Sendikaciların ağırlıklı olarak sosyal demokratlardan oluşmaları ve kraldan cok kralcılık ederek, sosyal demokratların neo-liberal yeniliklerine destek olmaları, ortadaki olumsuzluğun, işçi ve emekçi sınıfının aleyhine daha da ağırlaşarak gelişmesine sebep oldu. İşbirlikçi politikalarıyla sendikaların da gelinen sonucu hazırlamış olduklarını özellikle belirtmek isterim.

İsveç'te isci sınıfı örgütçülük geleneğini terketmeye başladı, sendikalara güven sıfıra inen bir aşamaya geldi. İşsizlik neo-liberal politikalar sayesinde çığ gibi büyüdü. Gençler, kadınlar, göçmenler ve yerliler ayrımı daha da gelişti. Olumsuzluk burayla kalmadı, sonuçta kitleler kime başvuracaklarını kestiremez bir konuma itildiler. Sınıf savaşımını rafa kaldırmış olduklarından, sendikalar da güven veremiyor. İşverenlerin elindeki yetki ve selahiyet mekanizmaları daha da güçlendirilerek, kitlelerin kaderi bu güçlere emanet edilmiş oldu. Şirketler bir kazandıklarıyla yetinmiyor, dahasını istiyorlar. Olmadı dahasını elde edeceklerini kestirdikleri ülke ya da bölgelere sermayeleri kaçırma yolunda asla tereddüt etmiyorlar.

Kiralik isçi, taşeron sistemi, saatli isçilik sistemi, emeklilik sonrası isçilik, toplu sözleşmelere neo-liberalizm gereği olan şirket çıkarlarını gözeten bir doğrultuda tavan sınırlamasının getirilmesi, geçici işçilik statüsü, kontrolsüz fiyat politikası.

Tüm bu geniş yığınların aleyhine olan önlemlerin hayata geçirilmesine imkân sağlamak amacıyla çıkarılmış olan terör yasasına ve üstüne üstlük bu yasasın bir olumsuzluk olarak sermayenin eline bir silah olarak verildiğine de dikkat çekmek isterim.

Sol Parti, terör yasasına hükümet ortağı olarak karşı çıktı, ancak bunu eylemle göstermeksizin, salt parlamento içindeki platformda tuttu. Böylece, gerçekten terör yasası karşıtı mı ya da bürokratik olarak bu yasaya muhalefet etmekte mi olduğunu kestirmek güç oldu.

Sosyal demokrasinin arada geçen on yıl boyunca olumlu bir iş yaptığını göstermek gerçekten çok çok zor. Ancak, hangi olumsuzlukları ortaya çıkardığını bir çırpıda ortaya sermek mümkündür.

Çocuk bakım evlerinin ücretleri, hastane başvuru ücretleri, yaşlıların bakım yurtlarına ödemekte oldukları ücretler, benzin ve diğer akaryakıt mamüllerine yapılan sürekli ve yüksek orandaki zamlar. Çok kazanandan çok, az kazanandan az olan, gelire göre vergi sistemini hayata geçirmemiş oluşu, bordro mahkûmu çalışan kitlelerin sırtındaki vergilerin ağır oluşu, şirket sahiplerinin birikmiş vergilerinin affa uğratılması, şirket sahiplerinin kaçırdıkları vergilerin üstüne gidilmeyişi, özel sektöre gelişi güzel kamu mallarının peşkeş çekilmesi, devlet güvencesinin giderek vatandaştan geri alınması.

Yabancı uyruklu kitlelerin sorunlarının ciddiyetle ele alınarak çözüme kavuşturulması yerine, sürekli biçimde politika aracı yapılması, gelişen tüm olumsuzluğun sorumluluğundan kaçma aracı olarak yabancı uyrukluların çıban basşı olarak takdim edilmesi.

İşyerlerinde, devlet ya da özel kuruluşlarda ortaya çıkan ve gelişerek büyüyen ayrımcı politikaların durdurulmaması, bu doğrultuda ciddi biçimde aktif bir çabanın sergilenmemesi. Tüm bunların öznel alanlardan genele doğru etki eden nesnel sebepler olduğu hatırlanmalıdır. Geniş boyutuyla baktığımızda, ırkçılığın yaygınlaşmış olduğunu görüyoruz.

Faşist örgütlerin orta yerde terör estirdikleri alanlarda devletin seyirci kalmasının savunulur bir yanı var mıdır? NSF ve AFA örgütlerinin adam avı sürdürerek solcuları ve göçmenleri avlaması karşısında, iktidar olarak sol burjuva hükümeti hiç bir ciddi önlem almamıştır. Bundan cesaretle, askeri merkezleri de soyup silahlara sahip olabiliyorken, açıktan devletten destek alarak silahlanmakta olan faşistlerin gizli paramiliter taburlar olusturdukları herkesçe biliniyorken, iktidarın sessizliğini nasil yorumlamak gerekir ki? Takdiri insanlığın namuslu olanlarına bırakıyoruz.

Temelde bu olumsuzluğa sebep olan İsveç siyaset çevreleridir demek hiç de gaf sayılmaz.
Demokratik değerler her alanda ve her fırsatta yabancı uyruklunun başına kakılırken, ayrımcılık gibi insanlığın tarihten bu yana ve üstüne üstlük uluslararası anlaşmalarla da mahkûm etmiş olduğu ilkel bir araca başvurmaktan geri durulmuyor. Bu durum neticede iktidarın ve İsveç siyasetinin de ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor.

Tüm bu etmenlerin olumsuzlukları besleyen etmenler olarak göz önüne alındığında, ortadaki sonucun gerçek sebebinin daha kolay anlaşılacağını düşünüyorum.

Irkçı başkaldırı buradan cesaretle gelişmektedir. Muhafazakar partilerin atağa geçmelerinin benzer sebepler sayesinde olduğunu görüyorum. Genel olarak, etki ve tepkiyi göz önüne almak gerekirse, görüyoruz ki, radikal sağın beslenmesi için tüm koşulları bu on yıl boyunca sol adına koalisyon içinde iktidar olarak hükmeden sol koalisyon sağlamış oluyor.

İsveçli işsiz kalmasının nedeni olarak yabancı uyrukluyu görüyor, çünkü siyasi liderler öyle tartışıyorlar. İsveçli sosyal yardımın kısılmasının sorumlusu olarak yabancıyı görüyor, çünkü liderler öyle ima ediyorlar. İsveçli işsizlik kasasının yüzde seksene düşmesini, bununla kalmayıp sağ iktidarla yüzde yetmişe çekilmesinin nedeni olarak işsiz yabancıları görüyor. Çünkü iktidar partisi öyle ima ediyor, sağcı partiler de bunu politika malzemesi yapma cesareti buluyorlar.

İşle ev arası yol masrafının vergiden düşülmesine son verilecegini sağ açıklıyor, İsveçli bu durumun da sorumlusunun yapancılar olduğunu düşünüyor. Çocuk yuvalarının kaldırılmasını ve yuvaların özelleştirilmesini savunuyor sağ güçler, İsveçli buna da çok çocuklu yabancı uyrukluların sebebiyet verdiğini düşünüyor.

Bütün bunlar sağın gelişip güçlenmesine katkı yapan dezavantajlardır.
İskandinavya'da faşist paramiliter örgütlenmesinin en güçlü ülke olduğu İsveç'in, radikal sağın iktidarı döneminde ne derece vahşileşeceğini tahmin etmek hiç de zor değildir.

Bir yandan AB örgütü komünistleri avlamak yönunde anti komünizm yasalarıyla piyasaya çıkarken, radikal sağı harekete geçirmiş olmuyor mu? İsveç ve diğer Avrupa Birliği üyesi devletler, devletin güvenliğini sağlama adı altında, terör yasaları keşfedip yürürlüğe sokarken, anti komonizm ve anti islamcılık propagandasına sarılmaktalar, böylece radikal sağın buradan kan almadığı görüşü ileri sürülebilir mi?

Koca Avrupa Birligi adeta sınır savaşına soyunmuş gibi, yabancı uyruklulara karşı anti propagandaya devam ederken, sağın bundan cesaretle toparlandığını görmemek körlük olmaz mı? Sınırları yasalarla ve sınır kontrol kameralarıyla korumakla da yetinmeyip özel sınır birlikleri organize etmekte olan Avrupa Birliği'nin kime hizmet ettiğini anlamak zor mudur?

Üye ülkelerdeki sosyal, ekonomik ve politik çalkantıların tezgahçısı olan neo-liberalizmin öncüsü konumundaki gücün AB olduğu aşikardır. Böylece, ortamın olumsuzluğunun mimarı durumunda bulunan AB'nin ırkçılık ve sağın güçlenmesine yaradığını görmek ve artık iyice bellemek gerçekten zorunlu olmuyor mu? Bizce sorunların temelinin AB projesi ve küresel rekabet politikaları içindeki kapitalizm olduğu tartışmasız bir gerçektir.

11 Eylül saldırıları devamında başlayan ve dünyayı aralarında bölme yönündeki emperyalist işbirlikçiliği, tüm dünya insanlığına korku ve acı veren boyuta ulaşmıştır. İsrail siyonizminin Ortadogu'daki saldırgan varlığının korunması da bu anlamda değerlendirilmelidir. Diğer mazlum ülke ve halklara karşı ambargo ve daha başka ayrımcı, izolasyon biçimindeki emperyalist baskı politikalarının da bu işbirliği doğrultusundaki çıkar yakınlaşmalarının sonucu olduğu bilinmelidir. Dünyayı ateşe verecek kadar gözu dönmuş vahşi kapitalizm, emperyalistler arası yakınlaşmadan korkunç kazançlar elde etmektedir. Dünyayı aralarında bölüştürme doğrultusundaki işbirliği çıkar amacları sayesinde korunup geliştirilmektedir.

Bu nedenledir ki, ABD'nin giriştigi her haçlı seferinin en baştaki destekçisi AB olmaktadır. Bu durum bir tesadüf değildir. İkinci dünya savaşıyla ulaşamadıkları dünyayı işgal hayallerini, şimdilerde, ekonomik, sosyal ve politik yöntemlerle, neo-liberal olarak tanımlanan yöntemlerle kotarmaya çalışmaktalar.
Yeni emperyalist politikalar peşindeki güçler, artık başka ülkeleri eskisi gibi silahla işgale gerek görmemekteler, sahip oldukları malların patent ve ülkelerdeki işbirlikçilerinin sayesinde kotarmaktadırlar. Serbest, kontrolsüz, sualsiz pazar politikalarıyla bir koyduğunun yerine on alacak genişlikte, insanlığı köleleştirerek abluka altına almaktadırlar.

Emperyalist politikaların tam destekçisi olmuş rejimlerin, sonuç itibarıyla sağa hizmet ettiklerini hatırlatmaya bile gerek yoktur. İşte bu sonuçla İsveç'teki seçim sonuçları öğreticidir. Bu bağlamda seçimler doğru analiz edilememenin riskini taşırlar.

Soruna enine boyuna ve tüm yanlarıyla bakarsak, tüm yıllar içinde ortaya konmuş olumsuz icraatların, sağın yükselişinin ve faşizmin günümüzdeki örtülü tırmanışının nedeni olduğu kabul edilecektir. Gelişen sonucun neo-liberal politikaların sonucu olması sebebiyle, ondan bağımsız olarak da görülemeyeceği açıktır.

Bu boyutuyla bakmak, hem bugünün sorunlarını doğru bir çizgide ele almamızı ve hem de gelecek döneme ilişkin tutumumuzu ve bizi bekleyen görevlerimizi daha açık bir biçimde görmemize yarayacaktır.

Tarihi soyut biçimde görmek ve o biçimde kavramak, statik düşünceye, idealizme, meslek politikacılığı tipine mahsustur. Diyalektik materyalizm tarihe soyut bakılmasına şiddetle karşıdır. Tarih, diyalektik tarihi metaryalizm bilimi ile irdelenir, öylece dersler çıkarılır. Tarihin hazinesine başvurmak, hele önumüzdeki dönemlerin görevlerini çözumlemek amacıyla bakmak çok daha önem arz etmektedir.