Türkiye işçi sınıfının sağlam dostu, Türkiye Barış Derneği Genel Başkanı Mahmut Dikerdem'i 3 Ekim 1993'te yitirişimizin 18. yılında
saygıyla anıyoruz.
1916 yılında doğan
Mahmut Dikerdem Galatasaray Lisesi'ni ve İstanbul Hukuk Fakültesi'ni
bitirdikten sonra 1938'de Dışişleri Bakanlığı'na girdi. 1942'de
devletler hukuku doktorası yaptı. Dışişlerinin en genç büyükelçisi oldu.
37 yıl çalıştığı
Dışişleri Bakanlığı'nda birçok meslektaşından farklı
olarak, emperyalizmin ve kapitalist sömürücülüğün savaş
elçiliğini reddetti, NATO'ya karşı çıktı, halkların
bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin barış elçisi
olmayı seçti. Görüşlerinden dolayı ayrımcılığa uğradı ve
sık sık kızağa alındı.
Emekli olduktan sonra
1977'de Barış Derneği'nin kurucu genel başkanı oldu. Barış
mücadelesinin emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadeleden
ayrılamayacağını savundu.
Barış Derneği, bütün
sosyalist, devrimci ve demokratik örgütlerle birlikte, 12 Eylül
1980 faşist cuntası tarafından kapatıldı. Mahmut Dikerdem de,
arkadaşlarıyla birlikte Barış Derneği'ni yönetmek "suç"undan
hapse atıldı ve yargılandı. Sıkıyönetim mahkemesinde cuntaya
meydan okudu ve halkların barışını kararlılıkla savundu.
Mahmut Dikerdem,
Sovyetler Birliği'nde Gorbaçov'ların emperyalizme ve kapitalizme
teslimiyet çizgisi ortaya çıkınca, barış mücadelesini de felce
uğratacak bu politikaya karşı koydu. Dünyada ve Türkiye'de
likidasyona karşı mücadele etti. İhanetin kol gezdiği bu
karanlık dönemde 10 Eylül dergisinin Şubat 1990 tarihli 6.
sayısında "Tüm Korotiç'lere Açık Mektup" başlıklı
yazısını yayınladı.
"Cenazemi maden
işçileri kaldırsın" diye vasiyet eden Mahmut Dikerdem,
vasiyetine uygun olarak işçilerin ve devrimci dostlarının
omuzunda sonsuzluğa uğurlandı.
Emperyalizme ve
kapitalizme başkaldıran büyükelçi Mahmut Dikerdem'in ilkeli
barış mücadelesi, ABD ve AB'nin dünyayı yeniden fethetmeyi
amaçlayan sömürgeci savaşlarının aralıksız sürdüğü, AKP
iktidarının Amerika ve NATO'nun füze kalkanı projesine katıldığı,
içte ve dışta savaş politikasına hız verdiği günümüzde,
bütün parlaklığıyla hepimiz için güçlü bir esin kaynağı
olmaya devam ediyor.
Mahmut Dikerdem'in
emperyalizmi, kapitalizmi ve teslimiyetçiliği mahkûm eden, ilkeli
barış politikasının esaslarını ortaya koyan "Tüm
Korotiç'lere Açık Mektup" başlıklı yazısını okurlarımıza
bir kez daha sunuyoruz.
***
TÜM KOROTİÇ'LERE AÇIK MEKTUP
Sayın Baylar,
Sizlere nasıl hitap edeceğimi bilemedim. Eskiden yoldaş diye anılırdınız
ama bu sözcüğü kullanmaya elim varmadı, zaten sizin de öyle çağrılmaktan hoşlanmayacağınızı düşündüm. Her ne ise, bu
açık mektubu yazmaya beni iki önemli neden zorladı: Birincisi,
sizler yani en büyüğünden en küçüğüne kadar tüm Korotiç'ler- aranıza sayın Mihail Gorbaçov'u şimdilik kaydıyla
katmıyorum- son yıllarda sergilediğiniz tutum, yayınladığınız
yazılar, yaptığınız konuşmalarla kamuoyunda büyük şaşkınlık;
giderek karmaşa yarattınız. Yalnız kişisel olarak değil, dergiler, dernekler, bilim akademileri içerisinde kadrolaşarak
sesinizi dünyaya duyurdunuz. Şimdiye değin sosyalist dünyadan
duyulmaya alışılmamış bu sesler kamuoyunda yankılandı, büyük
ilgi ve heyecan yarattı, ülkelerinizde olup bitenler soluk kesici
serüvenler öyküleri gibi izlenmeye başladı.
Bunu söylerken,
sadece Batılı ülkelerdeki tepkileri kasdetmiyorum. Batı'nın
egemen çevrelerinin sizi bağırlarına basacakları kuşkusuzdu.
Oralardan yükselen zafer çığlıkları, "sosyalizmin iflası",
"Marksizme elveda", "komünizm öldü" biçimindeki keskin yargılar beklenmedik şeyler değil. Onlar 70
yıldır düşledikleri bir olayın sonunda gerçekleştiği
sanısının sarhoşluğunu yaşıyorlar; sol dünya görüşünün
kesin bir darbe yediğine ve bir daha belini doğrultamayacağına
inanarak sevinçten uçuyorlar. Bizde bile Marksizm konusunda Karl
Marks'ın sakallı olduğundan öte bilgisi bulunmayanlar, "Teknoloji
Marksizmi yenmiştir" diye ahkâm kesiyorlar. Onları ciddiye
almasak bile, çağdaş Sağ'ın fikir babası Raymond Aron'un
çömezleri, J. F. Revel gibi sağcı düşünürler sizin başlattığınz harekete kuramsal yorumlar getirerek, günümüzde
ideolojilerin sonunun geldiğini ilan etmekten çekinmiyorlar.
Kişinin siyasal iktidar karşısında ezilmemesinin en sağlam
güvencesinin bireysel mülkiyet özgürlüğü olduğunun artık
komünist dünyada da anlaşıldığını söylüyorlar. ABD'de daha
ileri gidenler var. Geçenlerde Dışişleri Bakanlığı Siyaset
Planlama dairesi başkan yardımcısı Francis Fukuyama'nın
hazırladığı bir rapor Vaşington resmi çevrelerinde büyük ilgi
ile karşılanmış. Raporun ana düşüncesi şu: "Soğuk
Savaş'ın sona ermesi batının liberal demokrası sisteminin toplum
yönetiminde nihaî form olarak evrenselleşmesi ve belki de tarihsel
sürecin sonu demek olacaktır". Amerikan dışişleri yetkilisi
öngörüsünde fazla acele etmiş olsa da, Batı'daki umut ve
beklentileri pek güzel yansıtmış. ABD başkanı George Bush da
göreve başlarken verdiği söylevde, "yüzyılımızda, belki
de bütün tarihte ilk kez hangi yönetim biçiminin en iyi olduğunu
araştırmaya artık gerek kalmadı" dememiş miydi?
Kısacası,
sayın Korotiç'ler, Büyük Ekim Devrimi'nden 70 yıl sonra liberal
demokrasinin savunuculuğuna soyunmakla Batı dünyasında büyük sükse yaptığınız su götürmez. Yalnız batıda değil, az
gelişmiş ya da gelişme yoluna girmiş ülkelerin emperyalizme
bağımlı çevrelerinde de tam bir şenlik havası yarattınız.
Ancak, ürettiğiniz "Yeni Politik Düşünce" ile
sosyalist dünyada bir yenilgi rüzgârı estirdiğinizin, ilerici
devrimci kesimlerde -özellikle genç kuşaklar katında- ne gibi
olumsuz etkiler yarattığınızın, ne yoğun belirsizliklere, kısır
tartışmalara yol açtığınızın ve yıkıntılara neden
olduğunuzun ayırdında mısınız? Ne demek istediğimi canlı bir
örnekle açıklayayım. Geçenlerde içinizden seçkin bir kişi,
Vitali Korotiç çağrılı olarak ülkemize geldi ve Ankara ile
İstanbu'da konferanslar verdi, basın mensuplarıyla konuşmalar
yaptı. Gerçi biz sayın V.Korotiç'in Sovyetler Birliği'ndeki
glasnost ve perestroika'nın ateşli savunuculuğunu yapan Ogonyok
dergisinin yönetmeni olduğunu biliyorduk. Adı geçen derginin
"Argumenty i Fakty" ve "Moskova Haberleri" adlı
dergilerle birlikte yeni düşüncenin en radikal kanadının
temsilcisi olduğunu, ayrıca Vitali Korotiç'in Pravda gazetesinin
12 yıllık yayın yönetmeni Afanasyev'in yerine göz diktiğini
Batı basınından öğrenmiştik. Yine de Vitali Korotiç'in
buradaki açıklamaları yeni politik düşüncenin özünü
aydınlatmaktan çok zihinleri büsbütün karıştırmaya yaradı.
Örneğin "toprağın mülkiyeti herkese değil, birisine ait
olmalı" dedi ama ardından bir soruya "kapitalizm kötü
bir şey, çünkü bireysel mülkiyete dayanıyor" karşılığını
verdi. Bir yandan "bügün bizim yapmak istediğimiz
yeryüzündeki bütün ülkelerle işbirliğini sağlamaktır. Eğer
sosyalizm kapitalizmden daha iyi ise, bu, savaş alanlarında değil
süper-marketlerde gözükmelidir" derken, öte yandan
"sosyalizm tek ülkede kurulabilir, ancak etrafınızda yalnız
düşmanlar olduğunu düşünmek gerekmiyor" diyerek Sovyet
devletinin tarihine ters düşen saptamalar yaptı. Stalin ve
haleflerinden söz ederken: "sürekli olarak demokrasiyi burjuva
ve sosyalist diye ikiye ayırdılar, bugün anlıyoruz ki sadece
demokrasi ve diktatörlük var, ayrım, diktatörlükle demokrasi
arasında" diyerek proletarya diktatörlüğü ile totalitarizmi
aynı kefeye koydu. "Marksizme yeni şeyler getirmekten
korkmamalı, Marksist dogmalara takılıp kalmamalıyız"
şeklinde kuramsal(!) bir tespit yaptıktan sonra, 30'lu yıllarda
kravat taktıkları için insanları Komsomol'dan atarlardı diyerek
Stalin döneminin dar görüşlülüğünü, bağnazlığını
kanıtladı. Konuşmalarından birinde Bay Korotiç'in Türkiye'de
işsizlik bulunduğu için kendimizi şanslı saymamızı, çünkü
tembellik ve alkolizme karşı en etkili ilacın işi kaybetmek
rizikosu olduğunu öne sürerek, çalışan nüfusunun % 20'si işsiz
olan bir ülkede işsizliğin övgüsünü yapmasını ise yersiz ve
tatsız bir şaka olarak karşıladık.
Görülüyor ki, ne denli
renkli de olsa, bu tür lafazanlıklar, glasnost ve perestroika diye
bilinen iki tılsımlı sözcüğün içeriğini ve bu ikilinin
bileşiminde ifadesini bulan "Yeni Düşünce Tarzı"nın
nitelik ve kapsamını tam olarak anlamaya yetmiyor. Yetmedikten
başka, böylesi açıklamalar biraz da körlerin fili tanımlamasına
benziyor. Kimileri yeni düşünceden bilimsel sosyalizmin
sorgulanmasını anlıyor ve "Marksizm aşılmalıdır"
sonucuna varıyor. Diğerleri bütün günahı devrim partisi ve
bürokrasinin üstüne atıyor. Kimileri ise herşeyin başına
demokrasiyi alarak sosyalist pratikte görülen aksamaların
demokrasi eksikliğinden ileri geldiğini vurguluyor ve bundan
komünist partilerini sorumlu tutuyor.
Bu toz duman içerisinde
ben açıklık ve yeniden yapılanma önermesinin can alıcı
noktaları üzerinde bir durum tespiti yapmak gereğini duydum.
Elbette ki bu mektubun çerçevesi içinde kapsamlı bir teorik
tartışmaya girişecek değilim. Zaten o tür tartışmalar çeşitli
yayın organlarında yoğun biçimde sürdürülüyor. Öte yandan
Yeni Politik Düşünce'nin uluslararası alandaki yerini ve
etkilerini de, bir barış hareketi militanı olarak, irdelemeye
çalışacağım. Bunu bir görev sayıyorum çünkü 6-11 Şubat
1990'da Atina'da toplanacak Dünya Barış Konseyi Genel Kurulu'nda
dünya barış hareketine uluslararası ilişkilerdeki son
gelişmelerin ışığında yeni bir yön verilmesine, barış
savaşımı kavramının yeni düşünce tarzıyla uyumunun
sağlanmasına çalışılacağını biliyorum.
Sonda
söyleyeceğimi en baştan açıklayayım: Açıklık ve Yeniden
Yapılanma (Glasnost ve Perestroika) projesi kuramsal nitelik
taşımayan ve salt pratik açıdan değerlendirilmesi gereken
politika'lardır. Marksist kuramın özü ile doğrudan ilişkileri
olmadığı gibi, sosyalist sisteme alternatif oluşturacak ögelerden
yoksundur. Olay şudur: Sovyetler Birliği'nde 1985 Mart'ında iş
başına geçen yönetim, ülkedeki ekonomik, sosyal tıkanıklığı
gidermek, hızla gelişen teknolojiden yararlanarak ülke
kaynaklarını toplumsal talepleri karşılayacak düzeye getirmek ve
hantallaşmış devlet aygıtına halkın özlemleri doğrultusunda
işlerlik kazandırmak amacıyla bir dizi reformu uygulamaya
koymuştur. Ancak reformlar yumağı çözüldükçe içinden
çıkanlar yeniden yapılanma tasarımının hedeflerini aşan, belki
de onlara ters düşen kaotik bir ortamın doğmasına neden
olmuştur. Bu durumun başlıca sorumlusu ise, reform girişimlerinin
yaşandığı her toplumda ortaya çıkan "kraldan çok
kralcı"ların reformların amacını saptırıcı çabalardır.
Başkan Gorbaçov'un öngördüğü reformlar yumağının en
çarpıcı, özgün yanı devlet yönetimine saydamlık kazandırmak
ve siyasal yaşama katılımcılığı özendirme yoluyla toplumda
siyasal kültürü geliştirmektir. Bu hedef, beklenebileceği gibi,
özgürlükler ve insan hakları sorununu ön plana çıkarmıştır.
Bunun yadırganacak bir yanı yoktur. Çağdaş toplumlarda, ekonomik
gelişmeye koşut olarak, yaşamın güzelleşmesi, zenginleşmesi
için insanların -başta evrensel barış olmak üzere-sosyal,
kültürel gereksinimlerinin yeni sentezlere yönelmesi doğaldır.
Bu sentezin özünü ise birey-toplum ilişkilerindeki yeni özerklik
arayışları oluşturmaktadır. 2. Dünya Savaşı sonrasında
halkların özerkliği, emperyalizme karşı savaşım biçiminde,
nasıl politik gündemi belirlediyse, bugünün gündeminde de,
yalnız sosyalist ülkelerde değil, batıda da, bireyin özerkliğinin
tanımlanması ve bunun çerçevesini oluşturacak katılımcı
demokratik mekanizmaların kurulması yer almaktadır.
Buraya
kadar aramızda bir anlaşmazlık yok, sayın baylar, ancak
görüşlerimiz buradan sonra ayrılıyor. Çünkü siz demokrasi,
özgürlük, insanın temel hakları sorunlarını bilimsel sosyalizm
perspektifinden algılamak yerine, ona tam karşıt bir konuma
giriyor ve demokrasi tartışmasını Marksist-Leninist doktrinin
sorgulanmasına, giderek yadsınmasına dönüştürüyorsunuz.
Marksizmin geçen yüzyılın koşulları altında yeşermiş bir
ideloji olarak artık devrini tamamladığını, çağdaş toplumların değişim ve gelişimini açıklamakta yetersiz
kaldığını, dolayısıyla da aşılması gerektiğini, tüm
tutucu, revizyonist ve karşı-devrimcilerle ağız birliği
yaparcasına, öne sürüyorsunuz. Doğrusu Marksizmi sizlere karşı
savunmak durumunda kalacağımı hiç düşünmemiştim. Ama madem ki
"Yeni Düşünce" etiketi taşıyan politikalar uğruna, 150 yıldır insanlığın yolunu aydınlatan bir bilimsel düşünce
sistemini, ve bir eylem kılavuzunu topyekûn mahkûm etmeye
kalkıştınız; bilinen gerçekleri yinelemek durumuna da düşsem,
demokrasi konusunda bazı noktaları vurgulamam gerekiyor:
Çağdaş
demokrasi kavramının doğuşundan bu yana halk kitlelerine ısrarla
telkin edilegelen, seçeneksiz olduğu kabul ettirilmeye çalışılan
bir görüşe değinmek istiyorum. Batıdaki kapitalist düzenin tam
merkezinde bulunan ve aslında demokrasi kavramının özünü zedeleyen bu düşünceye göre, insanın doğal, vazgeçilmez
hakları arasında "mülkiyet hakkı" da vardır. Oysa, son
ikiyüz yıllık tarih boyunca toplumlar bir yanda büyük çoğunluğu
oluşturan insanların bireysel hakları, öte yanda ise son derece
eşitsiz dağılmış bir mülkiyet hakkından aldığı güçle
toplumda ayrıcalık kazanmış bir azınlık arasındaki sürekli
çatışmalara sahne olmuştur. Başka bir deyişle, çoğunluğun
hakları mülkiyeti elinde bulunduran azınlık tarafından sürekli
baskıya, saldırıya maruz kalmıştır. Burjuva demokrasisi, bu
sakat ve istikrarsız temel üzerinde kurulmuş, daha baştan beri
Amerikan ve Fransız devrimleri üstyapı hak ve özgürlükleriyle
mülkiyet hakkı arasında çelişki ve çatışma yaratmıştır.
Fransız Konvansiyon Meclisi'nde formüle edilen "ülkenin
mülkiyet sahiplerince yönetilmesi eşyanın doğasına uygundur"
ilkesi hâlâ değişik biçimlerde güncelliğini ve etkisini
sürdürmektedir. En ileri kapitalist ülkeden, Amerika'dan vereceğim
bir tek örnekle yetineceğim: Amerikan toplumuna bugün egemen
olanlar, nüfusun %2'sini oluşturdukları halde toplam nakit
servetin %30'unu ellerinde tutanlardır. Zincirin öbür ucunda ise,
Amerikan ailelerinin %55'inin ya hiçbir varlıkları yoktur, ya da
borç içindedirler. Ama oy verme, seçme ve seçilme hakkına herkes
sahiptir.
İşte Lenin: "Bizim demokrasimiz burjuva
demokrasilerinden milyon kez daha değerlidir" derken bunları
kastediyor, bireysel hak ve özgürlüklerin güvence altına
alınmasının ekonomik erkin büyük çoğunluğun eline geçmesiyle
mümkün olabileceğine işaret ediyordu. Gerçekten de sosyalist
demokraside burjuva demokrasisine kıyasla eksik olan tek özgürlük
"üretim araçları üzerinde özel mülkiyet tesisi
özgürlüğü"dür. Burjuva demokrasisinde ise sınırsız
mülkiyet hakkı demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur.
Yukarıda
özetlenen saptamalara itirazınız yoksa, onların sonucu olarak
sosyalist demokrasinin kendine özgü bir siyasal rejim, bir yönetim
biçimi üreteceği gerçeğini de kabul etmelisiniz. Şöyle ki:
sosyalist demokrasinin temel ölçütü çok partili sistem değil,
demokratik merkeziyetçiliktir. Burada önemli olan, demokratik
merkeziyetçiliğin kendi kurallarına uygun olarak işleyip
işlemediği, demokratik kuralların ve denetim mekanizmasının var
olup olmadığıdır. Sosyalist demokrasi de çoğulcudur ama
kapitalist toplumlardaki çeşitli sınıf çıkarlarını temsil
ettiren çok parti çoğulculuğu gibi değil. Demokratik
merkeziyetçilik, proletaryanın kendi iç dinamiklerindeki
çoğulculuğa, yığınların politik yaşama katılımlarına
dayanır ve bu anlamda glasnost ilkesiyle de çakışır. Ancak bu
noktada devrim partisinin önemi de bütün heybetiyle ortaya çıkar.
Partinin öncülüğü olmasa işçi sınıfı "kendiliğinden
sınıf" olmaktan çıkıp "kendisi için sınıf"
olmaya nasıl dönüşür? Parti bir deniz feneri gibi toplumun
yolunu aydınlatmazsa sosyalist rejim kayalıklara çarpmaktan nasıl
kurtulur? Demek oluyor ki, Parti aygıtının kitlelerden koparak bir
bürokrasi mekanizmasına dönüşmesini eleştirmek başka, partinin
yol göstericiliğini, öncülüğünü reddetmek başka şeylerdir.
Dünyanın ilk sosyalist devletinin 1920'lerde daha kuruluş
aşamasında Batının saldırı ve kuşatmasına uğradığını,
II. Dünya Savaşı'ndan birkaç ay önce tüm sanayi tesislerini
Ural'ların ötesine taşımak, savaşın bitiminden sonra ise birkaç
yılda ülkeyi yıkıntılar üzerinde yeniden inşa etmek başarısını
merkeziyetçi yönetime borçlu olduğunu, savaştan sonra ortaya
çıkan atom bombası şantajı ve nükleer tehdidin üstesinden o
sayede geldiğini kim yadsıyabilir?
Aslında siz bütün bunları
çok iyi bilirsiniz. Ayrıca, demokrasinin bir yönetim biçimi
olduğunu, sınıflı toplumlarda devlet kavramından
soyutlanamayacağını da bilirsiniz. Ama yine de "demokrasi
çağımızın nesnelliğidir", "yeni bir çağ başlıyor"
gibi genellemelerle demokrasiyi salt diktatörlüğün, bürokratik
baskının karşıtı olarak ele alır, örnek olarak da Stalin
döneminin otoriter, kişisel diktatoryasının sağlıksız
sonuçlarını öne sürersiniz. Çünkü, açıkça itiraf etmeseniz
de, sizin istediğiniz burjuva demokrasisidir. Demokrasiyi bir araç
değil amaç olarak algıladığınızı açıklamanız bu yüzdendir.
Şimdi biraz da teoriden pratiğe, glasnost'tan perestroika'ya
geçelim: Yeniden yapılanma kavramının isim babası Mihail
Gorbaçov'un ve yakın çalışma arkadaşlarının tanımlamalarına
bakılarak perestroika'nın bir ekonomik ve sosyal reformlar paketi
olduğu söylenebilir. Ne var ki, yukarıda gördüğümüz gibi,
açıklık (glasnost) yumağının çözülmesinden nasıl burjuva
demokrasisi çıktı ise, yeniden yapılanma paketinin içinden çıkan
da liberal ekonomi projesidir. 1987'de uygulanmaya başlanan ekonomik
politikanın hedefi olarak gösterilen "sosyalist pazar
ekonomisi", makro-ekonomik bir planlama ile Batı tipi serbest
piyasanın bileşiminden oluşmaktadır. Ancak bileşimin ağırlığı
plan ya da sosyalizmden çok serbest piyasadan yanadır. Gerçekten
de 1987 Haziranı'nda başlatılan radikal reform programı, bir
yandan kamu ekonomisini liberalleştirirken öte yandan tarım ve
hizmet sektörlerinde kooperatifçiliği ve özelleşmeyi
özendiriyordu. Sonuçta kollektif mülkiyetin yerini çoğulcu bir
mülkiyet rejimi alacaktı. Bu açıdan bakılınca denilebilir ki
perestroika'nın öteki adı liberal ekonomidir. Liberal program daha
da ileri giderek, 1928'de Stalin tarafından başlatılan tarımda
kollektif işletmeye son verdiği gibi, toprak mülkiyetinin
özelleşmesine olanak tanınmasını öngörüyordu. Tıpkı Çarlık
Rusya'sında olduğu gibi. Doğal ki sanayi sektörü de reformdan
payını alarak devlet müdahaleciliğinden arındırılacaktı.
Sovyetler Birliği'nde ekonominin liberalleşmesinin dünya
pazarı ile bütünleşme düşüncesine sıkı sıkıya bağlı
olduğu açıktır. Gorbaçov'un ekonomistleri kapitalizme yakınlaşma
konusunda o denli ileri gitmişlerdir ki Batıda Sovyet liderinin
gerçek niyetleri üzerinde kuşku ve tereddütler uyanmıştır.
Büyük sermaye çevreleri Sovyet yönetimini sınamak için testler
yapılması, birtakım koşullar öne sürülmesi gereğinden söz
etmeye başlamışlardır. Sonunda ABD başkanı George Bush Batının
tutumunu şöyle özetlemiştir: "SSCB'nin uluslar topluluğu
ile bütünleşmesini bu ülkenin çoğulculuk ilkesine ve
başkalarının egemenlik haklarına tam saygı göstermesi koşuluyla
kabul edebiliriz."
Perestroika'nın genellikle aydınlardan
tam destek gördüğü biliniyor. Sovyetler Birliği'nde durum 1987
ve 1988 yıllarındaki Anti-Stalinizm akımının ideolojik
sınırlarını çok aşmıştır. Bugün seslerini yükseltebilen
liberaller 20. yüzyılda Rusya'nın ve dünyanın başına gelen
felaketlerin kaynağını Büyük Ekim Devrimi'nde gören komünizm
karşıtı aydınlardır. İnanılacak gibi değil ama bu aydınlar
özenilecek model olarak Japonya, Güney Kore ve hatta Türkiye'yi
gösterebilmektedirler! Gerçi Mihail Gorbaçov fazla ileri giden
aydınları arasıra azarlıyor, perestroika'nın sosyalizmden
kapitalizme dönüş olayı olmadığını belirtiyor ve "Batı
bize kapitalizm ihracına kalkışırsa buna izin vermeyiz"
diyebiliyor. Ama öbür yanda Sovyet Barış Komitesi'nin yayın
organı olan "Yirminci Yüzyıl ve Barış" dergisinde
Simon Kordonski adında bir korotiç şunları yazabiliyor: "Batının
Sovyetler Birliği'ne ekonomik yardımı kamuyu özelleştirme
stratejisine katkıda bulunmalıdır. Eskiden Rusya en gelişmiş
ülkelerin proletarya sınıfının yardımıyla gerçekleşecek
evrensel devrimi hazırlıyordu. Bu devrim, Allaha şükür, başarıya
ulaşmadı. Şimdi SSCB tarihin ve dünya ekonomisinin sinesine
dönmek için tüm dünyanın yardımına muhtaçtır."
Şimdi
sorumuzu ortaya koyalım: Sovyetler Birliği bu duruma nasıl ve
neden geldi? Herşeyi yeni baştan düşünme gereği niçin
duyumsandı? Kanımca bugüne nasıl gelindiğini araştırmak için,
ilk sosyalist devletin kuruluş yıllarını anımsamakta yarar var.
1917'de hemen hemen sıfırdan başlayıp 20. yüzyılın ilk
yarısında dünyanın en ileri sanayi ülkelerinden biri, insanlığın
geleceğine ışık tutan bir dünya görüşünün tek güçlü
temsilcisi ve evrensel bir misyonun sahibi durumuna gelebilmenin gizi
nerede idi? Bu sorunun yanıtı kuşkusuz ki bir formülle ifade
edilebilecek basitlikte değil, ancak, bütün tarihçiler,
araştırmacılar dünyanın ilk sosyalist devletinin kısa sürede
ekonomik, sosyal, kültürel vb. alanlarda elde ettiği başarıların
temelinde, Marks'ın sosyalist coşku (emülasyon) dediği kollektif
atılım ruhunun büyük payı olduğuna işaret ediyorlar. Gerçekten
de, Rusya'da Ekim Devrimi'nin harekete geçirdiği toplumsal güçler
tüm maddi, manevi kaynakları seferber ederek feodal bir toplumun
hızla modern çağa geçişini sağladılar. Yaşlı kuşaklar iyi
bilirler: I. dünya Savaşı sonrasında Rus soyluları, burjuvaları
akın akın ülkeyi terk ederlerken, Amerika'dan yüksek ücretli iş
önerileri alan bilim, teknik ve sanat adamları anavatanda çalışmayı
yeğlediler ve kendilerini devrimin hizmetine adadılar. İşçi
sınıfı ise üretimi son sınırına dek artırmayı hedef alan
yöntemlerin bütün ağırlığını yüklenerek devrimin yolunu
açmasını bildi.
Ne var ki, sosyalist coşkunun uzun süre diri
tutulmasına üretim ilişkilerinde yapılan değişiklik yetmiyor,
çünkü sosyalizm salt bir ekonomik kalkınma modelinden ibaret
değil. Sosyalizmin kapitalist düzeni aşması sömürünün yerini
adalet ve eşitliğin almasıyla da sınırlı kalmıyor. Sosyalizm
yeni bir dünya vizyonunun taşıyıcısıdır. Marksist hümanizmanın
kökeninde yatan, sömürünün ortadan kalkmasıyla birlikte insanı
zenginleştiren tüm değerlerin, insan emeğinin yaratıcı gücünün
bütün görkemiyle kendini göstereceğine olan inançtır. Kısacası
sosyalizm insanlık tarihinde yeni bir "Aydınlıklar Çağı"nın
habercisidir ve devrim böyle bir misyonu üstlenmek durumundadır.
Sovyetler Birliği bu misyonu üstlendi mi? Üstlendiyse nereye
kadar götürebildi? Soru tartışmaya açıktır. Ancak Ekim
Devrimi'nden bu yana dünyadaki dönüşümler, gelişmeler bütün
boyutlarıyla dikkate alınmadan sağlıklı bir yargıya
varılamayacağı açıktır. Özellikle iki dünya savaşı arasında
emperyalizmin Sovyet devletini yıkmak ya da yalnızlığa itmek için
giriştiği eylemleri, kurduğu tuzakları gözardı ederek
sosyalizmin kuruluş döneminin muhasebesini yapmak olanaksızdır.
İkinci Savaş'tan sonraki dönem ise Soğuk Savaş olgusuna sıkı
sıkıya bağlıdır. Daha 1917 Devrimi'nden önce Amerika'da dinsel
bir inanç gibi yaygın bulunan kapitalizm tutkusu ve komünizm
düşmanlığı, II. Dünya Savaşı ertesinde ABD'nin dış
politikasını "komünizmi bulunduğu yerde kuşatıp boğmak"
hedefine yöneltmiştir. Böyle bir ortamda sosyalist ekonomi
askersel harcamaların ağır yükünü üstünden atmak, toplumun
yaşam düzeyinin yükselmesine öncelik tanımak olanağından
yoksun kalmıştır.
1962 Küba krizinden sonra Doğu ile Batı
blokları arasında başlatılan yumuşama sürecinin sosyalist
dünyaya bir soluklanma fırsatı yarattığı ve fakat Kruşçov
yönetiminin 20. Parti Kongresi'nden sonra Stalin'ciliği tasfiye
operasyonunu gündeminin başına alarak ve ekonomik politikada
abartmalı hedeflere yönelerek fırsatları iyi değerlendiremediği
söylenebilir. Kruşçov'un "1972 yılında ABD'yi
yakalayacağız, ülkemizde adam başına üretim düzeyini
Amerika'nın üstüne çıkaracağız" yollu iddiası ve
kapitalist sistemi kastederek: "sizi gömeceğiz" demesi
hâlâ belleklerdedir. Oysa hiç kimse SSCB'den Amerika'yı üretim
ve tüketim yarışında geçmesini beklemiyordu ama buna karşılık
herkes-kimilerinin bugün küçümseme anlamında kullandıkları
"varolan sosyalizm"in kapitalist istemin yozluğundan,
çirkinliklerinden, ahlâk çöküntüsünden arınmış, sömürüyü
tümüyle yoketmiş, uygarlık kavramına yeni anlamlar yüklemiş
bir toplum modeline yönelmesini sabırsızlıkla bekliyordu. Bu
yapılamadı ise kabahati Marksist öğretide ya da pratiğin
sınavından geçip doğruluğunu kanıtlamış Leninizm'de boşuna
aramayınız. Hele Marksizmin aşılmasının gerekçesi olarak
teknolojinin son çeyrek yüzyıldaki hızlı gelişmesini göstermeye
kalkmayınız. Bilgisayarların, robot makinaların kullanımı, el
emeğinin yerini gittikçe daha çok kafa emeğinin alışı üretici
güçlerde nitel bir sıçramanın göstergesi değildir. 19.
yüzyılın sanayi devrimi doğa güçlerinin yerine buhar makinasını
koyarak üretimde nitel bir sıçramayı sağlamış ve kapitalist
ekonomi bu döneme damgasını vurmuştu. Sosyalizmin teoriden
pratiğe geçişi ise elektrik enerjisinin sınai üretiminde yerini
aldığı zaman diliminde gerçekleşmiştir. Elektrik enerjisinin
üretim sürecinde neden olduğu nitel değişim henüz aşılmış
değildir, en ileri sanayi ülkelerinde üretim elektrik enerjisine
dayanmaktadır. Dolayısıyla da, işçi sınıfının üretim
sürecindeki rolünde niteliksel değişiklikten söz edilemez.
Bilimsel teknik, yani teknolojinin hızlı bir ilerleme kaydettiği
doğru olsa da, elektronik sanayiinin, bilgisayarların sanayi
toplumunu, sanayi proletaryasını çağın dışına ittiği görüşü
acele varılmış bir yargıdır. Hele Japonya'nın imal ettiği
robotlardan gözleri kamaşarak "İşçi sınıfının yapısı
değişiyor", "Marks'ı, Engels'i, Lenin'i aşmak zamanı
geldi" demek düpedüz anlamsızdır.
Sonuca geliyorum:
Açıklık ve yeniden yapılanma, Sovyetler Birliği'nin şu ya da bu
nedenlerle -belki de çok haklı olarak- uygulamaya koyduğu
politikalardır. Bunlar savunulabilir. Hattâ belki de bu yıl
Sovyetler Birliği'nde günde 8 kilise ve 1 caminin yeniden açılması
bu politikaların bir parçasıdır ve bir "hikmet"i
vardır. Bunlara karışmayız, çünkü Fidel Castro'nun dediği
gibi: "Perestroika başkasının karısıdır". Ancak onu
"Marksizmi aşan yeni kuram" diye satmaya,
evrenselleştirmeye kalkışırsanız, karşınıza çıkarız.
Sosyalizme inanmış olanlara: "hayatınızı bir saplantıya
kurban etmişsiniz" diyerek 70 yılı bir çırpıda harcamanıza
razı olmayız. İçinizden biri Türkiye'de verdiği konferanstan
sonra kendisine: "Bu tutumunuz revizyonuzm olmuyor mu?"
sorusunu yönelten dinleyiciye öfkeyle: "Böyle sosyalizmi alın
siz kullanın" diyebilmişti. Ben de bu sözleri söyleyen
Vitali Korotiç'e ve de tüm korotiçlere sesleniyorum: "Alın,
meczup papaz Soljenitsin, sapık Milan Kundera sizin olsun. Dahası,
Kardinal Glemp'in dizinin dibinde oturup talimatını alan, sonra
Amerika'ya gidip yardım dilenen Lech Walesa da, partilerinin adını
değiştirerek yönetime geçmeye çalışan Macar Nyers'ler, İtalyan
Occhetto'lar, Çekoslovak Dubçek'ler de sizin olsun. Tüm dönekleri,
kaytarıcıları, devrimden umut kesen aydınları da saflarınıza
katın. Yeter ki bilimsel sosyalizm insanlığın yolunu aydınlatmaya
devam etsin!" diyorum.
Son sözümü size sakladım,
Türkiyeli Korotiç'ler. Tevfik Fikret'in dediği gibi: "hele
sizler, hele sizler". Yayınlarınızı, konuşmalarınızı
izlerken şaşkınlığa düşmemek elde değil. Sanki ülkenin içine
sürüklendiği çıkmazların, toplumsal yaşamdaki tıkanıklığın,
bunalımların sorumlusu Marksizm-Leninizm imiş gibi, bir özeleştiri
akımına kapılmış gidiyorsunuz. "Yenilenme"ye ayak
uydurma humması sizi demokrasinin erdemlerini sayıp dökmeye,
demokratik rejime bağlılığınızı vurgulamaya, kurulu düzenin
bekçileri olan siyasal partilere güvence vermeye ve onlarla "ulusal
mutabakat" aramaya iteliyor. "Kapitalizmin gücünü değerlendirmede yanıldık, sorunların çözümüne gidebileceğini
göremedik" diye günah çıkardığınızı görünce, "Bunlar
başka dünyadan mı geldiler, 65 yıldır Türkiye'de kapitalizm
hangi sorunu çözebildi ki onu savunmaya, ya da en azından "mevcut
sosyalizm"le aynı kefeye koymaya kalkışıyorlar" diyorum. Çoğulcu demokrasi adına 40 yıldır egemen sınıfların dayattığı diktayı, baskı ve işkence rejimini yaşayanlar bunlar
ve önceki kuşaklar değil mi? diye kendime soruyor ve bugün hidayete nasıl erdiğinizi doğrusu merak ediyorum.
"Dünya değişiyor, biz de değiştik, artık aranıza alabilirsiniz"
biçimindeki mesaj size yarar sağlayacak mı bilmem ama topluma zarar vereceğinden eminim. Çünkü emekçi yığınların önünde duran son umut bilimsel sosyalizmdir.
(10 Eylül, sayı: 6, Şubat 1990)