Adalet ve Kalkınma Partisi, 12 Eylül
2010'da yapılan kısmi anayasa değişikliği referandumundan 12 Eylül rejiminin yeni efendisi olarak çıkmıştı. O günden bu yana da iktidarını sağlamlaştırmak için hamle üstüne hamle
yapıyor. Şu anda AKP iktidarı, 1980 faşist darbesinin yerleştirdiği devlet yapısı içerisinde yasama, yürütme ve yargı erklerini bütünüyle ele geçirmiş, kapitalist iktidar bloku içinde yer alan rakiplerinin devlet erklerindeki gücünü tasfiye etmiş durumda.
AKP, hepimizin bildiği gelişmeler
sonucunda Çankaya savaşlarını kazandı. Ergenekon, Balyoz ve uzantısı davalarla Türk Silahlı Kuvvetleri'ni iyice güçten düşürdü. Anayasa Mahkemesi'ni kendisine bağladı. Referandumdan
sonra Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nu da gönlüne göre oluşturan AKP, zaten güçlü bir şekilde kendisine bağlı olan özel yetkili mahkemelerde ve birinci derece mahkemelerinde kendisine muhalefet etme cesaretini gösteren az sayıdaki hâkim ve savcıyı
neredeyse toptan tasfiye ederek, bu mahkemeleri kendisi açısından dikensiz gül bahçesine çevirdi. Yüksek yargının işleyişini hızlandırmak bahanesiyle çıkardığı kanunla, Yargıtay ve
Danıştay'ı doğrudan doğruya kendine bağlamanın yolunu açtı. Cumhuriyet tarihinde görülmemiş kapsamlı atamalarla Yargıtay'a 160, Danıştay'a 51 yeni üye yerleştirdi, bu kurumlarda da kitlesel ölçekte kadrolaştı. Kendisini seçmen desteğiyle
orantısız bir güce kavuşturan yüzde 10 barajı sayesinde yasama ve yürütme erklerinde sahip olduğu ezici üstünlüğü, yargı erkini de yürütmenin basit bir uzantısı hâline getirerek
pekiştirdi. Böylece, devlet yapısı içinde yürütme erkini iki başlı hâle getiren,
Cumhurbaşkanı-Milli Güvenlik Kurulu-yüksek yargı ve bağlaşık kurumlar aracılığıyla Türk Silahlı Kuvvetleri'ne, hükümete paralel bir iktidar odağı olma ve devlet iktidarını paylaşma
imkânını sağlayan bölünmeye son verdi.
AKP'nin yakın amacı, 12 Haziran
2011'de yapılacak seçimleri tekrar kazanmak ve bütünüyle ele
geçirdiği devlet iktidarını kalıcılaştırmak. Bu yüzden de,
kendisine biat etmeyeceğini düşündüğü her çevreye saldırıyor.
Hak arayışı içindeki işçilere, emekçilere, küçük
çiftçilere, Kürtlere, Alevilere, gençlere, kadınlara yönelik
sürekli baskılarını, egemen sınıf içinde kendisine karşı
olan kesimlere de yöneltiyor. Bu kapsamdaki baskıların odağında
Türk Silahlı Kuvvetleri; medya, üniversite ve diğer eğitim
kurumları sahibi kapitalist gruplar; ulusalcı parti, kurum ve
dernekler var. AKP iktidarı, mutlak iktidar hırsıyla devletin
baskı aygıtları ile ideoloji aygıtlarını tekeline almak için
her yola başvuruyor. Balyoz davasında çoğu general ve amiral
olmak üzere 163 görevli veya emekli TSK mensubunun darbe havası
içinde tutuklanması, sınır birlikleri ve yeni sözleşmeli "terörle mücadele" birlikleri kurulmasını öngören kanunlar, polisi askerlikten muaf tutan yeni ayrıcalık düzenlemeleri, TSK'yı
etkisizleştirme planının parçalarıdır. Başkent Üniversitesi ile Kanal B'nin sahibi Mehmet Haberal'in ağır sağlık sorunlarına rağmen hastanede taciz edilmesi, doktorlarının tutuklanması,
Başkent Üniversitesi'ne el koyma hazırlıkları, Yeditepe Üniversitesi ve İSTEK Vakfı okullarının sahibi Bedrettin Dalan hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarılması, Doğan grubuna
yönelik mali ve siyasi baskılar, İşçi Partisi, Yeni Parti, Ulusal Kanal, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Çağdaş Eğitim Vakfı'na yönelik tutuklama ve baskılar, Oda TV'ye yönelik tutuklamalar, medya ve eğitim alanında AKP ile destekçisi Gülen
grubunu kelimenin gerçek anlamında tekelleştirme girişimidir.
AKP, Kürt ulusal hareketini ezmek
için, KCK davasını kullanıyor, tamamen düşünce ve örgütlenme
çerçevesindeki etkinliklerinden dolayı Kürt politikacılarını zindanda tutuyor. Sosyalist solu ezmek ve terörize etmek için uydurma Devrimci Karargâh davasını kullanıyor, düşünce ve
örgütlenme özgürlüğü alanına giren yasal eylemleri suç sayıyor. Kemalist ve ulusalcı çevreleri yıldırmak için Ergenekon, Balyoz ve benzeri davaları kullanıyor. Üstelik kendi
aşırı-sağcı, dinci ve milliyetçi önyargılarıyla kitlelerin
kafasını bulandırmaya çalışıyor: Komünizmi, sosyalizmi,
enternasyonalizmi, devrimciliği, laikliği, bilimciliği, Kemalizmi,
kadın haklarını, Kürt yurtseverliğini, düşünce ve inanç
özgürlüğünü, hak aramayı, toplumsal örgütlenmeyi aynı
potada birleştiriyor, hepsini yıkıcılık, bölücülük, kâfirlik
olarak kodluyor. Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargâh ve KCK
davalarını, tek merkezli, örgütlü bir kötülüğün tasfiyesi
olarak propaganda ediyor. AKP, bitmek tükenmek bilmeyen siyasi
davalar tezgâhlıyor, devrimci toplumsal muhalefetin yıllar boyunca
süren mücadeleyle ortadan kaldırdığı düşünce suçu kavramını
yeniden hortlatıyor. Basın özgürlüğünün en ufak belirtilerine
bile tahammül edemiyor. Son olarak, Soner Yalçın ve arkadaşlarının
tutuklanmasını, Yalçın Küçük'ün, Nedim Şener'in ve Ahmet
Şık'ın tutuklanması, Doğu Perinçek, Tuncay Özkan ve Mustafa
Balbay'ın hücreye atılması izledi. Baskınlar, komplolar, sahte
belge imalatı, niyet okuyarak insanları terör örgütü üyesi
sayma, yasal siyasal örgütlenmeyi teröristlik olarak damgalama
kural oldu. Üstelik, AKP, bu anlayışla yürütülen davalara bakan
kişileri şimdi yüksek yargı kurumlarına atayarak, haksızlıkların
ileride yüksek yargıda düzeltilmesinin yolunu da kapatıyor.
AKP, bütün bu saldırılarla gücünün
ötesinde hedefler peşinde koşuyor. Toplumsal muhalefetin
bölünmüşlüğünü kullanmak, AKP'ye biat etmeyenlerin
birbirlerine yönelik kuşkularını sömürmek, ulusalcı çevrelerin
şovenist önyargılarından yararlanmak, işbirlikçi liberallerin
yaydığı "ileri demokrasi" yalanlarıyla solun ve Kürt ulusal
hareketinin kafasını karıştırmak, Kürt ulusal hareketinin düzen
içi çözüm hayallerini körüklemek, AKP'nin fiilî bir tek-parti
diktatörlüğünü yerleştirmesi için yeterli olmayacaktır.
Ortadoğu'da, Kuzey Afrika'da, Avrupa'da, Asya'da, Latin Amerika'da
işçi sınıflarının, emekçi halkların, sömürülen ve ezilen
halk kitlelerinin eylemliliğinde görülen büyük artış, dipten
gelen devrimci dalganın yarattığı eşitlik ve özgürlük
rüzgârları Türkiye'yi de saracaktır. AKP'nin emperyalizmin
emrinde dinci-kapitalist polis devletine geçit vermeyeceğiz.