Sosyalist Dergi: 8 |  Diğer Yazarlarımız |
FAŞİZMİN AYAK SESLERİ - Havva Kökbudak

Türkiye gündemini uzun süre belirleyen "Birileri düğmeye mi bastı?" sorusunu ülkemizde yaşanan olayları ve bunların arka planının bir portresini çizerek değerlendirmek istiyorum. Bu durumda, bizi yönettiklerini iddia edenlerin açıklamalarını bir kenara bırakıp, özellikle polislerin çevik kuvvet otobüsüne düzenlenen silahlı saldırı sonucunda 12/13 Aralık 2000 tarihinde yaptıkları protesto yürüyüşlerinde kullandıkları sloganlara bir göz atalım: "Hükümet affını al başına çal!", "Şehitler ölmez vatan bölünmez!", "Tantan polisine sahip çık!", "Ya Allah bismillah Allahuekber!"

Acaba işkenceci polisler de ceza indiriminden yararlanacak olsalardı, yukarıdaki ilk slogan atılır mıydı? "Terörizme" karşı savaşan polis, bu savaşta işkence, pardon "kötü muamele" kullanmayı bir insanlık suçu olarak değil de, polisin ülkeyi terörden kurtarmak adına işlediği bir sevap olarak görüyor, polisin doğal alışılagelmiş bir görevi, belki de hakkı olduğunu sanıyor. "Kader mahkumlarını", suçlu ve mağdurları birbirine karıştıran bir aftan, al gülüm ver gülüm bir af ticaretinden adalet beklenir mi? Şahsen ben polis olsaydım, yıllarca didik didik aradığım, her ihbarda evime ailemi bırakıp üç buçuk tayına peşine düştüğüm ve sonunda yakalayıp adalete teslim ettiğim bir suçlunun, katil, vergi kaçıran, hayali ihracatçı, tecavüzcü, soyguncu olsun, cezasını çekmeden, ıslah olmadan elini kolunu sallaya sallaya toplumun üzerine salıverilmesi, beni de etkilerdi. Mesleğimin önem ve onur kaybına uğratıldığını düşünür, basardım protestoyu.

Ama... suçluların teslim edildiği adalet çoktan adalet olmaktan çıkmışsa, asıl suçlular suçlu olmaktan çıkmışsa, hatta itibar görüyorlarsa, bu adaletsizliğe isyan edenler de suçlu kabul ediliyorlarsa, polis de bu insanlara işkenceyi topluma hizmet olarak kabul etmişse, o zaman polis de polis olmaktan çıkmış demektir! Yürüyen polislerin istediği "Tantan işkenceci polisine sahip çık"tır! Daha iyi çalışma şartları değildir, rüşveti yok edecek ve polisin yaşam standardını yükseltecek düzeyde maaş zammı değildir; protestosu, adaletsiz infaz ve yargı sistemine karşı değildir, karakol düzenine karşı değildir. Polise sendika hakkı hiç değildir. Bütün bunların zerresi yok!

Polis kimin "affından" rahatsız? "Teröristlerin"! "Şehitler ölmez vatan bölünmez!" Güneydoğuda PKK'ya karşı polis mi savaştı? Hayır. Polisin asıl "muhatabı" olduğu "aşırı sol örgüte mensup" olmaktan hüküm giyenler ceza indiriminden yararlanacak mıydı? Hayır. Çünkü hükümet, devlete karşı ve düzene muhalif olanları, özellikle tescilli devrimcileri zaten affetmez. Bilakis; onlar 1997 yılından beri özenle siyasi hükümlüler için inşa edilen F-tipi lüksündeki cezaevlerine naklediliyorlar! Onlar kendilerini örgütsüzleştirecek, yalnızlaştıracak, kişiliksizleştirecek, yani devletin deyimiyle "ıslah" edecek olan F-tipi derdine düşmüş, ölüm orucunda mücadele ediyorlar. Can pahasına sürdürülen ve toplumun belirli kesiminden destek alan mücadele önünde saygıyla eğiliyoruz.

Neyse, biz polislerimize geri dönelim. Bir şiddet eyleminin, bu polise karşı işlenmiş olsa bile, önce nereden geldiği, faillerinin kimler olduğuna dair, şahitle ve ispatla bir çözüme kavuşturulması gerekmez miydi? Ve polisin asıl görevi, failleri bulup yakalamak değil midir? Bu saldırının kimler tarafından niçin yapıldığını belirlemeden sokaklarda nidalar atıp yürümenin ne anlamı var? Acaba birileri ...?

TV kanallarından birinde, öldürülen iki çevik kuvvet polisinden birinin yakını aynen şöyle söyledi: "Siyasi af olarak çıkarılan bir kişi, on kişi olarak geri dönecek." Öp Babanın elini! Polisin nişan aldığı hedef belli. Siyasi suçlular. Bu uğurda amirlerini bile takmıyorlar. Emir komuta zincirini bu şekilde koparmak, başta kendilerinin kollamaları gerektiği gösteri ve yürüyüş yasalarını hiçe saymak, cesaret ister. Gösterici polislerdeki bu cesaretin kaynağı neresidir? Acaba birileri ...?

Eylem doğrudan devleti hedef alıyor. Polis, devletini görevini yerine getirmeye çağırıyor. Devlet görevini nerede yerine getirmedi? "Tantan polisine sahip çık!" "Hükümetin affı polisi vurdu!" Kimi vurmadı ki? "Bizi satanı biz de satarız!" Devlet, polise karşı görevini nerede savsakladı? Demek ki devlet, işkenceci polisleri serbest bıraktıramadı. İşkenceyi yargılayan polisi yargılıyordu. Sonra bölücülere af çıkarmıştı. Polisin zihniyetinde, aynı devlet ideolojisinde olduğu gibi, düzene karşı düşünce üreten, devlet yapısını eleştiren, devlete karşı örgütlenen ve eyleme geçen, teröristtir, bölücüdür. Ne kadar adaletsiz olursa olsun, faşist düzende devlet kutsaldır, ilahi bir yapıttır, güçlüdür, yıkılmaz. Faşist devletin faşist polisi için, bu fikriyat en azami ölçüde geçerlidir. Düzenin asayiş bekçisi olan polisin gözünde, hükümet devlete karşı suç işlemiştir. Polis amirleri, "af çıkaran" hükümetin kararlarının kulları, takipçileri olmuş, İçişleri Bakanı Saadettin Tantan'ın idaresinde devlete, yani polise karşı olan yükümlülüklerini unutmuşlardı. Bu yüzden, polisin protestosunun bir hedefi de, yolsuzlukların açıklığa kavuşmasında epey başarılı olan, ama işkenceci polisine "sahip çıkamayan" İçişleri Bakanı Saadettin Tantan'dır.

Polisin gözünde hükümet, ölüm orucundaki devrimcilerle pazarlığa oturmuş, devlete ve polise ihanet etmiştir. Polis, F-tipine karşı olanlara cephe almış. Halbuki, F-tipi cezaevlerinin yapımı ve siyasilere karşı devreye girmesinden polise ne gibi bir fayda dokunacağı da meçhul, çünkü polisin esas meslek alanının dışında kalıyor cezaevleri. Ama "her şey vatan için" ya, bunun için de tabii "vatanseverler" olarak "vatan hainlerine" karşı cephe almak da var! Polisin, bu derece politize olmasının nedenleri hepimizce malum. Üzücü tarafı ise halkın belirli kesimlerinin buna alkış tutmasıdır.

Af yasasının topyekun adaletsizliği polisi pek ırgalamıyor. Polis, siyasilerin muhtemel affını ve F-tipi cezaevlerine duydukları tepki vesilesiyle bir araya gelen demokratik kitle örgütlerini pek içine sindiremiyor. Ve bu zincirin sonunda ve temelinde işçi/emekçi sınıfı duruyor. Polisin eylemleri, önümüzdeki günlerde ve aylarda özellikle IMF'ye ve onun ülkemizin ekonomik ve siyasi düzene hepimizin artık aşina olduğumuz enstrümanlarla yaptığı müdahalelere karşı düzenlenecek olan daha yoğun, daha kitlesel bir şekilde düzenlenecek olan protesto yürüyüş ve gösterilerine bir gözdağı niteliğini taşıyor.

Polisin, yürüyüş boyunca dilinden eksik etmediği bir slogan daha: "Ya Allah Bismillah Allahuekber!" Bu da 1980'lerden sonra Evren Paşa'nın türk-islam sentezinin, biraz da 1990'lardan sonra Fethullah Hoca ve benzerlerinin eseri olsa gerek. Merak ediyorum: Fethullah Hoca affedildikten sonra ABD'lerden dönecek mi acaba? Acaba birileri ...?

Dünya Bankası ve İMF

Türkiye'nin iç şartlarını bırakıp, dış şartlarına bir göz atalım. Ülkemizin küreselleşme sürecindeki yeri nedir? Türkiye'de toplumsal muhalefetin sindirilmesi ve demokratik gelişmenin engellenmesi kimlerin işine gelir? En başta son zamanlarda emekçiler en büyük tepkiyi kime gösterdiyse, onun, yani IMF'nin ve onun Türkiye'deki kullarının. IMF ve Dünya Bankası, 1947'de II. Dünya Savaşı sonrası kurulan "Bretton Woods İkizleri", sanki el attıkları ülkelerin birine hayır getirmiş gibi, ülkemizde yine davetsiz misafir. Yarım asırdır "elinden tuttukları" ülkenin koşullarını ulusötesi finanskapitalin yararlanacağı şekilde ayarlamak için ülkenin kaynaklarına el koyan bu kuruluşların uzmanları, tanıdığımız tepeden bakan, çok bilmiş üsluplarıyla geleceğimizi belirlemeye başladılar. Sözüm ona ulusal rekabet gücü yüksek ve dünya ile bütünleşen bir ülke yaratmak adına, AB üyesi olabilmek adına sistem yine IMF'nin koyduğu şartların boyunduruğu altına sokulmaya çalışılıyor, tabii bu uygulamaların doğurduğu kötü sonuçların da hesabını sistemin kendisinin ödemesi koşuluyla (sosyal çalkantıları kastediyorum, F-tipi de bunlara bir hazırlıktır!). Halkımız yine IMF'nin istekleri yönünde, devlet harcamalarını kısma, kamuya yapılan yatırımları engelleme, özelleştirme, dış ticaret açığını kapatma, yani ithalatı azaltıp ihracatı arttırma, enflasyonu düşürme, yabancı sermayenin ülkeye girip, serpilip gelişmesi için akla gelecek her türlü kolaylığı sağlamak uğruna yine kemer sıkmaya, yine susmaya, depolitize edilmeye ve bölünmeye çalışılıyor. Yabancı sermaye aşkına, içinde sözde sol bir partinin de hatta çoğunlukta bulunduğu bir siyasi iktidar, halkın depremin yol açtığı maddi ve manevi hasarlardan inim inim inlediği bir vakit uluslararası tahkim yasasını onaylatabiliyor. Vergileri arttırıp, yeni ek vergiler çıkartabiliyor. Zaten kıt kanaat geçinen memurların maaşlarını düşürebiliyor, halkın malını yerli ve yabancı şirketlere hibe edebiliyor. İşveren baskısıyla iş güvencesi yasasını savsaklayabiliyor ...

Egemen güçlerin bütün bu devlet politikalarını sorgulayan bir topluma, düzene muhalif örgütlere böyle bir aşamada hiç tahammülü yoktur. Hele bir de Türkiye emperyalist güçler tarafından, ABD ve AB tarafından, SSCB'nin çöküşünden sonra Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar ve Orta Doğu arasına sıkışmış bir kilit ülke olarak algılanmışsa, Türkiye'nin petrol ve doğalgaz hatlarıyla global ekonomiye bağlanması öngörülmüşse, Türkiye'de baskı ile de olsa istikrarın sağlanması bir zorunluluk halini almıştır. Egemen güçler tarafından sürekli öne sürülen kavramlar, "katılımcı demokrasi", "insan hakları", "şeffaflık ve açıklık" istemleri, sözde şifa verecek olan acı hapın tatlı cilası. Hapı yuttuktan sonra da, demokrasi bize şimdi olduğundan daha uzak olacak. Biz bunları bir kere yaşadık, bir daha yaşamayalım.

Her fırsatta "demokrasi" diye bağıran AB için Türkiye'de demokrasi, onun kabul edebileceği bir demokrasi olmalı. Ama aslına bakılırsa, Türkiye'de demokrasi ne AB'nin ne de ABD'nin işine gelir. Gerçek anlamda demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesi emperyalizmin selameti açısından ciddi istikrarsızlığa yol açacaktır. Katılımcı demokrasi, ulus ötesi şirketlere ayak bağı olur. Emperyalizmin çekirdek ülkelerinde buna izin verilmezken, Türkiye'de bu kabul edilir mi?

Bölgesel Güç

Yaklaşık 50 yıldır NATO'nun güneydoğu kanadının bekçiliğini üstlenmiş olan egemenlerimiz, SSCB'nin çöküşünden sonra kendilerine yeni bir işlev aradı ve çok geçmeden de buldu: Türkiye artık vazgeçilmez bir bölge ülkesiydi, merkezî idi, kenar ülke değildi. Bölgesel güç olmayı hakketmişti. Sözünü geçirmeliydi, yayılmalıydı, etkili olmalıydı. Şimdi, hariciye heyeti, sürekli ülkenin doğu ve batı medeniyeti arasında bir köprü oluşturduğunu vurgulamakta. "Tanıtım" adı altında kendisini daha mültifonksiyonel bir hizmetçi olarak pazarlamakta. 2001 yılı bütçesinde aslan payı "savunmaya" ayrılmış, hemen ikinci sırada "tanıtım" yer alıyor. Önümüzdeki 15 sene içerisinde TSK'nın modernizasyonu için tam 70 milyar dolar ayrılacak (Defense Week, 14 Şubat 2000, bkz. Le Monde Diplomatique, 9/2000). Bir taraftan devlet özellikle ABD ve Israil'in yardımıyla emperyalizmin emrine amade bir silahlı denetim gücü oluşturmaya çalışırken, bir taraftan kendisinin de emperyalist emeller peşinde olduğunu gizlemeye gerek duymuyor. Ama ...

ABD ve Avrupa emperyalizmi, Aralık 1999 Istanbul AGİK zirvesinden bu yana, "artık bizden birisiniz" diye yeşil ışık yaktığı halde, ve hemen sonra bu tutumunu Helsinki'de Türkiye'ye aday adayı statüsü tanıyarak pekiştirdiği halde, IMF'nin yaptırımlarını uygulatmaya başladıktan sonra, yan çizmeye başladı. Daha ABD seçimlerinden (ABD demokrasisinin dayanılmaz hafifliğinin ve Amerikan hegemonyasının bitkinliğinin bir göstergesi olarak dünya kamuoyunun gözleri önüne seren şu seçimlerden) önce, Türkiye'nin çok sadık ve vazgeçilemez bir müttefik olduğunu, ABD'nin ve AB'nin Türkiye'ye ihtiyacı olduğunu,sonuna kadar Türkiye'nin yanında olduğunu her fırsatta tazeleyen Clinton yönetimi, 14 Aralık'ta Brüksel'de yapılan NATO zirvesinde Türkiye'yi geri adım atmaya zorladı.

Ve emperyalizmin faal ve yetkin bir parçası olmak hevesiyle Türkiye, "ulusal çıkarlarımızın zarar görmemesi" (Bu "ulusal çıkarlar" acaba hangileri? Kimin çıkarları?) sebebiyle, "boyun eğmeliyiz diye bir durum yok. Biz de her ittifak üyesi gibi güvenlik çıkarlarımızın gerektirdiği şekilde pozisyonumuzu dile getireceğiz. Pozisyonumuzda geri adım atmamızı gerektiren bir durum yok" diyebiliyor. İşte şimdi olmadı; böyle olunca "senin daha boyun kaç, otur oturduğun yerde" derler, tabii daha diplomatik bir üslupla. Türkiye'nin global emperyalizmin çerçevesinde oynayacağı belli bir rol vardır ve bunun dışına da çıkamamalıdır. Ama yok eğer Türkiye, bu gerçeklere rağmen sizin kulüpten olacağım diye diretirse, o zaman belki birileri ...

Kıbrıs

AB eğer, ABD'den bağımsız, AGSK (Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği) çerçevesi içersinde kendine özgü bir saldırı sistemi oluşturmak istiyor olmasaydı (ilk temel olarak 60 000 askerlik Avrupa Acil Müdahale Gücü öngörülüyor) ve AB bu süreçte NATO ittifakı kuvvetlerine, ve dolayısıyla, özellikle SSCB'nin yıkılmasından sonra bu kadar stratejik bir öneme getirilen Türkiye'nin silahlı kuvvetlerine de ihtiyaç duymasaydı, aday adayı statüsünü rüyamızda da zor görürdük. Ama AB'nin niyeti açık; Türkiye, yeri ve zamanı geldiğinde askeriyle silahıyla gönderileceği yere gidecek, ama harekat planlama sistemini kullanma sürecinde karar mekanizmalarında yer almayacak. Ankara şimdilik AB'yi engelleyebilse de, kendini de en azından karar mekanizmaları konusunda "ulusal güvenliğini etkileyecek bölgelerde yapılacak operasyonlar" ile sınırladı ve gerginliği 2001 baharına erteledi. AB, ilerde istediği gibi kullanabileceği bir "stratejik partner" için, "AB'ye entegre edilme" sürecinde T.C.'ye çok fazla ödün vermek istemiyor. Durum öyle ki, T.C. ve AB, önümüzdeki aylarda Kıbrıs konusunda karşı karşıya gelecek. Kıbrıs konusunda düğümlenen ve özellikle ABD'nin de çıkarlarının söz konusu olduğu Doğu Akdeniz'de bu çıkar çelişkileri bir savaş halinde patlak verecek boyutlara getiriliyor. İsrail-Filistin çatışmaları bölgenin II. Dünya Savaşı'ndan sonra yeniden şekillendirilmek istendiğinin habercisi. Bu durumda emperyalizmin iki dev rakibinin, yani AB ve ABD'nin söz dinleyen ve aynı zamanda halkına da söz geçirebilen sadık bir müttefike ihtiyaçları var. Büyük bir ekonomik, siyasal ve sosyal bunalımın içinde olan, her, ama her anlamda ne ileriye ne geriye gidebilen, medeniyet(sizlik)lerin arasına sıkışmış, can çekiştiren bir Türkiye, emperyalizmin bu gereklerini karşılayabilecek mi acaba? Türkiye şimdi de, tıpkı 1980'lerden sonra olması gerektiği gibi, Özal'ın tabiri ile, emperyalizmin istediği gibi at oynattığı bir "istikrar adası" olmalı. Hatta bugün 1980'de olduğundan daha acil. Acaba böyle bir "istikrar" nasıl sağlanır? Bu işin bir yanı ... bir de yukarıda biraz açmıştık, bunun IMF boyutu var.

Türkiye bugün ekonomik krizin doruğunda. Onyıllardır halkın malını özel sermaye kesimine peşkeş çeken, kendini siyasi güç ile donatan bir rant kesimi yetiştirip besleyen devlet erki, şimdi tam palazlanmış ve "global player" mertebesine ulaşmış simsarlarını global rekabet gücüne eriştirmek için bu yapıyı daha fazla koruyamayacağını anlamıştı. Finansal reform yapılmalıydı. Bankalar yatırımcılar için daha güvenli hale gelmeliydi. Devletin ve yerli ve yabancı sermayenin likidite sorunu çözülmeliydi. İşte burada IMF ve onun tüm (öz-) eleştirilere rağmen her durumda tatbik ettiği Yapısal Uyum Programları devreye girdi. Her zamanki gibi neydi bu programın içeriği? Kamu harcamalarının, başta sosyal harcamalar olmak üzere, kısıtlanması, ücret artışlarının ve kamu personelinin sınırlandırılması; bütün bu politikalar "devletin etkinlik kazanması amacıyla küçülmesi", devletin "lean production" (yalın üretim) olayı ... Sonra tarım ve sanayide sübvansiyonların kaldırılması, sözüm ona bu sektörlerde global rekabet gücünü arttırmak için.

Düğme

İç pazarı başta AB'nin ucuz tarım ürünlerine ardına açan ve çiftçimizi sefalete sürükleyen, 1980'den sonra da uygulanan bu politika, doğal kaynakları zengin olan ülkemizi kısırlaştırmakla yetinmedi, kendi kendini doyuramaz duruma getirdi. Bütün bunlar, IMF'nin ülkeye borcunu ödetmek için döviz kazanmaya, emperyalizme uygun yatırım olanakları sunmaya yarayan, ama sözde ticaret açığını kapatmak ve ülkeyi refaha götürmek ve önünü açmak için düşünülmüş uygulamalar. Yani, Türkiye, bütün ekonomik olanaklarını bu hedefler için mobilize edecek, ve başarılı olduğu oranda da IMF'nin ve AB'nin sunduğu kredi imkanlarından yararlanacak. Peki, Türkiye'de her şeye rağmen, ve son cezaevi olaylarında da tüm dünyanın da belleğine kazınan emekçi devrimcilerin sınıfsal eylemleri, demokratik kitle örgütlerinin bu eylemlere desteği bu tablonun neresine sığar? İşte "istikrarlı" bir ülkede bunların olmaması gerekirdi. Böyle bir ortamda da "düğme" sorusunun yine gündemde olması hiç şaşırtıcı olmamalı. Düğmeyi bulduktan sonra basan da bulunur. Kaldı ki, ülkemiz de bu konuda epey bir tecrübeye sahip. "İstikrarın" eninde sonunda nasıl sağlanacağını bilenler var ülkemizde. Ama tecrübelerinden ders çıkarmış olan birileri daha olmalı.



Unutmayalım ki, devrimci cephenin bütünleşmesine engel olanların tarih önünde vebali büyüktür. Çünkü bu sadece Türkiye işçi/emekçi sınıfı değil, bütün dünya sınıfına ve özgürlük savaşı veren tüm dünya halklarına karşı olan sorumluluğumuzu hiçe saymak anlamına gelir. Bizi ayıran değil, birleştiren unsurların artık önem kazanması gerekirken, kendi içimizde yeni cephelerin açılmasına izin vermeyelim. Söylemde ve eylemde ortak platformda buluşmanın tam zamanı. O yüzden ben, ülkemizdeki son gelişmeleri hayra yoruyorum. Özgürlüğe tutsak olup, özgürlük aşkına ölüme gidenlere bir anıt olsun birliğimiz.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Can Çekişen Kapitalizm ve Düzenbaz Maliyeciler - Ozan Gökbakar
 NATO Emperyalizmin Zulüm Aygıtıdır* - James Petras
 Sınıf Mücadelesinden Bir Kesit - Ali Kaplan
 Rusya Sosyal Demokratlarının Görevleri - V. İ. Lenin
 TKP'nin Tarihsel İsim Hakkı - Sadık Varer
 Yolcu - Hasan Hüseyin Korkmazgil
 İktidar İkiliği Üzerine / V. İ. Lenin
 Özellikle Kendiliğinden, (Sınıf) Bilinçli Değil! / Anna İoannatou
 Sendikalara Yaklaşımda Kafa Karışıklığı / İbrahim Akseloğlu
 Kavramlarla Kapitalizm ve İktisat-3 / Özcan Solmazer
 Yeni Dünya Düzeni, Küreselleşme ve İdeolojik Görev / Bahattin Seven
 İran Tudeh Partisi'nin Kısa Tarihçesi I / M. Umidvar
 Devrimin Öğrettikleri / V. İ. Lenin
 Osman Can, Nabi Yağcı, Orhan Gazi Ertekin / Deniz Gönül
 Ulusal Gelir Kime Aittir / Ozan Gökbakar