Mısır'da devrim ve karşı-devrim
arasındaki kapışma sürüyor. 1 Şubat 2011 günü başta Kahire
ve İskenderiye olmak üzere, ülke çapında aynı anda 18 milyon
kişinin Hüsnü Mübarek rejimine karşı düzenlediği görkemli
gösterilerden sonra, dün, hükümetin emriyle harekete geçen
faşist zorbalar sürüsü, Kahire'nin Tahrir meydanında,
İskenderiye'de ve birçok şehirde, meydanları terk etmeyen halka
saldırdı. Çoğu sivil polislerden oluşan saldırganlar, birçok
kişiyi öldürdü ve yaraladı.
Egemen dünya medyası, rejimin
harekete geçirdiği katilleri "halk" sayarak, olayları, "halkın
ikiye bölündüğü", "Hüsnü Mübarek yanlısı halk
kesimlerinin sahneye çıktığı" yorumlarıyla vermeye başladı.
Mısır İçişleri Bakanlığı yayınladığı bildiride, herkesin
evine ve işine dönmesini "tavsiye etti"; aksi takdirde, ülkenin
kargaşadan kurtulamayacağını, hiç kimsenin can ve mal
güvenliğinin sağlanamayacağını belirtti. Ordu adına yapılan
açıklamada ise, "halkın yaptığı protesto gösterileriyle
sesini zaten herkese duyurduğu, göstericilerin artık alanları
boşaltması gerektiği" söylendi.
İşbirlikçi diktatörlük,
egemenlerin her devrimci kalkışmada başvurduğu klasik taktiği
uyguluyor. Ortalığı karıştırmak, sivil görünümlü
saldırılarla kitlelerin gözünü korkutmak, sokağa ve alanlara
çıkmalarını önlemek, bağımsız işçi sendikalarının ve
bağımsız öğrenci derneklerinin yöneticilerini desteksiz
bırakmak, ilerici parti ve örgütleri tabansız bırakmak, örgütlü
isyancıları yalnızlaştırmak istiyor. "Halkın ikiye bölündüğü
ve birbiriyle çatıştığı" izlenimini yerleştirerek, "düzeni
sağlayan tarafsız güç" olarak sözüm ona meşru bir gerekçeyle
tekrar duruma hâkim olmak için oyun kuruyor.
Dünya kapitalist sisteminin
efendileri, Amerika ve Avrupa egemenleri, Mısır işçi, köylü ve
gençlik kitlelerinin muazzam ayaklanmasını etkisizleştirmek,
siyaset sahnesine özne olarak çıkan halkın hayranlık veren
devrimci enerjisini boğmak için hesap yapıyorlar. İkiyüzlü bir
yaklaşımla, diktatörlük rejiminden "halkın ifade özgürlüğüne
saygı göstermesini" isterken, perde arkasında Hüsnü Mübarek
ve uşaklarıyla pazarlık yapıyorlar. Dünya kapitalist sistemi ve
Arap halklarına karşı koçbaşı olarak kullandıkları İsrail
açısından yaşamsal önem taşıyan işbirlikçi sömürü ve
zulüm düzenini muhafaza etmek için, Hüsnü Mübarek'i her şeye
rağmen ayakta tutmanın mı; Mübarek rejimini en az değişiklikle
sürdürmenin yolu olarak işkenceci-istihbaratçı Ömer Süleyman'ı
desteklemenin mi; diktatörlük rejimine demokratik bir görüntü
vermek için Amerikancı Muhammed El-Baradey'i başa geçirmenin
mi; devrimci gelişmeyi önlemek için zaten yıllar boyunca adım
adım yerleştirdikleri dinciliğin dozunu daha da arttırarak
Müslüman Kardeşler'i iktidara ortak etmenin mi; tarafsız
görünümlü bir askerî diktatörlüğe yol vermenin mi daha uygun
olacağını kararlaştırmaya çalışıyorlar. Ne işçi ve köylü
kitlelerinin çektiği acılar, ne demokrasi ve özgürlüğün
ayaklar altına alınması umurlarında. Varsa yoksa, kör olası
kârları, hâkimiyetleri ve stratejik çıkarları.
Arap halklarının çoğu,
sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı 1920'lerde büyük
kalkışmalar gerçekleştirdiler. 1950'lerde ve 1960'larda çok
daha büyük ayaklanmalarla ulusal kurtuluşa kavuştular. Ne var ki,
emperyalizme, işbirlikçi kapitalistlere ve feodal beylere karşı
gerçekleştirdikleri devrimleri sosyalizme taşıyamadılar.
1970'lerin ortalarından başlayan ve 1980'lerde hızlanan
karşı-devrimci ve gerici bir süreçle, tekrar emperyalizminin
boyunduruğu altına girdiler ve kapitalizmin neoliberal saldırısı
altında bunaldılar. "Artık yeter" diyerek bugün emperyalizme
ve işbirlikçi kapitalist burjuvaziye karşı üçüncü kuşak
devrimci ayaklanmalar dönemini başlattılar. Tunus ve Mısır
devrimlerini desteklemek, Arap toplumlarını saran isyan dalgasını
selamlamak için dün çeşitli destek ve dayanışma eylemlerini
gerçekleştiren Türkiye devrimcileri, Mısır halkının, devrimi
ileriye götürecek metanet, sabır ve ustalığa sahip olduğuna,
emperyalizmin ve uşaklarının bütün baskı ve hilelerini boşa
çıkaracağına inanıyor. Mübarek'in yeni oyunu da işine
yaramayacak, çöküşünü hızlandıracaktır.