Tarih: 03.06.2011 |  Haberler
Zavallı hale gelen Türk-İş yönetimi

Sonu tek rakamla biten yıllar, Türkiye'deki kamu işçileri için toplu sözleşme yıllarıdır. 2011 yılı da, özelleştirmelerden ve kapitalist iktidarların kamuyu yok etme politikasına bağlı olarak sayıları giderek azalmasına rağmen, 230 bin kamu işçisinin toplu sözleşme görüşmelerinin yapıldığı yıldır. Henüz doğru dürüst bir müzakere bile yapılamadan bugüne gelindi. Yasal olarak 2011 Ocak ayından itibaren geçerli olabilecek bir toplu sözleşme imzalamak mümkünken, Hükümetin boşveren tavrından dolayı Haziran ayına geldiğimizde bile hiçbir ilerleme olmadı.

Hükümetin tavrı toplu sözleşmeleri seçimlerden sonraya bırakmak. Bu yolla kendi elini güçlendirmek. Seçim öncesi daha kırılgan olabileceklerini bildiklerinden, görüşmelerin ve imzanın seçim sonrasına kalması konusunda ısrarcılar. Çünkü, kamu işçilerine dönük olarak AKP Hükümetinin talepleri uzun zamandır biliniyor: Kamu işçisinin iş güvencesini azaltmayı hedefliyorlar. İstediği kişiyi istediği yerde ve zamanda çalıştırmayı öngören esnek çalışma hükümlerinin geçmesini istiyorlar. Kuralsızlığı istisna olmaktan çıkartıp kural haline getirmek istiyorlar. Sendikasızlığı olabildiğince yaygınlaştırmak istiyorlar. Kısacası, işçilerin bugüne dek kazandıklarını parça parça elimizden almaya çalıyorlar.

Elbette anlaşılabilir sebeplerle, kitlelerin bu kadar tepkisi çekecek bir politikayı da seçimlerden önce açığa çıkartmak istemiyorlar. AKP, başta kalmak isteyen her kapitalist, sağcı parti gibi, burjuva politikasının gereğini yapıyor.

Anlaşılmaz olan 230 bin işçinin temsilcisi olarak masanın diğer yanında oturan en büyük işçi örgütünün, Türk-İş'in tutumudur.

İlerici, mücadeleci sendikalar aylardır seçimleri bir fırsat olarak kullanmanın öneminden bahsediyorlar. Hükümetlerin halklara karşı en zayıf anlarının seçim dönemleri olduğunu bilmeyen yoktur. Sendikaların da bütün güçlerini rakiplerinin en zayıf anında en fazla hak elde etmek üzere yoğunlaştırmaları, dürüst ve namuslu bir sendikacı olmanın en temel gereğidir.

Ancak, Türk-İş yönetimi, bırakın bu süreci Hükümete boyun eğdirmek üzere kullanmayı, en basit sendikacılık kuralını bile işletmekten aciz bir görüntü veriyor. 230 bin işçiyle birlikte tüm Türkiye'yi AKP'ye dar edebilecek gücü varken, bilerek, isteyerek, gönüllü olarak Hükümetin dümen suyundan çıkmadan, Hükümete en küçük bir rahatsızlık vermeden seçimlerin sonucunu bekliyor.

Bilinir, İstanbul ve Marmara bölgesi, işçi yoğunluğunun en fazla olduğu yerdir. İşçi mücadelesi vermek isteyen sendikaların merkezi çoğunlukla İstanbul'dadır. Buna karşın, istisnaları bir kenara bırakacak olursak, kamu işçisi ağırlıklı olan sendikalar ise, bakanlarla ve bürokratlarla daha çok temas ve diyalog kurabilecekleri gerekçesiyle merkezlerini Ankara'da bulundururlar. Türk-İş'in de merkezi Ankara'dadır. Bakanlar ve bürokratlar bazen Türk-İş merkezine, bazen de Türk-İş yönetimi bakanlıklara giderler.

Ama, bu kez, bırakın Türkiye'yi, bırakın Ankara'yı ayağa kaldırmayı, tarihte ilk kez bir bakanı Türk-İş'e çağırmayı bile beceremeyen bir yönetim gördük karşımızda. İlk kez Türk-İş bir bakanın peşinden Türkiye'yi dolaşmaya başladı. İlk kez bir bakanın seçim gezisi esnasında ayırdığı yarım saati "müzakere" diye anlatabilen bir yönetim gördük.

Türk-İş, tabandan gelen görüşme ve eylem taleplerinden dolayı sıkıştığı için kamu toplu iş sözleşmelerinden sorumlu Devlet Bakanı Hayati Yazıcı ile mutlaka bir görüşme ayarlamak istiyordu. Ama, Yazıcı, seçim gezisi dolayısıyla aday olduğu Trabzon'u bırakıp gelemeyeceğini belirtiyor. Eğer çok istiyorlarsa gelip kendisiyle boş bir vaktinde Trabzon'da görüşebileceklerini söylüyor. Bunun üzerine de Türk-İş yönetimi, "biz işçi sınıfı olarak seni de, tüm bakanlar kurulunu da buraya getirtmeyi biliriz; tarihimiz bu konuda onlarca örnekle doludur" diyemiyor. Sanki marifetmiş gibi, Türk-İş sitesinden şu açıklamayı yapıyor:

"...Görüşmelere 2 Haziran 2011 tarihinde saat 10.30'da Trabzon'da, TÜRK-İŞ Trabzon İl Temsilciliğinde devam edilecektir. Bu görüşme, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı ile TÜRK-İŞ Yönetim Kurulu arasında gerçekleşecektir."

Neticede, dün (2 Haziran 2011) görüşme yapıldı. Adı görüşme, ama, aslında dert aktarma, politikacının da bu derdi hı, hı, diyerek kafa sallayarak dinlemesinden başka bir şey yapılmadı. Daha görüşme yapılmadan Bakanın vereceği cevap tüm ilgililer tarafından biliniyordu aslında: "Notumu aldım, en kısa sürede sayın Başbakan ile görüşeceğim".

Bu kadar pasif, bu kadar beceriksiz, bu kadar kişilik yoksunu bir yönetimi daha önce hiç görmemiştik. Türkiye işçi sınıfı, bu insanları sırtından atmadan, devrimci bir emek odağı yaratmadan, önümüz açılamayacak.

Türkiye işçi sınıfımız bu insanları hak etmiyor. Böylesi yöneticileri, sözde sendika önderlerini hak etmiyor. Geçmişte devrimci bir mücadele yürütmeye başaran sınıfımız, bu insanları da koltuklarından kaldırmayı başaracaktır. Taşeronu, sözleşmelisi, geçicisi, kadrolusu, kadrosuzu, 4/B, 4/C statüsünde çalışanı tüm işçilerin birliği ile çözüm yakındır.