Sonu tek rakamla biten yıllar,
Türkiye'deki kamu işçileri için toplu sözleşme yıllarıdır.
2011 yılı da, özelleştirmelerden ve kapitalist iktidarların
kamuyu yok etme politikasına bağlı olarak sayıları giderek
azalmasına rağmen, 230 bin kamu işçisinin toplu sözleşme
görüşmelerinin yapıldığı yıldır. Henüz doğru dürüst bir
müzakere bile yapılamadan bugüne gelindi. Yasal olarak 2011 Ocak
ayından itibaren geçerli olabilecek bir toplu sözleşme imzalamak
mümkünken, Hükümetin boşveren tavrından dolayı Haziran ayına
geldiğimizde bile hiçbir ilerleme olmadı.
Hükümetin tavrı toplu sözleşmeleri
seçimlerden sonraya bırakmak. Bu yolla kendi elini güçlendirmek.
Seçim öncesi daha kırılgan olabileceklerini bildiklerinden,
görüşmelerin ve imzanın seçim sonrasına kalması konusunda
ısrarcılar. Çünkü, kamu işçilerine dönük olarak AKP
Hükümetinin talepleri uzun zamandır biliniyor: Kamu işçisinin iş
güvencesini azaltmayı hedefliyorlar. İstediği kişiyi istediği
yerde ve zamanda çalıştırmayı öngören esnek çalışma
hükümlerinin geçmesini istiyorlar. Kuralsızlığı istisna
olmaktan çıkartıp kural haline getirmek istiyorlar. Sendikasızlığı
olabildiğince yaygınlaştırmak istiyorlar. Kısacası, işçilerin
bugüne dek kazandıklarını parça parça elimizden almaya
çalıyorlar.
Elbette anlaşılabilir sebeplerle,
kitlelerin bu kadar tepkisi çekecek bir politikayı da seçimlerden
önce açığa çıkartmak istemiyorlar. AKP, başta kalmak isteyen
her kapitalist, sağcı parti gibi, burjuva politikasının gereğini
yapıyor.
Anlaşılmaz olan 230 bin işçinin
temsilcisi olarak masanın diğer yanında oturan en büyük işçi
örgütünün, Türk-İş'in tutumudur.
İlerici, mücadeleci sendikalar
aylardır seçimleri bir fırsat olarak kullanmanın öneminden
bahsediyorlar. Hükümetlerin halklara karşı en zayıf anlarının
seçim dönemleri olduğunu bilmeyen yoktur. Sendikaların da bütün
güçlerini rakiplerinin en zayıf anında en fazla hak elde etmek
üzere yoğunlaştırmaları, dürüst ve namuslu bir sendikacı
olmanın en temel gereğidir.
Ancak, Türk-İş yönetimi, bırakın
bu süreci Hükümete boyun eğdirmek üzere kullanmayı, en basit
sendikacılık kuralını bile işletmekten aciz bir görüntü
veriyor. 230 bin işçiyle birlikte tüm Türkiye'yi AKP'ye dar
edebilecek gücü varken, bilerek, isteyerek, gönüllü olarak
Hükümetin dümen suyundan çıkmadan, Hükümete en küçük bir
rahatsızlık vermeden seçimlerin sonucunu bekliyor.
Bilinir, İstanbul ve Marmara bölgesi,
işçi yoğunluğunun en fazla olduğu yerdir. İşçi mücadelesi
vermek isteyen sendikaların merkezi çoğunlukla İstanbul'dadır.
Buna karşın, istisnaları bir kenara bırakacak olursak, kamu
işçisi ağırlıklı olan sendikalar ise, bakanlarla ve
bürokratlarla daha çok temas ve diyalog kurabilecekleri
gerekçesiyle merkezlerini Ankara'da bulundururlar. Türk-İş'in de
merkezi Ankara'dadır. Bakanlar ve bürokratlar bazen Türk-İş
merkezine, bazen de Türk-İş yönetimi bakanlıklara giderler.
Ama, bu kez, bırakın Türkiye'yi,
bırakın Ankara'yı ayağa kaldırmayı, tarihte ilk kez bir bakanı
Türk-İş'e çağırmayı bile beceremeyen bir yönetim gördük
karşımızda. İlk kez Türk-İş bir bakanın peşinden Türkiye'yi
dolaşmaya başladı. İlk kez bir bakanın seçim gezisi esnasında
ayırdığı yarım saati "müzakere" diye anlatabilen bir
yönetim gördük.
Türk-İş, tabandan gelen görüşme
ve eylem taleplerinden dolayı sıkıştığı için kamu toplu iş
sözleşmelerinden sorumlu Devlet Bakanı Hayati Yazıcı ile mutlaka
bir görüşme ayarlamak istiyordu. Ama, Yazıcı, seçim gezisi
dolayısıyla aday olduğu Trabzon'u bırakıp gelemeyeceğini
belirtiyor. Eğer çok istiyorlarsa gelip kendisiyle boş bir
vaktinde Trabzon'da görüşebileceklerini söylüyor. Bunun
üzerine de Türk-İş yönetimi, "biz işçi sınıfı olarak seni
de, tüm bakanlar kurulunu da buraya getirtmeyi biliriz; tarihimiz bu
konuda onlarca örnekle doludur" diyemiyor. Sanki marifetmiş gibi,
Türk-İş sitesinden şu açıklamayı yapıyor:
"...Görüşmelere 2 Haziran 2011
tarihinde saat 10.30'da Trabzon'da, TÜRK-İŞ Trabzon İl
Temsilciliğinde devam edilecektir. Bu görüşme, Devlet Bakanı
Hayati Yazıcı ile TÜRK-İŞ Yönetim Kurulu arasında
gerçekleşecektir."
Neticede, dün (2 Haziran 2011) görüşme
yapıldı. Adı görüşme, ama, aslında dert aktarma, politikacının
da bu derdi hı, hı, diyerek kafa sallayarak dinlemesinden başka
bir şey yapılmadı. Daha görüşme yapılmadan Bakanın vereceği
cevap tüm ilgililer tarafından biliniyordu aslında: "Notumu
aldım, en kısa sürede sayın Başbakan ile görüşeceğim".
Bu kadar pasif, bu kadar beceriksiz, bu
kadar kişilik yoksunu bir yönetimi daha önce hiç görmemiştik.
Türkiye işçi sınıfı, bu insanları sırtından atmadan,
devrimci bir emek odağı yaratmadan, önümüz açılamayacak.
Türkiye işçi sınıfımız bu
insanları hak etmiyor. Böylesi yöneticileri, sözde sendika
önderlerini hak etmiyor. Geçmişte devrimci bir mücadele yürütmeye
başaran sınıfımız, bu insanları da koltuklarından kaldırmayı
başaracaktır. Taşeronu, sözleşmelisi, geçicisi, kadrolusu,
kadrosuzu, 4/B, 4/C statüsünde çalışanı tüm işçilerin
birliği ile çözüm yakındır.