Seçimlerden
bu yana özgürlükleri kapsamlı biçimde genişletecek yeni bir
anayasa yapacağını ilan edip duran AKP, büyük sermaye ve yüksek
bürokrasi çevrelerinden ve başta CHP olmak üzere muhalefet
partilerinden gelen itirazlar, tehditler ve gözdağı üzerine bu
girişimini, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet sözcüsü Cemil
Çiçek'in sözleriyle, "rölantiye aldı." Geriye doğru çok
ciddi bir siyasal adım attığını gözlerden gizlemek ve durumu
kurtarmak için ise, yeni yılla birlikte yeni bir manevraya başladı.
Bir yandan, kendi tabanını memnun edeceğini umduğu
başörtüsü/türban konusunda harekete geçmeye karar verdi; bir
yandan da, özgürlükçü kamuoyunu etkilemek amacıyla, emekli
General Veli Küçük ve Avukat Kemal Kerinçsiz başta olmak üzere
milliyetçi-ulusalcı çevrelerin faşist-şovenist tertiplerdeki
rolleri nedeniyle çok yıpranmış kimi önde gelen isimlerinin
üzerine gitti. Onları Ümraniye'de ele geçirilen patlayıcılarla
ilgili soruşturma kapsamında Ergenekon örgütüne üye olmak
gerekçesiyle tutuklattı ve darbecilere karşı nihayet harekete
geçtiği havasını yaydı.
Recep
Tayyip Erdoğan, hükümet olarak, dertlerine derman arayan
işçilerin, emekçilerin, küçük üreticilerin, tarımın
çökertilmesiyle işsiz kalan köylülerin, dilini, kültürünü ve
kimliğini kabul ettirme mücadelesi veren Kürt halkının, inancını
ve kültürünü serbestçe yaşamak isteyen Alevilerin, Ermeni ve
Rum toplumlarının, değişik inanç topluluklarının, eşitlik
isteyen kadınların, gençlerin, çocukların, aydınların, sendika
ve derneklerin
her biri birbirinden acil sayısız hak ve özgürlük
talebini bir kenara itip öncelikli olarak başörtüsünü/türbanı
serbest bırakacak düzenlemeler yapacaklarını 14 Ocak 2008 günü
İspanya'da ve dönüşte Ankara'da verdiği demeçlerle
açıkladı.
MHP,
tıpkı Cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi,
başörtüsü/türban konusunda da AKP'ye yardıma hazır olduğunu,
başörtüsü/türban taktığı için üniversiteye gidemeyen genç
kızların mağduriyetine son vermek ve böylece kanayan bir yarayı
sarmak istediğini duyurdu. Yargıtay Başsavcılığı, Danıştay
ve Yargıtay'dan AKP ve MHP'nin bu girişiminin, Anayasa
Mahkemesi, Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin
kararlarını tanımamak anlamına geleceği, laikliğe aykırı
olacağı ve bir din devletine giden yolu açacağı, ayrıca parti
kapatma nedeni oluşturacağı yönünde şiddetli itirazlar geldi.
Genelkurmay
Başkanı Yaşar Büyükanıt 30 Ocak 2008 günü bütün televizyon
kanallarını Genelkurmay'a toplayarak yaptığı açıklamada,
"Gündemimizde olan bir türban konusu var. Bu konuda basın
organlarında çıkıyor, Asker ne düşünüyor' diye. Şunu
ifade edeyim, Türk toplumunun bütün katmanlarında bu konuda
askerin düşüncesini bilmeyen yok. Bir şey söylememiz malumun
ilamından ileri gitmez. Onun için bu konuda herhangi bir şey
söylemek istemiyorum" demekle yetindi ve gürültülü bir şekilde
sessiz kaldı.
AKP ve
MHP'nin hazırladığı anayasa değişikliği, 6 ve 9 Şubat
günlerinde yapılan iki tur oylamada da kabul edilerek Meclis'ten
geçti. Seçimlerden önce "Cumhuriyet mitingleri"ni düzenleyen
Kemalist çevreler 9 Şubatta ikinci tur oylamanın yapıldığı gün
bütün ülkeden katılımla Ankara'da türbana karşı büyük bir
laiklik mitingi düzenledi.
Hem AKP
iktidarının ve destekçisi liberallerin, hem
milliyetçi-ulusalcı-Kemalist kesimlerin halk kitlelerini peşlerine
takmak için başörtüsü/türban konusunda yarattıkları
karışıklığı dikkate alarak konuyu çeşitli yönleriyle
irdelemek gerekiyor.
Laiklik
Laiklik,
en yalın anlatımıyla egemenliğin kaynağının gökyüzünden
yeryüzüne inmesi, egemenliğin "doğaüstü" ve "insanüstü"den
koparılıp insan toplumuna devredilmesidir. Buna bağlı olarak,
laiklikte kamusal otoritenin kaynağı asla din olamaz; din kuralları
devlet işleri ile eğitim/öğretim alanlarının dışında
tutulur.
Dinin
devletin ve eğitim/öğretim kurumlarının dışında tutulması,
tapınağın devletten ve eğitim/öğretimin tapınaktan ayrılması
laikliğin birinci ilkesidir. Bütün dinsel/ruhanî kurum ve
kuruluşlar devletten ve eğitim/öğretim kurumlarından ayrılır
ve dernek kurma özgürlüğü çerçevesinde sadece o dine
inananların oluşturduğu cemaatin/topluluğun kurum ve kuruluşu
olarak işlemeye başlar.
Devletin,
dini ayakta tutmak için mali kaynak sağlamaması; dinin bütün
finansmanının o dine inananlar tarafından sağlanması laikliğin
ikinci ilkesidir. Bütün toplumun ortak kesesinden dine bütçe
ayrılmaz.
Devletin
dinin iç işleyişi konusunda yasa çıkarmaması, inanç ve ayinler
konusunda emir ve talimat vermemesi, "doğru din"i öğretmeye
kalkmaması, bu konuları bizzat o dine inananlar tarafından
seçilmiş din görevlilerine bırakması laikliğin üçüncü
ilkesidir. Sırf dinsel nitelikteki eğitim, öğretim ve ibadet
konuları o dine inananlarının oluşturduğu cemaatin/topluluğun
kendi içinde kararlaştıracağı ve yürüteceği işler olarak
kabul edilir ve vicdan özgürlüğü kesin olarak sağlanır.
Devletin,
yurttaşlar arasında din, mezhep veya inanç temelinde ayrım
yapmaması, dinler, mezhepler ve inançlar arasındaki
anlaşmazlıklarda taraf olmaması laikliğin dördüncü ilkesidir.
Devletin,
din görevlilerinin siyasal toplum üzerinde toplumsal barışı
tehlikeye düşürebilecek her türlü etkide bulunmasını önlemesi
ve aynı şekilde, farklı dinler, mezhepler ve inançlar arasındaki
anlaşmazlıkların toplumsal barışı tehlikeye düşürmesini
engellemesi laikliğin beşinci ilkesidir.
Laikliğin
birbirine organik olarak bağlı bu beş ilkesi, toplumsal grup ve
bireylerin dinsel dogmaların baskısından kurtulmuş bir şekilde
barış içinde ortak olarak yaşamalarının vazgeçilmez temelidir.
Türkiye'deki
uygulama
Cumhuriyetin
en önemli kazanımlarından biri olan laiklik, Türkiye'de baştan
beri Kemalizmin damgasını taşıdı ve hep ikircikli ve sınırlı
bir çerçevede kaldı. Reformların yapıldığı dönemlerde,
Türk-Batı Sentezini esas alan Kemalist kapitalist tek parti
yönetimi, dini saf milliyetçilikle bağdaşmayan, modern teknoloji
ve yöntemlerin benimsenmesini engelleyen geri bir öğe sayarak
siyasal yaşamın ve okul sisteminin dışına büyük ölçüde
çıkardı. Bununla birlikte, bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri
Başkanlığı yoluyla dini devlet denetimi altına aldı; dinin
finansmanını devlet eliyle sağladı; ve "doğru din" olarak
tanımlanan Sünni Hanefi İslam'ı devlet eliyle öğretti.
Almanya,
İtalya ve Japonya'nın oluşturduğu Nazi/faşist/militarist
ülkeler blokunun İkinci Dünya Savaşı'nda yenilgiye
uğramasından sonra, dünyada büyük güç kazanan sosyalist sistem
ve bağlaşıkları karşısında aniden zayıf ve güçsüz duruma
düştüğünü gören Kemalist tek parti yönetimi, içeride ve
dışarıda kuvvet toplamak için restorasyon politikasını
benimsedi, anti-komünist gericiliği kışkırttı ve bu çerçevede
dini okul sisteminin içine yeniden soktu. Türkiye'nin
emperyalizme iyice bağımlı bir yeni-sömürgeye dönüştürüldüğü
Soğuk Savaş dönemi boyunca başa gelen Demokrat Parti, 27 Mayıs
1960 askerî yönetimi, ara koalisyonlar, Adalet Partisi, 12 Mart
1971 askerî yönetimi, CHP koalisyonları ve Milliyetçi Cephe
koalisyonları döneminde din, demokratik ve sosyalist muhalefet
akımlarına karşı bir set olarak kullanılmak üzere eğitime
iyiden iyiye yerleştirildi ve siyasal ve toplumsal yaşamın
ağırlıklı bir öğesi haline getirildi. İlahiyat Fakülteleri
tekrar kuruldu ve yaygınlaştırıldı. İmam Hatip Okulları sayıca
çok arttı ve güçlendi. Diyanet İşleri Başkanlığı iyice
dallanıp budaklandı. Kuran kursları olağanüstü yaygınlaştı.
12 Eylül
1980 askerî yönetimi, genel okul sistemi içerisinde din
dogmalarının öğretilmesini zorunlu hale getirdi, İmam Hatip
Okullarının statüsünü yükseltti ve bu okulları yaygınlaştırdı.
Diyanet İşleri Başkanlığı'nı bütçesi, kadrosu ve etkisi
açısından devasa bir örgüte çevirdi. Cami açma seferberliğiyle
dini ülkenin en ücra köşelerine kadar taşıdı ve laikliğin
içini iyice boşalttı. Kemalizmi/Atatürkçülüğü devletin,
bütün partilerin ve eğitimin resmî ideolojisi ilan ettiği halde,
gerçekte laikliği kökten sakatladı ve Kemalizm kurucularının
savunduğu Türk-Batı Sentezi yerine Türk-İslam-NATO Sentezini
benimsedi. YÖK sistemiyle üniversiteler, özellikle Anadolu
üniversiteleri, dinsel kadrolara ardına kadar açıldı. Özellikle
Turgut Özal'ın başkanlığındaki ANAP döneminde dinci valiler,
kaymakamlar, emniyet müdürleri siyasal yaşamın ayırt edici bir
özelliğine dönüştü. Tarikatlar ve cemaatler devletin içine
yerleşti.
Laikliği
koruma adına yapılan 28 Şubat 1997 müdahalesi, 8 yıllık zorunlu
ilköğretim sistemine geçilmesini sağladı. Bu bağlamda İmam
Hatip Liseleri'nin orta bölümleri kapatıldı ve İmam Hatip
mezunlarının üniversitelerin her bölümüne girmesini zorlaştıran
katsayı uygulaması getirildi. Ancak, din dersinin zorunlu olması
uygulamasına dokunulmadı ve Diyanet İşleri Başkanlığı'na
sınırlama getirilmedi. Refah Partisi ve ardından kurulan Fazilet
Partisi laikliğe karşı odak olma gerekçesiyle kapatıldıysa da,
Fazilet Partisi'nden ayrılan bir kısım kadroların kurduğu
Adalet ve Kalkınma Partisi 2002 seçimlerinde iktidar oldu ve 2007
seçimlerinde daha da büyük bir oy oranıyla iktidarını korudu.
Bugünkü
AKP iktidarı döneminde sermaye, din ve devlet arasındaki girift
ilişkiler öylesine yoğunlaşmış bulunuyor ki, egemenler içinde
yer alan AKP yandaşları ve karşıtları arasındaki laiklik
tartışması aslında laikliğin temel ilkelerinden uzaklaşarak
Türk-İslam-NATO Sentezinin mi, yoksa İslam-Türk-NATO Sentezinin
mi benimseneceği noktasına kadar gerilemiş bulunuyor.
Türkiye
resmen laik olduğu ve resmî bir devlet dini yürürlükte olmadığı
halde, "doğru din"i öğretmek üzere devletin içinde Diyanet
İşleri Başkanlığı'nın bulunması, üniversite sistemi
içerisinde İlahiyat Fakülteleri'nin, orta öğretim sistemi
içerisinde İmam Hatip Liselerinin varlığı, genel olarak
çocukların devam ettiği ve ülkenin dört bir köşesine kadar
yayılmış Kuran kurslarının etkisi, genel eğitim sistemi
müfredatı içerisinde din dersinin yer alması ve üstüne üstlük
zorunlu ders statüsünde bulunması, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın
devlet tarafından cömertçe finanse edilmesi, tarikatların ve
cemaatlerin devlet içindeki kadrolaşması ve sermaye dünyası
içindeki yükselen gücü, dinin siyasi hayat üzerindeki etkisi,
devlet medyasında dinsel propaganda programlarının yaygınlığı,
laikliğin içinin ne kadar boşaltıldığının göstergeleridir.
Başörtüsü/türbanın arka planında işte bu gelişmeler ve
olgular yer alıyor.
Başörtüsü/türban
Başörtüsü/türban
İslam dininin egemen yorumunun toplumsal yaşamda kadınlar için
zorunlu tuttuğu bir örtünme biçimidir. Buna göre, büluğ çağına
eren bütün kızlar ve kadınlar, gelenek ve görenekler nedeniyle
meşru olarak evlenemeyecekleri kendi erkek yakınları ile kendi
eşleri dışındaki bütün erkeklere, saçlarının bir tek telini
bile göstermemeye mecburdurlar. Bu niteliğiyle başörtüsü/türban,
kadını erkekle eşit bütünsel bir varlık olmaktan çıkarır;
kadının bağımsız birey ve özne oluşunu inkâr eder; kişiliğini
ve kimliğini parçalayarak onu saklanması, korunması ve vesayet
altında tutulması gereken cinsel nesneye dönüştürür; erkeğe
bağımlı ve ikincil kısmi bir varlık durumuna indirir.
Başörtüsü/türban,
gelişen toplumsal muhalefet akımlarının önünü kesmek için
yıllar boyunca dini toplumsal yaşamın her alanına yerleştirme
çabası içerisine giren, laikliği ağır biçimde sakatlayarak
gericiliği ve dogmatizmi hiç durmadan teşvik eden sermaye ve
devlet koalisyonunun "başarı" sağlamasıyla kızlar ve
kadınlar arasında gitgide yayıldı ve yayılıyor. Sınıfsal
bilinç ve politik/sendikal örgütlenmenin bin türlü baskıyla
engellendiği koşullarda; kapitalizmin neoliberal saldırısıyla
sosyal ve ekonomik haklarını adım adım yitiren, işinden olmak
korkusuyla yaşayan işçiler, ekonomik nedenlerle veya devletin
siyasi/askerî stratejik gerekçeleriyle topraklarından ve
köylerinden sürülerek şehirlerin varoşlarına yerleşen eski
köylüler, yabancı ve yerli büyük şirketlerin rekabetine
dayanamayarak kepenk ve tezgâh kapamak zorunda kalan veya bu tehdidi
sürekli hisseden küçük esnaf arasında din güçlü bir zemin
buldu. Tarikatların/cemaatlerin kadroları, etkinlikleri, kursları
ve medyası ile bizzat devletin kadroları, eğitim sistemi ve
medyasıyla yayılan propaganda ve örgütlenmeyle dine kazanılan ve
esas olarak yoksul/yoksullaşan/yoksullaşma tehdidi altında yaşayan
toplumsal kesimlerden gelen veya, aksine, ikincil olarak,
tarikat/cemaat dayanışmasıyla ekonomik ve sosyal/siyasal güç
kazanan yükselen sermaye kesimlerine mensup kızlar ve kadınlar
arasında başörtüsü/türban yayıldı ve toplumsal yaşamın
öteki alanlarına girdiği gibi, üniversitelerin kapısına da
dayandı. Kapitalizmin ve emperyalizmin eşitliği ve özgürlüğü
kabaca çiğnediği, geniş halk kitlelerinin sosyal ve ekonomik
haklarına karşı saldırıya geçtiği ve bu saldırıya karşı
demokratik ve sosyalist bilinç ve örgütlenmenin engellendiği
koşullarda dinin güçlenmesi hiç de şaşırtıcı değildir.
Eşitlik, özgürlük ve laiklik bir bütündür; ilk iki değerin
yok edildiği koşullarda laiklik de yaşayamaz.
Kadın-erkek
eşitliğini ve kadınların özgürlüğünü vazgeçilmez değer
sayanlar açısından, başörtüsü/türban, kadınlar ve erkekler
arasında ayırım yapan, kadınları, erkeklere bağımlı ve
ikincil sayan bir inancın ifadesi olduğu için, AKP'liler ve AKP
destekçisi liberaller tarafından savunulan görüşün aksine,
hiçbir şekilde kadın-erkek eşitliği ve kadın özgürlüğü
anlamına gelmez. Tam tersine, başörtüsü/türban kadın-erkek
eşitliğine ve kadınların özgürlüğüne yönelik ideolojik ve
politik bir saldırıdır. Bu ideolojik ve politik saldırıya karşı
kararlı biçimde mücadele etmek zorunludur. Bütün bunlar işin
alfabesidir.
Ne var
ki, alfabeyle yetinerek siyaset yapamayız; siyaset, bilimsel
esaslara dayalı bütünsel bir teorik bakışı ve tutarlı eylem
tarzını gerekli kılar. Başörtüsü/türban neden değil,
sonuçtur. Başörtüsü/türban, dünyayı, bölgeyi ve ülkeyi
saran dinselleşmenin sonucudur. Dinselleşme ise demokrasiye ve
sosyalizme karşı bir set oluşturmak üzere emperyalizmin ve
işbirlikçilerinin yeniden gelenekselleştirme politikalarının
sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu politika kapitalizmin
sömürüsü ve çok yönlü saldırısı karşısında bunalan geniş
halk kitlelerinin kapitalizme karşı sınıfsal mücadele çizgisine
kaymasını önlemek amacıyla yürürlüğe konulmuştur. Çaresizlik
içerisinde doğaüstü güçlere sığınma noktasına sürüklenen
kitleleri kapitalizmin yararına sosyal kontrol altına almak üzere
tezgâhlanmıştır.
Nedenleri
bir yana bırakarak salt sonuçlar üzerinden mücadele
yürütüldüğünde bütün gayretlerimiz yüzeysel kalır.
Dolayısıyla, dinsel ideolojiye ve onun türevlerine karşı laiklik
mücadelesi, eşitlik ve özgürlük mücadelesiyle birleştirilmeli,
kapitalizme karşı sınıf mücadelesi ekseninde ele alınmalıdır.
Dinsel ideolojiye kapılmış emekçileri kazanmak için sorunu bir
din ve kültür çatışması ekseninde yürütmemeli, iman etmiş
kesimleri sınıfsal temelde emekçiler ve sermayeciler, emeğiyle
yaşayanlar ve kapitalizm dinine iman etmiş parayataparlar olarak
ayrıştırmayı becermeliyiz. Emine Erdoğan, Hayrünnisa Gül,
Ahsen Unakıtan ve Zeynep Babacan gibi işbirlikçi kapitalist
oligarşiye katılmaya can atan başörtülü/türbanlılarla bütün
yaşamlarını kapitalizmin sömürüsü altında yoksulluk içinde
geçirmek zorunda kalacakları kesin olan işçi ve emekçi
başörtülü/türbanlıların ayrı dünyalara mensup olduğunu
görmeli ve göstermeliyiz.
TÜM-İGD'li
kadınların bildirisi
Tüm-İGD'li
kadınların 8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle
yayınladığı bildiri başörtüsü/türban konusunda bütünsel,
tutarlı ve kararlı bir siyasal yaklaşımı ortaya koyuyor. Yazıyı
bildiriden uzun bir alıntı yaparak bitiriyorum:
"Emekçi
kadınların çalışma, iş güvenliği, emeklilik, sağlık ve
eğitim koşullarını düzeltmeyen, iş kazalarında kaybettiğimiz
işçilerin hayat hakkını bile savunmayan AKP, büyük bir
ikiyüzlülükle kadınların tek sorununu türban'a indirgedi.
MHP'nin desteğiyle anayasada özgürlük' kılıfı ile
sunduğu bir düzenleme yaptı ve YÖK yasasında da başörtüsünü
serbest bırakacak bir değişiklik yapacağını ilan etti. Buna
karşılık, kadınların kapitalizmin ve emperyalizmin sömürüsünden
ve erkek egemenliğinden kaynaklanan köklü sorunlarını
görmezlikten gelen CHP ve Kemalist çevreler, laiklik ilkesi
Diyanet'in varlığı, imam hatip liseleri ve zorunlu din dersiyle
çoktan beri ayaklar altına alınmamış gibi, bu üç etken
ülkemizi zaten ılımlı İslam' ülkesi yapmamış gibi,
türban'lı kızların üniversiteye girmesini laikliğin sonu
ve ılımlı İslamı getirme girişimi' ilan ettiler.
"Kadın-erkek
eşitliğini, kadınların özgürlüğünü ve din kurallarının
devlet işleri ve eğitim/öğretim alanının dışında tutulmasını
öngören laikliği vazgeçilmez değer sayan bizler, bu ilkelerin
türban'lı kızların üniversite öğrenimi görmesini
engelleyerek korunacağına inanmıyoruz. Demokratik, eşit, bilimsel
ve anadilde öğrenimi engelleyen, Emekçi Üniversitesi önünde
duvar olan YÖK, bütün faşizan, despotik maddeleriyle birlikte
ortadan kaldırılmalı ve bu arada yetişkin kızların sırf
kıyafetleri nedeniyle yüksek öğrenim hakkını elinden alan
düzenlemeler de iptal edilmelidir.
"YÖK'ten
ve YÖK kurallarından kurtulmuş bir özgürlük ortamı, aynı
şekilde, bir dinin bir mezhebinin (ve hatta bu mezhebin egemen
yorumunun) kadınlar için zorunlu tuttuğu bir kıyafetin anayasaya
ve yasalara taşınmamasını da gerekli kılar. Demokratik anayasa
ve yasalar, yurttaşların tümünü kapsayıcı nitelikte olur ve
felsefi veya dinsel her inanca, her dil ve kültür topluluğuna, her
cinsiyete (köklü eşitsizlikleri ortadan kaldırmak amacıyla,
mağdur kesimler lehine yapılacak olumlu düzenlemeler hariç) aynı
eşitlikte davranır. Dolayısıyla dinsel bir kıyafet anayasa ve
yasalarla ayrıcalıklı bir konuma getirilemez ve hiç kimseye
dayatılamaz. Türban', kadınlar ve erkekler arasında ayırım
yapan, kadınları, erkeklere bağımlı ve ikincil sayan bir inancın
ifadesi olduğu için, kadın özgürlüğü anlamına gelmediği
gibi bu özgürlüğe yönelik ideolojik ve politik bir saldırıdır.
Bu nedenle, toplum, devlet görevinde bulunanlar için olduğu gibi,
ilköğretim ve liselerde okuyan çocuklar, yetişkin olmayan
bireyler için de türban'ı bir özgürlük sorunu saymama ve
yasaklama hakkına sahiptir.
"Başı
ister açık, ister örtülü olsun, bütün emekçi kadınlar
kapitalizmin, emperyalizmin ve erkek egemenliğinin baskısı altında
bulunuyor. Başı açık olan kadınlar da, başı örtülü olan
kadınlar da özgürlüklerini kapitalizme, emperyalizme ve erkek
egemenliğine karşı mücadele içerisinde elde edeceklerdir.
Kapitalizmi, emperyalizmi, erkek egemenliğini dayatan, bu sistemden
nemalanan egemen çevreler, dinsel inançları da kullansalar,
laikliği de kullansalar, bizi oyuna getiremeyeceklerdir. Uygulamada
her iki kesimin de ne kadar Amerikancı, ne kadar sömürücü, ne
kadar savaş kışkırtıcısı, ne kadar baskıcı, ne kadar
şovenist, ne kadar gerçek laiklik karşıtı olduklarını her
olayda bir kez daha görüyoruz. Hem özgürlüğe ve eşitliğe, hem
laikliğe birlikte sahip çıkacağız. Biz ilerici, emekçi
kadınlar, insanlığı sömürüye ve baskıya, karanlığa ve
köleliğe mahkûm eden tüm düzenlemelere karşıyız; karşı
çıkmaya devam edeceğiz.
"Kadınlar
bu sorunların üstesinden ancak kendi sorunlarına sahip çıkarlarsa,
örgütlenirlerse, gelebilirler. TÜM-İGD, bu temelde, genç
kadınların sınıfsal aidiyetlerinden ve cinsiyetlerinden, emekçi
ve kadın kimliklerinden dolayı uğradıkları sömürüye,
ayrımcılığa ve haksızlıklara karşı mücadele yürütüyor."