Marks ve Engels'in teorisi
Panelimizin başlığı "Devrimci Teori ve İşçi Sınıfı Hareketi".
Devrimci teori derken temel öğelerinin çoğu 1848 Devrimleri sırasında Marks ve Engels tarafından dile
getirilen sistemli düşünceler, bulgular ve önermeler demetini kastediyoruz. Marks ve Engels'in izleyicileri bu düşünceleri
günümüze kadar geliştirdiler.
Aziz Çelik dostumuzun vurguladığı gibi, "sosyal mesele esastır,
emek sermaye meselesi esastır". Marks ve Engels'in Komünist Manifesto
adlı eserinin ilk cümlesi şöyle başlar: "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir." Yani
yazılı tarihten bu yana, bütün toplumlarda iki kesim var. Sömürenler ve sömürülenler. Bir tarafta, üretim araçlarına
sahip olanlar; bir tarafta üretim araçlarından yoksun olanlar, yoksun oldukları için de üretim araçlarına sahip olanlar
tarafından kullanılıp sömürülenler. Devam edip şunu söylüyor Marks ve Engels: "Çağımızın özelliği sınıf karşıtlıklarını
basitleştirmiş olmasıdır. Bütün toplum iki büyük sınıfa bölünüyor; piyasa ilişkilerinin gelişmesi sonucunda toplumun bir
kutbunda çoğunluğu oluşturan proleterler, işçiler, ücretliler çıkar; bir kutbunda da üretim araçlarının mülkiyetini gitgide
daha tekelcileşmiş bir şekilde elinde bulunduran burjuvalar, kapitalistler
"
Peki, bu sosyal meseleyi ortaya koyan bilginlerimiz kendi teorilerini nasıl
özetlemişler? En özet hâlde şunu söylüyorlar: "Bizim hedeflerimizle bütün öteki proleter partilerin hedefleri aynıdır.
1. Proletaryanın bir sınıf olarak oluşması, 2. Burjuva egemenliğinin yıkılması, siyasal gücün proletarya tarafından
ele geçirilmesi". Yani önce toplumun ezilen, sömürülen çoğunluğu tarafından bir siyasal devrim olacak, bunu kaldıraç
olarak kullanarak toplumsal ya da sosyal bir devrim yapılacak ve sömürüye son verilecek: "Bu anlamda, teorimizi tek bir cümlede
özetleyebiliriz; özel mülkiyetin kaldırılması, kapitalist özel mülkiyete son verilmesi". Komünist devrimci hareketi
geliştirenlerin en temelde söyledikleri bu. Kapitalist özel mülkiyete son vermek. Bunun devamında da diyorlar ki: "Bizim
çizgimizi savunanlar her yerde mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi desteklerler. Bütün bu devrimci
hareketlerde, o andaki gelişme derecesi ne olursa olsun mülkiyet sorununu o hareketin esas sorunu olarak ön plana çıkarırlar."
Kısacası, her dönemde mülkiyet sorununu esas sorun olarak ortaya çıkarmak, yani sosyal meseleyi esas almak.
Daha sonra bu teori yayıldı, işçi partileri kuruldu, köklü gelişmeler oldu. 20. yüzyıla geçerken Marksist teoriye
emperyalizm teorisi eklendi. Sosyal meselenin bütün dünya çapındaki gelişmesinde, sömürgecilikle bağlantılı olarak, bir
yanda gelişmiş ama bütün dünyayı sömüren büyük kapitalist, emperyalist ülkeler; diğer tarafta dünya halklarının
çoğunluğunun, nüfusun çoğunluğunun yaşadığı sömürge, yarı sömürge, yeni sömürge, bağımlı ülkeler bölünmesinin
ortaya çıktığını esas aldı emperyalizm teorisi. 1917 Ekim Devrimi ile sosyal meseleyi esas alan hareket Rusya'da iktidar oldu.
Ekim Devrimi'nin ardından da bütün dünyada işçi sınıfı
partileri, şu ya da bu şekilde, şu ya da bu ad altında, komünist partileri, işçi partileri, emek partileri, özgürlük
partileri adıyla- ama esas ağırlıkla bu çizgiyi izleyen partiler olarak ortaya çıktı. Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve yoldaşları,
89 yıl önce bu uğurda can verdiler. Buradaki insanlar da, genel olarak baktığımızda onların teorisini bir şekilde sürdürmeye
çalışan insanlar.
İşçi sınıfının siyasi hareketine baktığımızda tıpkı sendikal alanda olduğu gibi işçi sınıfının siyasi hareketinin de
parçalı olduğunu, katmanlaştığını, çok çeşitli eğilimleri içerdiğini söyleyebiliriz. Bir tarafta TKP, bir tarafta EMEP, bir
tarafta ÖDP, bir tarafta İKP, bir tarafta çok daha çeşitli partiler, yeni partileşmeye çalışanlar, çeşitli gruplar var.
İşçi sınıfının kendi içinde nasıl etnik temelde, meslek temelinde bölünmeler, hatta mezhep temelinde belli eğilimler
varsa, siyasi harekette de Marksist teoriyi yorumlama konusunda farklılıklar var, yaklaşım farklılıkları var.
Üç eğilim
Ben özel olarak biraz önce kısaca değindiğim temel noktalar
açısından üç harekete, üç eğilime değinmek istiyorum. İçinde
bulunduğumuz somut koşullarda bunun anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Bir yandan Tekel işçilerinin mücadelesi devam ederken, çok yaygın olarak direnişlerin olduğunu, taşeron işçilerinin harekete
geçtiğini, sınıfın henüz bir bütün olarak harekete geçmeyi başaramasa bile yaygın olarak tepkiler gösterdiğini söylediğimiz
dönemde, üç eğilime değinmek istiyorum.
Bunlardan birisi: "Yeni Sol Parti Girişimi". Bu harekette yer alan
insanların çoğu işçileri emekçileri yakından ilgilendiren kurumların yöneticileri. Kim var mesela yeni sol parti girişiminin
içinde? DİSK'in yöneticileri, hepsi değil, bir kesimi, KESK'in yöneticileri var. Ben Eğitim-Sen üyesiyim. EğitimSen'in
başkanı Zübeyde Kılıç bu hareketin içinde görünüyor.
Eğitim-Sen KESK'e bağlı biliyorsunuz, KESK'in başkanı Sami
Evren de bu hareketin içinde yer alıyor. Başka kimler var? ÖDP'den
ayrılan Ufuk Uras ve arkadaşları var. 10 Aralık Hareketi var.
Hüseyin Ergün'ün başkanlığındaki SHP var. Ayrıca, Alevi
hareketi var, Alevi-Bektaşi Federasyonu başkanı Ali Balkız ve Pir
Sultan Derneği başkanı Fevzi Gümüş de bu hareketin içinde.
Yaygın bir temeli var bu girişimin. Bir noktayı vurgulamak
isterim. Ben burada kimi isimlere değiniyorum ama bu isimlere
değinmek hiçbir şekilde somut şahıslara yönelik herhangi bir
şey söylemek anlamına gelmiyor. Burada esas olarak bir düşünceyi,
bir eğilimi ele alıyoruz. Hiç kimseyle ne kişisel bir meselemiz
olabilir, ne de kişilere bağlayabiliriz bir takım eğilimleri.
İkinci
ele alacağımız hareket Kürt ulusal hareketi. Kürt halkının
yaygın bir kesimini ve Türkiye şçi sınıfının Kürt kesimini
etkileyen bir hareket. Şu anda Kürt ulusal hareketi, onun politik
uzantıları Türkiye'deki en yaygın, en güçlü muhalif politik
hareket durumunda.
Üçüncü
olarak da, daha önce adı Sosyalist İktidar Partisi olan, SİP olan
çevreye değineceğim. Şu anda TKP adıyla eylemlilik gösteren ve
köklü bir hareketi sürdürdüğü iddiasıyla ortaya çıkmış
olan bu çevre, bu toplantıyı düzenleyen gelenekle bir bağlantısı
olmadığı hâlde, TKP adını kullanıyor.
Yeni
sol parti girişimi
Birinci
eğilime, Yeni Sol Parti Girişimi'ne geçelim. Yeni Sol'u
oluşturanlar, tekrar hatırlatıyorum, ÖDP'den ayrılan Ufuk Uras
ve arkadaşları; 10 Aralık Hareketi; SHP; Alevi hareketi. Ayrıca,
feminist hareketten, değişik çevrelerden insanlar da var tabii ki.
Bu grupların söylemlerine bakalım isterseniz. Ufuk Uras'ı
biliyoruz, milletvekili. Onun adaylığını koyduğu bölgede oturup
da bugün burada bulunan insanlar da seçilmesi için oy
vermişlerdir.
I.
Ufuk Uras ve arkadaşları
Ufuk
Uras'ın akılda kalan en belirgin söylemi 3M formülü ya da 3M
teorisi. 3M tam çağımıza uygun, reklamcılığa uygun kısa bir
formül. Marks'ı, Muhammed'i, Muhammed peygamberi ve
Mustafa Kemal'i birleştiriyor, ortaya 3M çıkıyor. Üç ismin
üçü de tesadüfen "M" ile başlıyor, gördüğünüz gibi.
Marks, Muhammed, Mustafa Kemal. Bu isimleri birleştirirsek
Türkiye'de hem demokrasiyi hem özgürlüğü sağlayacak, belki
bizleri çok daha ileri noktalara götürecek bir güç yaratabiliriz
diye bir düşüncesi var Ufuk Uras'ın. Çok çeşitli yerlerde
dile getiriyor.
Birinci
"M" Marks oluyor. Marks! Bildiğimiz Marks! Yani materyalizmi
benimseyen, diyalektiği kabul eden, toplumun kökten değişmesi
gerektiğine inanan, komünizmi savunan, başta özetlediğimiz
teorileri oluşturan kişi. İkinci "M" Muhammed peygamber.
Muhammed peygamber tabii ki dinin temsilcisi. Din, biliyorsunuz,
tarihin en eski ideolojisi. Yani en köklü, en eski, insanlıkla
beraber ortaya çıkmış bir ideoloji, bir inanç sistemi. Çok
yaygın. Ve bütün çağlar boyunca mülk sahipleriyle çok iç içe
geçmiş olan, esas işlevi mülkiyeti
benimsemek ve benimsetmek, inananlarını egemenlere boyun eğdirmek
olan, zaman zaman farklı yorumları olmuşsa da esas işlevi,
mülkiyeti korumak olan bir ideoloji. Din olduğuna göre, tanrı
inancı olduğuna göre, materyalist değil, idealist tabii ki.
Üçüncü "M" Mustafa Kemal. Mustafa Kemal de Türkiye'de
etkili olan bir ideolojinin, Kemalizm'in kurucusu. Din kadar ya da
Marksizm kadar büyük bir ideolojinin temsilcisi değil. Kemalizm
daha küçük, daha orta boy bir ideoloji. Şu sıralar egemenler
arasında bu konuda farklılaşmalar meydana gelse de, belli
tartışmalar olsa da, dinsel ideolojinin ağırlığı gitgide artsa
da, Nakşibendilik-Nurculuk yükselişte olsa da, Kemalizm, içi
dinle doldurularak, Türkiye burjuvazisinin resmî ideolojisi olmaya
devam ediyor.
Dolayısıyla
birbirinden çok farklı nitelikte olan şeylerin birleştirilmeye
çalışıldığını görüyoruz burada. 3M formülünde eklektik
bir yaklaşım var. Niteliksel olarak bu kadar farklı öğeler
bağdaşır mı birbiriyle? Bağdaşmaz. Yani bu kadar ters şeyler
söyleyen, biri materyalist, biri idealist, biri mülkiyeti ortadan
kaldırmayı esas mesele olarak alıp, biri de tam tersini söyleyen,
biri kapitalizmi, biri komünizmi savunan öğelerden bir yere
varılabilir mi? Herhâlde varılamaz.
Profesör
Ahmet İnsel'i biliyorsunuzdur. Sol eğilimli, sol liberal
eğilimli, "Radikal İki Solculuğu" diyebileceğimiz bir
çizgide. Onun yakınlarda verdiği bir demeç var. Yeni Sol
hareketin düzenlediği bir toplantıda konuşmuş. Belki duymuş
veya okumuşsunuzdur. Diyor ki: "Sınıf temelli söylemlerin
bırakılması gerekiyor." Günümüzde bir çözüm olması için
Türkiye'de sınıf temelli
söylemlerin bırakılması gerekiyor. Öyle buyurmuş. Sınıf
temelli söylemleri bırakacağız. Sınıf temelini bir yana
bıraktığımızda "sosyal mesele"yi ön plana getirebilir
miyiz? Tabii ki, getiremeyiz.
Ufuk
Uras yine aynı toplantıda -Ahmet İnsel, Nil Mutluer ve Ufuk
Uras'ın konuşmacı olduğu Kadıköy toplantısından söz
ediyorum, konuşma metinlerini Turnusol'da, başka sitelerde
bulabilirsiniz- demiş ki: "Devrimcilerin ve reformcuların
birlikte mücadele edebileceğine inanıyorum. Hatta reformların
bazen en büyük devrimler olabildiğine inanıyorum." Reformlar en
büyük devrimlerdir. Yani sınıf temelini bırakalım ve reformları
en büyük devrim sayalım diye buyuruyor.
Sınıf
temelli hareketleri bırakalım diyen kişilerin söylediklerini
burada sizlere aktarırken, benim aklıma Tekel direnişi geliyor.
"İşçi sınıfı", diye konuştu demin işçi arkadaşımız,
değil mi? "Tekel direnişi, açık seçik bir olgudur. Bu sorun
artık sadece Tekel işçilerinin sorunu değildir. Çok daha yaygın,
bütün sınıfın, bütün işçilerin, bütün emekçilerin ve
bütün dünyanın sorunudur", diye de çok güzel anlattı.
Geçenlerde ben televizyonda bir programa rastladım. Siz de biliyorsunuzdur.
Türkan Şoray NTV'de bir program yapıyor. Bu programda geçenlerde
"Aşk ı Memnu, herkesin dizisi" deniliyor ya, burada bulunan epeyce insan da herhâlde izliyordur bir şekilde Aşk ı
Memnu'nun oyuncularından Nebahat Çehre ile sinema tarihi ve Türk
sineması üzerine bir konuşma yapıyor. Söz döndü dolaştı, Yılmaz Güney'e geldi. Nebahat Çehre dedi ki: "Yılmaz Güney'in
en büyük özelliği, işçi sınıfını çok iyi anlatmasıydı. İşçi sınıfını çok iyi anlatır, işçi sınıfını çok
güzel verirdi". Türkan Şoray da onu destekledi. "Ah! Evet, evet! İşçi sınıfını çok güzel verirdi." dedi ve devam
etti: "ama benim içim yanıyor. Herkesle oynadım, bu kadar filmim
var. Yılmaz Güney'le oynamadım." Yani bir tarafta milletvekili Ufuk Uras, profesör Ahmet İnsel, sınıf temelli söylemleri
bırakalım diyor; ama diğer tarafta Türkan Şoray, Nebahat Çehre gibi popüler sinema oyuncularının içinden böyle bir
değerlendirme yapmak geliyor.
Yeni Sol Parti Girişimi'nde ÖDP'den ayrılanların temsilcisi olarak
görebileceğimiz kesimin söyledikleri işte bunlar.
II.
10 Aralık Hareketi
Gelelim
10 Aralık Hareketi'ne. 10 Aralık Hareketi içinde DİSK'in kimi
yöneticileri de var. Süleyman Çelebi de var, bildiğim kadarıyla.
Onların sözcüsü Profesör Burhan Şenatalar arkadaşımız. O
daha önce 10 Aralık Hareketi'ni ilan ederken yaptığı basın
toplantısında şunu söylemiş: "Sol kanattan anladığımızın
ne olduğu önemlidir." Yani sol kanat derken ne anlayacağız?
"Anladığımız, kollektivizme inanan ve piyasa ekonomisini
reddeden sol ise onlarla yolumuz ayrılıyor." Yani Burhan
Şenatalar'ın solu kendi yolunu çizerken kollektivizme
inanmayacak, piyasa ekonomisini reddetmeyecek, benimseyecek. "
Ancak
sol kanattan kastedilen ÖDP gibi seçeneklerse bu girişimde yerleri
vardır ve çok şey de katarlar." O sırada o toplantıda bulunan,
galiba o sırada başkan yardımcısı olan Hakan Tahmaz arkadaşımız
itiraz etmişti "Hocam, siz ne bizim programımızı okuyorsunuz,
ne kararlarımızı okuyorsunuz, bizim piyasa ekonomisi ile ilişkimiz
falan yoktur, biz başka bir şey söylüyoruz."
İşte
Burhan Şenatalar'ın, 10 Aralık Hareketi'nin yaklaşımı.
Bildiğiniz gibi, daha sonra Ufuk Uras'lar ÖDP'den ayrıldı. Bu
iki grup Yeni Sol Parti'de birlikte olabileceklerini düşündüler.
III.
SHP: Hüseyin Ergün ve arkadaşları
Sıra
geldi SHP'ye. SHP Başkanı Hüseyin Ergün daha önce Cem
Boyner'in Yeni Demokrasi Hareketi'nde -yaşı yeten arkadaşlar
hatırlayacaklardır- çok yetkili pozisyondaydı. Cem Boyner seçimde
başarısız olunca başkanlığı ona bırakmıştı. Önemli bir
isim. Neşe Düzel'e verdiği demeçler var.
Diyor
ki: "Bence üretim araçlarının kamulaştırılması, merkezî
planlama, işçi sınıfının iktidarı gibi tanımlar pek anlamlı
değildir. Çünkü işçi sınıfı demokratik bir sınıf olabilir
ama ilerici bir sınıf değildir." Dikkat, "ilerici bir sınıf
değildir işçi sınıfı". "Niye? Ne demek istiyorsunuz?"
diye soruyor Neşe Düzel.
Hüseyin
Ergün'ün yanıtı şöyle: "Bir takım haklar talep ettiği
için demokratik olduğunu söyleyebiliriz. Fakat işçi sınıfı
ilerici değildir. Çünkü işçi sınıfı üretim güçlerini
geliştirme peşinde koşmaz. Aksine bu konuda muhafazakârdır.
Mesela, hiçbir sendikanın üretim gereçlerini geliştirmek gibi
bir talebi yoktur. Bilgisayarın üretim sürecine girmesini istemez.
Bu direnç de ilericilik demek değildir tabii. Bu direnç
tutuculuktur, muhafazakârdır."
Bilgisayarın
üretim sürecine girmesini istemeyen bir kişi var mıdır acaba bu
salonda? Hiç sanmıyorum. Sendikalar, "A! Bilgisayar giriyor
üretim sürecine, bu çok kötüdür" derler mi? İşçiler böyle
der mi? Tekel işçileri bunu der mi? İtfaiye işçileri der mi? Ben
hiç sanmıyorum. Ama böyle bir şeyi söyleyebiliyor.
Fırsatı
yakalamış ya Neşe Düzel, soruyor: "Peki ekonomide özgürlükçü
olmayan bir sınıf
" Dikkat edelim, işçi sınıfından söz
ediliyor: "
siyasette özgürlükçü olabilir mi?" Hüseyin
Ergün cevap veriyor: "Nihai olarak olunamıyor ve olamıyor da
zaten. Ulusalcılığa ve milliyetçiliğe kaydıkları görülüyor.
İşçi sınıfının siyasette özgürlükçü olamayacağı
özellikle sosyalist ülkelerde ortaya çıktı. Zaten Sovyet sistemi
milliyetçiliği, devletçiliği pompalayan bir sistemdi." Yani
sadece ekonomide tutucu değil, siyasette de tutucu ve gerici demek
istiyor.
Devam
ediyor. "Niye böyle?" diye soruyor Neşe Düzel. Hüseyin Ergün
de diyor ki: "Çünkü sol, iktisadın temel kuramlarını yok
sayıyor. Yani piyasayı yok sayıyor. Piyasayı reddettiğiniz zaman
doğal ortamda işleyen bir mekanizmayı ortadan kaldırıp yerine
her şeyin merkezden planlamayla yapıldığı, üretimde kalitenin
ve çeşitliliğin hiç hesaba katılmadığı uydurma yapıntı bir
mekanizma koyuyorsunuz ki, adına sosyalizm dedikleri bu sistem de
sonunda dünyada iflas etti zaten."
Burada
ne gibi gerici çarpıtmalar olduğunu hemen görüyorsunuz. Piyasa
sistemi son derece doğal giden bir şeymiş. Buna karşı bir
planlama girişimi, yani insanların özne olarak davranmaları,
kendi kaderlerini belirleyebilecek şekilde harekete geçmeleri
uydurma, yapıntı bir mekanizmaymış ve zaten iflas etmiş.
Ve
devam ediyor Hüseyin Ergün, emperyalizm meselesine geliyor: "Bir
kere Türkiye'de emperyalist bir güç yok. Yani Türkiye'yi
sömüren yabancı bir güç yok." Oysa ben Tekel işçilerinin
bildirilerinde görüyorum: "Sigara tekelleri uğruna Tekel'i
özelleştirdiler, Türkiye piyasasını teslim aldılar. Bizi
sömürüyorlar" diye haykırıyorlar. Hüseyin Ergün ise,
"Dünyada emperyalizm tarafından sömürüldüğü için geri
kalan hiçbir ülke yoktur." diyor. Yani, ona göre emperyalizm
yok. Emperyalizmin suçu yok. Bitmedi, devam ediyor Hüseyin Ergün:
"Bizim yapacağımız batının sermayesini, teknolojisini, üretim
ve yönetim bilgisini mümkün olduğunca çok almaktır. Bu da öyle
emperyalizm hikâyeleriyle yapılabilecek bir şey değildir."
Emperyalizm hikâye! "Bu yüzden de emperyalizm sloganlarının içi
boştur. Emperyalizme hayır demek aslında hiçbir şey dememektir."
Emperyalizm yok. Emperyalist sömürü yok. Emperyalistler
sömürmezler. Hele Türkiye'de bunlar zaten yok.
Hüseyin
Ergün dur durak bilmiyor. Mehmet Ali Aybar'ı ve Behice Boran'ı,
TİP'i ayırarak Türkiye soluna suçlama getiriyor: "Türkiye
solu genel olarak bir punduna getirsek de şu askerlerle birlikte
iktidara gelsek düşüncesi içindedir."
Var
mı aranızda "bir punduna getirelim de askerlerle birlikte iktidar
olalım" diyen? Benim burada bildiğim, tanıdığım, askerî
dönemlerde, 12 Mart, 12 Eylül dönemlerinde epey yıllarını
hapiste geçiren, en azından kaçak kalan, sağlığından olan epey
insan var. Böyle bir düşünceniz var mı? Ama Hüseyin Ergün bunu
söyleyebiliyor. Devam ediyor: "Bizde çağdaş solu oluşturmak
lazım. Geleneksel solu bırakmak lazım. Çağdaş solu oluşturacak
da bir temelimiz var. 10 Aralık Hareketi var, ÖDP'den ayrılanlar
var, demokrat Kürtler var, Aleviler var, kadın hareketi var."
Hüseyin Ergün hâlinden çok memnun.
Yeni
Sol'da Ufuk Uras ve arkadaşlarının çizgisini gördük, 10
Aralık Hareketini gördük, SHP'yi gördük.
IV.
Alevi Hareketi
Alevi
hareketi adına neler söyleniyor peki? Alevi Hareketi adına Ali
Balkız'ın, Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı'nın
söylediklerine bakalım. Yine Neşe Düzel'in onunla yaptığı
bir söyleşiden alıntı yapacağım. Neşe Düzel işini iyi bilen
bir basın mensubu olduğu için hep böyle ilginç şeyler söyleyen
kişileri öne çıkarıyor.
Neşe
Düzel soruyor: "Sizin hem sünni, hem Kemalist olan devletle
ilgili düşünceniz nedir?" Ali Balkız cevap veriyor: "Aleviler,
Mustafa Kemal Atatürk'ü büyük kurtarıcı olarak görürler.
Alevilik inancında reenkarnasyon vardır. Yeniden dünyaya gelme
vardır. İnsan ölmez, başka bir canlının görünümünde yeniden
dünyaya gelir. Aleviler, Hz. Ali Mustafa Kemal Atatürk olarak
zuhur etti, geldi' diye inanırlar. Bizi ancak böyle biri bu
zulümden kurtarabilir' derler. Aleviler Atatürk'ü
mitleştirmişler."
Ali
Balkız bunları bir eleştiri olarak ya da bir nesnel gözlem olarak
söylemiyor. Kendisi de buna inanıyor ve diyor ki zaten: "Alevilerin
yüzde 99'u solcudur. Aleviler Kemalisttir. Aleviler Avrupa
Birliği'nin özgürlük, demokrasi, laiklik kriterlerini
benimserler. Zaten Atatürk'ün de hedef gösterdiği şey bugünkü
AB'dir." Öyle anlaşılıyor ki, 3M teorisinde, Marks, Muhammed,
Mustafa Kemal derken herhâlde Muhammed peygamberin ve Mustafa
Kemal'in yanına Hz. Ali'yi de eklemek lazımmış. Yani Hz.
Ali'nin Mustafa Kemal olarak zuhur etmiş olduğuna inanan bir
hareket de Yeni Sol Parti'nin parçası.
Şimdi, denilebilir ki, "Abartmayın, canım! Bunlar parçalar." Tabii ki
parçalar. "Bunların birliğinden ne çıkar, diye bir bakalım."
Doğru, mantık bunu gerektirir. Ben de öyle yapmaya çalıştım.
Hepsinin bileşkesi ne oldu diye baktım. Bütün bu gruplar, bu
çevreler bir araya geldiler. Ortaklaşa ne çıkardılar? Ve ne
yaptılar? Geçen yazdan beri, programlarını zaten görüyorsunuzdur.
Çeşitli bildirgeler yayınladılar. En son "Yeni Sol Programatik
Bildirge" başlıklı bu bildirgeyi geliştirmişler. Verilen
bilgiye göre, bildirgenin yazılması 17 Ocak'ta bitmiş,
Turnusol'da 25 Ocak 2010 Pazartesi günü tartışmaya sunulmuş.
V. Ortak Bileşke: Yeni Sol Programatik Bildirge
Yeni Sol Programatik Bildirge" başlığının altında şöyle yazıyor:
"Toplumsal adalet ve demokratikleşme için demokrat, eşitlikçi
ve özgürlükçü bir siyasal hareket". Amaç bu. Elimizdeki metin
uzun bir metin, ilk hâline göre epeyce geliştirilmiş. Burada
neler var, neler yok diye şöyle bir baktım. Bu bildirgenin belli
kavramlarla, belli terimlerle ilişkisini vermek üzere sonucu
özetliyorum size. Bu metinde "işçi sınıfı" diye bir kavram
hiç geçmiyor. Hiç yok. "İşçilerin sendikal mevzuatı" diye
bir cümle içinde işçi kelimesi bir kere geçiyor. "Devrim ve
sosyalizm" zaten geçmiyor. Yani bu kadar girizgâhtan sonra
herhâlde bu kavramları beklemezsiniz. Şaşıracak mısınız
bilmiyorum ama "emperyalizm ve emperyalist" kelimeleri,
kavramları hiç geçmiyor. Hiç! Sıfır! "NATO" hiç geçmiyor.
"Kapitalizm" iki yerde geçiyor. "Kapitalist" kelimesi hiç
geçmiyor. "Mülkiyet" kelimesi hiç geçmiyor. "Özel
mülkiyet" zaten geçmiyor.
Bunlara
bağlı olarak belli kavramları tekrar aradım. "Kamulaştırma"
diye bir şey hiç geçmiyor, "millileştirme" diye bir şey
geçmiyor, "özelleştirmeyi tersine çevirme" diye bir şey hiç
geçmiyor, "kamu mülkiyeti" diye bir şey geçmiyor, "tekel ve
tekelleşme" diye bir şey hiç geçmiyor. Başka ne gelebilir
aklınıza? NATO! "NATO" hiç geçmiyor. "NATO üyeliği"
diye bir kavram da yok. Hiç yok! Yani koca bir bildirge üretilmiş,
çok ayrıntılı, çok parlak şeyler yazılmış, ama bunlar hiç
geçmiyor. "Üs" kelimesi, Amerikan üsleri, NATO üsleri,
İncirlik falan diye de bir şey geçmiyor. "Burjuvazi, proleter,
proletarya" tabii ki geçmiyor. "Amerika" geçmediği gibi
"İsrail, Filistin, siyonizm, sömürge ve sömürgecilik" de hiç
geçmiyor.
Bilmiyorum
bu bilgiler yeterince açıklayıcı mı? Sözü geçen dört çevre
ve başka çevreler bir araya gelmişler. Bir araya gelenlerin içinde
sosyalist harekette önemli katkılarda bulunmuş insanlar olduğunu
da biliyoruz. Ama ortaya çıkan bileşke bu. Ortak payda bu.
Biz
buradan nereye varabiliriz? Sosyal meseleyi esas alan bir harekete
varılabilir mi buradan? Hayır, herhâlde varılamaz. Bu konuyu bir
tarafa bırakırsak, demokratikleşme anlamında bildirgede belki de
güzel öneriler vardır. Ama siz mülkiyete, özel mülkiyete,
kapitalist mülkiyete, emperyalizme, emperyalizme bağımlı olmaya,
tekellere, tekelleşmeye, tekelci burjuvaziye değinmezseniz
demokratikleşme gerçekleşebilir mi? O parlak önerileriniz hayata
geçer mi hiç?
Yeni
Sol konusunda söyleyeceklerimi bitiriyorum. Az önce Ufuk Uras'ın
3M'sini oluşturan Marks, Muhammed, Mustafa Kemal bileşenlerinden
söz etmiştik. Muhammed peygamber bileşeni bildirgede bakın
kendini nasıl gösteriyor.
Din
dersinin zorunlu olduğunu biliyoruz. Zorunlu din dersinin
demokratikleşme ve laiklik açısından, düşünce ve inanç
özgürlüğü açısından ne büyük bir bela olduğunu hepimiz
zaten söylüyoruz. İnanmayanlar söylüyor, başka dinlerden
mezheplerden olanlar söylüyor, Aleviler söylüyor. Alevi hareketi
de Yeni Sol'un parçası zaten. Ama Yeni Sol'un ortak paydasında
bakın ortaya ne çıkmış, somut madde olarak: "Tüm okullarda
zorunlu olan din kültürü dersleri eğitimin belli bir aşamasında
isteğe bağlı hâle getirilmelidir." Tekrar ediyorum: "Tüm
okullarda zorunlu olan din kültürü dersleri eğitimin belli bir
aşamasında..." hangi aşama yazılmamış ama belli bir
aşamasında "...isteğe bağlı hâle getirilmelidir."
Buradan
ne anlıyorsunuz? Din dersi zorunlu olacak. Zorunlu olacak ama belli
bir aşamada da isteğe bağlı hâle dönüştürülecek. Bu
olabilir mi? Böyle bir şey olabilir mi? Laiklik falan da kalmamış
burada. Devrimden, sosyalizmden diğer değerlerden vazgeçtik,
laiklik de kalmamış, atılmış. Zorunlu din dersi de olacak, öyle
mi? Benim kızım küçükken bir gün koşarak, ağlayarak eve
gelmişti: "Anne sen niye başını örtmüyorsun? Niye namaz
kılmıyorsun? Baba sen niye namaz kılmıyorsun?" "Niye kızım?"
"Allah başımıza taş atacak! Allah başımıza taş atacak!"
diye ağlamıştı korku içinde. Biz gidip din dersi öğretmenini
protesto etmiştik.
Siz
bu ilkesizliğe izin verecek misiniz? Gericiliğe bu kadar taviz
verecek misiniz? Gericiliğe bu kadar teslim olmuş, bu kadar geri
bir belge üretip Yeni Sol adına programatik bildirge olarak
yayınlıyorsunuz. Olmaz ki!
İşçi
sınıfı hareketinde, sosyal meseleyi esas alanlarda böyle bir
eğilim olursa biz nereye varırız? Bu eğilimin sınıfı
birleştirmek adına, solu birleştirmek adına, solu şu ya da bu
şekilde ilerletmek adına bir katkısı olabilir mi? Tekel işçileri
bu tavizi vererek bir şey kazanabilir mi acaba? Taşeronda çalışan
işçilerimiz bir şey kazanabilir mi? Biz bu anlayışla Türkiye'yi
daha özgür, daha demokrat hâle getirebilir miyiz? Karar sizin.
Yeni sol için söyleyeceklerim bunlar.
Kürt
Ulusal Hareketi
Kürt Ulusal Hareketi şu an Türkiye'nin en politik hareketidir.
Türkiye'de en yaygın muhalif harekettir, devrimci demokratik sosyal muhalefet anlamında. Parlamento'da grupları var, birçok
belediyede yetkililer, siyasal temsilcileri tutuklanıyor, upuzun bir
savaşın ürünü olarak bölgede çoğu yerde etkililer.
İmralı'nın
söylediklerine bakalım. Çünkü söylenenler Türkiye sosyalist
hareketini, Türkiye işçi sınıfı hareketini belli oranda
etkiliyor. İmralı değerlendirme yaparken özeleştirel bir şekilde
diyor ki:
" Biz
yeni dünya düzenine uyum sağlamakta geciktik. Demokrasinin
erdemlerini yeni anlamaya başladık. Ama bu yolda yürümeye
kararlıyız. Sovyet sisteminin çözülmesinin başta doğu Avrupa
olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde demokrasiye yol açtığını
biliyoruz. Birey özgürlüğüne değer veren Amerika'nın
sapasağlam ayakta olduğunu görüyoruz. Ama bireyi geliştirmeyen
totaliter sosyalizmin yıkıldığını da biliyoruz. Demokrasi 20.
yüzyılda faşizmin total, amansız diktatörlüğüyle zıt yöndeki
reel sosyalizmin totaliter rejimlerine karşı direnerek yüzyılın
sonunda kesin zaferini ilan etti.
" Toplumun
yüceltilmesi gereken ifadesi olarak ben, devlete saygılıyım ve
bağlıyım. Sorunların çözüm dili asla isyan veya devrim olamaz.
Barış içinde anayasal evrim yolunun geçerli olduğunu gördüm.
20 yüzyılın sonu bunu böyle emrediyor. Üniter devlete
inanıyorum. Siyasi kimlik değil, demokratik ve kültürel kimlik
istiyorum. Misak ı Millî'nin gereklerinin çağdaş ölçüler
içerisinde geliştirilmesine, yani büyütülmesine çalışmayı
taahhüt ediyorum. Türkiye iç barışından aldığı güçle
bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşabilir, ben bunu
arzuluyorum. Ortadoğu'da liderlik dönemi başlarsa, bu sorunu
çözünce, Orta Asya'dan Balkanlar ve Kafkasya'ya kadar etkili
olmak da mümkün olur. Türkiye'nin genel ekonomik yapısının
bölge olanakları kadar Ortadoğu'ya da taşırılmasıyla
gerçekten bir hamle sürecine girilebilir. Yasal sürecin
işlemesiyle devletle bütünleşmek için ben ve taraftarlarım her
şeyi yapar" diye devam ediyor. Söylenenlere bir daha bakalım.
Anayasal evrim yolu geçerli; Amerika sapasağlam ayakta. Niçin?
Çünkü birey özgürlüğüne önem veriyor. Sosyalizm totaliter
bir diktatörlük ve zaten yıkılmış. Toplumun yüceltilmesi
gereken ifadesi olarak devlet var ve ona saygı duyulmalı.
Amerika'nın
Irak'ı işgal ettiğini biliyoruz ve bu işgal hâlâ devam
ediyor. İşgalin birinci yıldönümünde Kürt ulusal hareketi bir
bildiri yayınladı ve dedi ki: "Amerikan emperyalizminin bölgeye
yerleşmesi tarihsel bir fırsattır. Bu fırsattan yararlanmalıyız."
Bunu anlatırken de
"
demokratik bir sömürgecilik olabilir"
sömürgeciliğin demokratik olabileceği gibi bir düşünceyle
karşı karşıyayız "
ve biz bunu geliştirmeliyiz, bunun
yarattığı fırsatları elimize almalıyız."
İmralı'nın
28 Ekim'de, yani Kürt Açılımı başladıktan sonra avukatlarına
verdiği bir demeç var, Fırat'ta yayınlandı. Orada
söylediklerine çok kısaca değineceğim fakat hepsini almayacağım.
Marks, Lenin değerlendirmeleri. Marks için: "Marks İngiliz
ajanıdır demiyorum ama objektif olarak İngiliz politikalarına
hizmet etmiştir. Alman sosyalistleri, komünistleri de Marks'ı bu
yüzden hiç sevmezdi. O nedenle Almanya'da Komünizm yerine
milliyetçilik gelişmiştir."
" Lenin
sosyalist devlet üzerine kafa yoruyordu fakat Proudhon, Kropotkin,
Bakunin, bunlar devleti daha iyi tahlil etmişlerdir. Ama bugünkü
gelişmelere bakarsak Kropotkin haklı çıkmıştır... Öncesinde
Sovyetler Birliği objektif olarak kapitalizme hizmet eden bir
yerdi... Devletin Sosyalisti olmaz, Sosyalist devlet de olmaz. Baskı,
sömürü, zorbalığın kaynağı devlettir. Ama tümüyle kötü
demiyorum, iyi yanları da var, demokratik hukuk devleti olursa."
Hukuk devletini benimserse o devlet iyidir, ama emekçilerin kendi
kendini yönetmesine dayanan sosyalist devlet isterseniz kötü.
Buradan da zaten radikal demokrasi teorileri çıkıyor sahneye.
Bunun
uygulaması ne oluyor? Uygulamada Kürt Açılımı diye bir şey
yaşadık, yaşıyoruz. Kürt Açılımı'nın ne anlama geldiğini
görüyoruz. Bugün bölge belediye başkanlarının, yöneticilerinin
birçoğu içeri alındı KCK operasyonuyla. Türkiye tarihinin en
büyük siyasi davalarından biri olmaya aday bir tutuklama
kampanyası sürüyor. Yani silahla, şiddetle işi olmayan,
tamamıyla yasal demokratik zemindeki tıpkı eski TKP davaları
sırasında 141. 142. maddelere sokulan eylemler gibi
kurumlarla ve kişilerle ilgili olarak büyük tutuklamalar
yapılıyor.
Barış
konferansları yapılıyor bu aralarda. Muhatap, aracı olabilecek
kişiler olarak buralara kimlerin çağırıldığına bakalım:
Cevat Öneş (eski MİT başkan yardımcısı), Cengiz Çandar, Hasan
Cemal, İlter Türkmen, Ertuğrul Özkök. Yurtdışından gelen
uzmanlar oluyor, Amerikalılar, İngilizler. Amerikalıların nerede
çalıştıklarına bakıyorsunuz. CİA'da ya da ona bağlı
örgütlerde çalıştıklarını gururla söylüyorlar. Bu eğilimle
olumlu bir yere gidilir mi? İşçi sınıfı adına, sınıfın
birliği adına, Türkiye'nin daha ileriye gitmesi adına, toplumun
ilerlemesi adına, Kürt halkının özgürlüğü ve eşitliği
adına, bir yere gidilir mi?
SİP
TKP adını kullanan bu çevrenin şöyle bir tespiti var: Türkiye
emperyalizmin saldırısına uğramıştır. Emperyalizm eskiden
soğuk savaşta Türkiye'yi kullanmıştır, şimdi de Türkiye'yi
dağıtmaya, bölmeye, parçalamaya karar vermiştir. Türkiye
emperyalizm tarafından bölünüp parçalandığı için şu
sıralarda Türkiye Cumhuriyeti emperyalizme karşı savunulması
gereken nesnel bir dirençtir. Eğer biz Türkiye Cumhuriyeti'ni
nesnel bir direnç olarak savunmazsak, ne özelleştirme, ne işçi
hakları konusunda bir şey söyleyemeyiz.
Dolayısıyla yurtseverliğe sarılmak zorundayız,
yurtseverliği sürdürmek zorundayız.
Bu
tespite bağlı olarak da Ergenekon davasında tutuklananları
sayısız bildirileri var bu konuda Amerikan emperyalizminin
hesaplarına karşı çıkan kişiler olarak değerlendiriyor. Tabii
Ergenekon'da gözaltına alınanlar içinden örneğin eski YÖK
Başkanı Kemal Gürüz çıkıp, "Amerikan emperyalizmi diye bir
şey yoktur. Ben sapına kadar Amerikancıyım" diyor.
SİP'te
milliyetçi-ulusalcı çizgiye yönelme, Kemalizm'i benimseme, bir
neokemalizm yaratma çizgisi egemen. Her şeyde yurtseverlik aşısının
gerekli olduğu düşünülüyor. Hrant Dink'in cenazesini
hatırlayın. "Hepimiz Ermeniyiz" sloganları atılmıştı,
herkes sokağa dökülmüştü, SİP o yürüyüşe katılmadı."Bu
slogan yanlış bir slogandır" diye iddia etmişlerdi. Bu sloganın
Türkiye'deki yurtseverleri yaralayabileceğini söyleyerek,
atılmasına karşı çıkmışlardı.
SİP
çevresinin 8. ve 9. kongre raporları var, ben sadece bir iki
noktaya değineceğim. 8. kongrede şunu söylüyorlardı: "Türkiye
Cumhuriyeti'nin parçalanması, küçülmesi bir düşünce
olmaktan çıkıp emperyalist projelerde yerini alan seçeneklerden
biri hâline gelmiştir. Ve biz buna karşı koymalıyız. İşçi
sınıfı bu parçalanmanın gündemde tutulmasına karşı koymadan
diğer hiçbir başlıkta da söz sahibi olamaz."
İşçi
sınıfını değerlendirirken, sendikal alanı değerlendirirken de,
şöyle bir iddiaları var: "Sendikal alanın kendi iç
dinamikleriyle bir silkiniş ve daha önemlisi kopuş yaşamayacağının
açık biçimde belli olduğu bir dönemde yurtseverliğe
sarılmalıyız."
Kongrenin
1 no'lu kararında da şu yazıyor: "Sendikal yapılar bugün
Türkiye işçi sınıfını temsil eden örgütler olmaktan
çıkmıştır. Sendikalar bir silkiniş için gerekli iç enerjiden
yoksundur." Yani, sendikaların silkinmesi, işçilerin bilinçli
ve örgütlü ağırlık koymasıyla olumlu bir çizgiye gelmesi
imkânsızdır. Bu iddia, zaten daha önceden söyledikleri ve çokça
eleştirilen temel bir görüşlerinin doğal sonucudur. Diyor ki
onlar: "İşçi sınıfı ve emekçi kitleler toplumsal ilişkilerin
gerçek yüzünü bilinçli bir şekilde kavrayamazlar. Ezilen,
sömürülen ve yönetilen bir sınıf oldukları için böyle bir
beklenti boşuna bir beklentidir. Devrimci kalkışmaya imza atan,
işçi sınıfı ve diğer emekçi kitleleri harekete geçiren enerji
kaynağının antikapitalizm olmasının aşağı yukarı imkânsız
olduğunu söylemeliyiz." İşçi sınıfına, emekçi halka
güvenmeyen, elitist burjuva bakış açısının göstergesi bunlar.
İşçi sınıfının kendi kendini kurtaracağına, bilinçli bir
özne olarak hareket edebileceğine inançsızlık söz konusu.
Kürt
hareketine bakış olarak da aynı eğilim doğrultusunda
emperyalizmin bölme politikalarına değinerek şunu söylüyorlar:
"TKP(SİP) bütün bu gelişmeleri yok sayarak ulusların
kaderlerini tayin hakkı ilkesini mutlaklaştıran bir yaklaşımı
uzun bir süredir reddetmektedir. Çünkü gelişmeler özgürlük
arayan ulusların kaderlerinin emperyalistler tarafından teslim
alındığını göstermiştir." Ve buna bağlı olarak da hemen şu
iddia gündeme geliyor: "Bugün bir devrimci dinamik olarak Kürt
hareketinden söz etmek olanaksızdır." Yani Kürt hareketi
devrimci bir dinamik olmaktan çıkmıştır. Yani kocaman bir
halkın, nüfusu şu kadar olan, temel talepleri, çektikleri,
kendini dışa vuran muhalefeti, mücadelesi, hepsi yok sayılıyor.
Yine
9. kongre raporuna baktığımızda, aynı şekilde: "TC nesnel
dirençtir ve biz de TC'yi savunmak zorundayız, yurtseverliğe
sarılmak zorundayız. Sendikalar yerine de yurtsever cephenin işçi
komisyonları ön plana çıkmalıdır." diye bir görüş var.
Oysa sendikalar hâlâ işçi sınıfının en kolay ulaşabileceği,
en kısa sürede benimseyebileceği örgütlerdir. Sendika
yönetimlerinin karalığı, sarılığı, pembeliği sendikal
yapıları ve sendikal mücadeleyi reddetmenin gerekçesi olamaz.
Sendikaları işçi sınıfının temel çıkarlarını savunan
örgütler durumuna getirmek, siyasal işçi sınıfı hareketinin
asla vazgeçemeyeceği bir görevdir.
Sonuçlar
Bu
üç çevreyi, üç eğilimi incelememizden nasıl bir sonuç
çıkarabiliriz, toparlayayım. Her üç eğilimde uzlaşmacılık
görüyoruz. Devrimci teoriden uzaklaşma, işçi sınıfından kaçış
var. Bu eğilimlerin devrimci teoriyle ilgisi kalmamış. Teori
yanlışsa pratik doğru olabilir mi? Yanlış bir teori ile doğru
bir yere varılabilir mi? Hayır, varılamaz. Liberalizme, Kemalizme,
milliyetçiliğe savrulmanın hâkim olduğu yerde, işçi sınıfını
birleştirme, işçi sınıfını merkeze alarak bütün emekçileri
birleştirme, emekçilerin birliği etrafında bütün ezilen
insanları toplama, enternasyonalist bir anlayışla sosyal meseleyi
ön plana alan bir siyasal mücadele mümkün olamaz.
Ben
sözlerimi şöyle bitireyim. Mesele zincire vurulmuş olmak
değildir, mesele köle olmak değildir, köleleştirilmiş olmak
değildir. Köleleştirilmiş olabiliriz, bütün dünya böyle şu
anda. Küçük direniş odakları var ama dünyaya baktığımızda
hepimiz zincire vurulmuşuz. Burada olan insanlar herhâlde tek tük
bir iki örnek dışında, bir şekilde ücretli emekçi, kafa
emekçisi, kol emekçisi, taşeron emekçisi, düzgün fabrikada
çalışanlar, emekliler. Zincire vurulmuş olabiliriz ama mesele
zincire vurulmuş olmamızı güzelleştirmemektir. Zincirlerimizi
beğenmeye başladığımızda, zincirleri yok saymaya
başladığımızda, "yok canım, bunlar zincir filan değil,
bunlar bizi güzelleştiren şeyler" dediğimizde, yani mülkiyet
sorununu, kapitalizm sorununu, emperyalizm sorununu dikkate
almadığımızda, bunları unutarak bir siyasi hareket yapmaya
kalkıştığımızda her şey biter.
Tabii,
böyle yapanlar, bunu büyük bir iyi niyetle yapıyor olabilirler.
"Bırakalım teorik incelikleri, Sol birleşsin artık, bu kadar
yıldır uğraştık didindik, saçlarımıza aklar düştü, öldük
gittik, hâlâ ciddi bir gelişme sağlayamadık!" yakınmasını
biliriz. "Bakın, bugün iktidarda kimler var, çapları belli,
düzeyleri belli, birikimsizlikleri ortada ama her gün televizyona
çıkıp alkış alıyorlar, halkı etkiliyorlar" yakınması
abartıldığında, ilkelerimizi biraz yumuşatırsak halkı kazanır,
iktidara yaklaşırız yanılsaması güçleniyor. Suçu
ilkelerimizde bulduğumuzda, ilkelerimizi yumuşattığımızda, en
temel değerlerimizden vazgeçtiğimizde biz, kendimiz olmaktan
vazgeçmiş ve zincirlerimizi güzelleştirmiş oluyoruz. Bunu
yaparsak biter kurtuluş hareketi.
Evet,
zayıf olmamız bir sorundur; zayıf olmaktan kurtulmak zorundayız.
Bunun ilkeli bir yolunu bulabiliriz ve bulmalıyız. Tabii ki sekter
küçük gruplar hâlinde kalmayalım, geniş bir birliği, güçlü
yapıları tercih edelim ama ilkelerimiz pahasına değil.
İlkeler
pahasına iktidar aşkı insanı savurur ve kapitalizmin, hükmetme
ilişkilerinin, hiyerarşinin batağına sürükler. Kapitalizme,
paraya, devlete, şeyhlere tapan zavallılar yaratır. Devrimsel
hedeflerimiz olsun, ama alçak gönüllü kalalım. İşçi
sınıfıyla, emekçilerle yeterince birleşememişsek, devrimci
teoride öngörülen ideolojik, siyasal ve örgütsel çalışmayı
yeterince başaramamışsak, hak etmediğimiz yerlere gelmek için
düzenin kayığına binmeyelim. Devrimci teori var, onun bütün
deneyimi var, kendi deneyimlerimiz var, şu anda yapmakta
olduklarımız var. Bütün bunlarla devrimin ve kurtuluşun yolunu
herhâlde bulabiliriz. Akıl ve mantık süzgecinden geçirilmiş,
sorgulanmaya açık ilkelerde ısrar etmek herhâlde onurlu bir
davranıştır. Teşekkürler.
Sorular
ve Cevaplar
Liberal
ve milliyetçi eğilimler dışındaki solun ortaklaşa
yapabileceklerinden söz ettiniz. Bu söylediklerinizin mantıki
devamı nasıl olabilir?
Ne
yapılabilir sorusuna cevap işçi sınıfı hareketine gönül
vermiş ve bu uğurda çalışan bütün herkesin katkısıyla
bulunabilir. Ama bence çıkış noktası şu olmalı: "Sosyal
mesele"nin teorisini esas almak. Grup, fraksiyon eğilimlerine
ağırlık vermekten söz etmiyorum. Gruplar tabii ki olur. İşçi
sınıfı parçalıysa, katmanlıysa; çok çeşitli kökenlerden,
çok çeşitli yerlerden geliyorsa; kimi birkaç kuşaktır işçiyse,
kimi ilk kuşak işçiyse; kimi kafa emekçisi olduğu için ben
işçilerle bir değilim, ben elitim diyorsa; çok çeşitli gruplar,
fraksiyonlar olabilir. Sözünü ettiğimiz bölünme bu olgunun bir
yansıması. Türkiye'de bunun böyle olduğunu görmek lazım. Ama
temelde devrimci teoriye bağlı olduğunu düşünen gruplar,
çevreler, akımlar bir araya gelebilirler. Büyük belalarla başa
çıkmak için kendi özgün niteliklerini yitirmeden, onlardan
vazgeçmeden bir araya gelmenin yolunu bulabilirler. Mitinglere,
gösterilere baktığımızda bu grupların hep bir arada hareket
ettiğini görüyoruz ama bir koordinasyon yok, dağınıklık var.
Bunu aşmanın yolunu işçi sınıfı hareketi bulabilir.
Program
konusuna değineyim Aziz Çelik arkadaşımın cevabından yola
çıkarak. Program harika olduğu hâlde hiç izleyicisi yoksa,
toplumda bir yansısı yoksa tabii bir aydının, bir entellektüelin
fikir jimnastiği olarak kalır. Teori kitlelerle birleştiğinde bir
güce dönüşür. Programın kısalığı uzunluğu mesele değil.
Kısa olabilir ama en temel konuda, bizim hedeflerimiz konusunda,
nereye varmak istediğimiz konusunda, dayandığımız gücün
niteliği konusunda ve karşıtlarımız konusunda bir kuşku varsa,
sonuç iyi olmaz. TİP örneğini biliyoruz, programı tabii ki
kötüydü, ama pratiği de kötüydü. Olumlu yönler kötü program
sayesinde değil, programa rağmen, başka etkenlere bağlı olarak
ortaya çıkmıştır. Niye kendimizi yok sayalım? "Sosyal
mesele"nin teorisi dışına niye çıkıyoruz? NATO'dan söz
etmediğimizde, biz işçi sınıfını birleştirmiş mi oluyoruz?
Türkiye'de Amerikan üslerine değinmediğimizde, işçi sınıfının
birliğine mi hizmet ediyoruz? Sol grupların birliğine mi hizmet
ediyoruz? Sekterlikten mi kurtuluyoruz? NATO'dan söz etmediğimizde
buna kim sevinir? Tabii ki, emperyalist merkezler. Dünya
emperyalizminin temel askerî örgütüdür NATO. Türkiye devlet
yapısıyla da NATO'nun organik bir bileşenidir. Biz NATO'yu
görmediğimizde, yok saydığımızda, ona itiraz etmediğimizde,
işçi sınıfının birliğine mi hizmet ediyoruz? Biz din dersinin
zorunlu olmasını kabul ettiğimizde, işçi sınıfını
birleştirmeye mi hizmet ediyoruz? Çok mu genişliyoruz, gücümüz
mü artıyor? Tekellerin malına mülküne el koyacağız, üretim
ilişkilerini değiştireceğiz demediğimizde; medya tekellerinden
söz etmediğimizde, biz neye hizmet ediyoruz? Birleşmek,
genişlemek, birliği sağlamak, sekter olmamak çok güzel. Ama
bunlar teoriden uzaklaşmayı haklı göstermez.
SİP'in
Kürt hareketinin devrimci bir dinamik olmadığı yönünde
değerlendirmesi var. Sizin konuşmalarınızdan da biraz benzer bir
şey algıladım ben. Kürt hareketinin, İmralı'nın söylemleri
üzerinden, devrimci söylemlerden vazgeçtiği, sosyalizmden
vazgeçtiği, bireyci söylemlere yöneldiği vs. SİP'in Kürt
hareketini devrimci saymaması ile sizinki arasındaki fark ve
benzerlikleri biraz açarsanız sevinirim.
SİP'in
yaklaşımıyla burada dile getirilen eleştiri arasındaki fark çok
açık. Şöyle bakalım: Konuşmada aktarılan sözler Kürt halkına
da, Türk halkına da, dünyada hiçbir muhalif harekete de yarar
sağlamayacak sözlerdir. Ve reddedilmelidir. Sosyalizmi kötülemek,
Amerika'nın bireyciliğini övmek, ona bağlı bir demokrasi
teorisi geliştirmek, hedeflerden vazgeçmek kötüdür. Ama Kürt
halkının mücadelesi devrimci bir dinamiktir. Yok sayılan, esas
ağırlığı Türkiye'de olan ama başka ülkelerde de olan bir
Kürt halkı var. Bu halkın ulusal özlemleri var, sınıfsal
özlemleri var, temel istekleri var. Dünyanın hiçbir yerinde
olmayacak şekilde anadilinde okuma yazma hakkından, eğitim görme
hakkından yoksun bırakılmış. Dolayısıyla, Kürt ulusal
hareketi hem Türkiye'de, hem Ortadoğu'da, hem dünyada çok
önemli bir devrimci dinamiktir. Bu gerçekle eleştirdiğimiz
sözleri karıştırmamak gerekir. O sözleri bahane ederek
gerçeklerden vazgeçemeyiz.
Başka bir örnek vereyim, TBKP dönemini yaşamış olanlar hatırlayabilir.
Nabi Yağcı "ANAP bize en yakın partidir." dedi, değil mi? Devrim düşüncesi kötüdür, dedi. Sosyalizm zaten yanlış bir
şeydi, dedi. Liberalizmden ders almalıydık, dedi. Hatta "Boğaz
Köprüsü'ne solcular karşı çıkmıştı. Karşı çıkmak yanlıştı", dedi. Boğaz Köprüsü'nün şehircilik, çevre,
trafik, halk sağlığı, su kaynakları, petrol tekellerine sağlanan rant açısından ne kadar berbat bir tuzak olduğunu, nasıl
kapitalizmin tuzağı olduğunu bugün bütün dürüst uzmanlar söylüyor, devlet görevlileri bile söylüyor. Bütün o
saçmalıkları dile getirdiğinde Nabi Yağcı'nın düşüncelerine karşı çıkmak haklıydı ve doğruydu. Ama onun düşüncelerine
karşı çıkıldığında TBKP'yi oluşturan insanların, militanların, devrime gönül vermiş, işçi sınıfı içinde ve
köylülük içinde çalışanların, ve bizzat işçi sınıfının, işçi sınıfının politik hareketinin devrimci olmaktan çıktığını
söylemek başka bir şeydi.
Sınıf yaşadı, yaşıyor. Ve mücadelesini sürdürüyor. Kendi siyasi
sözünü de geliştirerek, yaralarını sararak yola devam ediyor. Kürt halkı da öyledir, Kürt ulusal hareketi de öyledir. Onlar
devrimci bir dinamiktirler ama eğer onlara yön verecek olan düşünceler, aktarılan düşünceler olursa, açık açık "hayır,
bu düşüncelerle olmaz" demeliyiz. Dostluğumuzun bir gereği olarak bunu belirtmeliyiz. Kürt hareketi bir dinamiktir. Objektif
olarak böyledir. Dere yatağını bulacaktır günün birinde. Ancak o düşüncelerle bir yere varılmaz. SİP'in yaklaşımıyla
burada dile getirilen eleştiri arasındaki fark herhâlde anlaşılmıştır.
Özetle, çok köklü bir devrimci dinamik var, bunu kabul edeceğiz. Ama
eleştirdiğimiz düşünceler bu dinamiği hiçbir şekilde temsil etmiyor. Nabi Yağcı bu salonda bulunanları ne kadar temsil ediyor
idiyse, Tekel işçisini, itfaiye işçisini, Tuzla işçisini, taşeron işyerlerinde her baskıya rağmen örgütlenmeye çalışan
insanları ne kadar temsil ediyorsa, o düşünceler de Kürt dinamiğini o kadar temsil ediyor. Yani, temsil etmiyor.
Ben de siyasi partiler açısından bir şeyler sormak istiyorum. Tekel
direnişinde işçilerin bize sık sık sorduğu soru: "Neden bu kadar fazlasınız, neden birleşmiyorsunuz?" oldu. Sizin
söyledikleriniz açıklayıcıydı fakat yine de işçi arkadaşlarımız siyasetin içinde olmadıkları için biraz daha
açıklayıcı olmanızı istiyorum bu konuda. Emperyalizm, yurtsever
olmak veya sadece anti emperyalist olmak, anti kapitalist
olmak. Biraz daha açıklayıcı olarak anlatırsanız sevinirim.
Hep duyarız, "Ah! Sosyalistlerin hepsi bir araya gelse ne iyi olurdu.
Ah! Tek bir parti olsa, Tekel işçisinin yanında olsa, parlamentoda
şu kadar milletvekili çıkarsa, Erdoğan'a haddini bildirse,
Baykal'a haddini bildirse." Harika olur! Ama bakın siyaset
sahnesine. Bakın, sadece sosyalistler bölünmüş değil. Kapitalistler de bölünmüş. Kapitalistleri öbek olarak aldığınızda bile onların da ne kadar bölünmüş olduğunu görürsünüz. Hem siyasal düzeyde, hem ekonomik düzeyde. Ama onlar temel konularda birlikte davranma becerisini gösteriyorlar.
Biz de birlikte davranma becerisini gösterebilirsek, böyle bir ustalık sergileyebilirsek bu sorunu aşabiliriz. Yoksa farklı eğilimler var. İnce teorik tartışmalara girecek değilim ama karşımızda olduğu besbelli NATO'yu savunuyor muyuz, yoksa ona karşı mücadele mi ediyoruz? Buna karar vermek lazım. Karar veremezsek duvara toslarız. Devrimci teoriden kaçmadan, ilkelerden vazgeçmeden fraksiyonların yerine çok daha büyük bir sınıf partisi, bir sınıf hareketi yaratabilirsek tabii ki çok iyi olur.