Kriz bizi teğet mi
geçti, her sektörde var mı yok mu, tartışmaları bitecek gibi görünmüyor. Bu tartışmaların bir kısmı spekülasyondan ibaret. Krizi değerlendiren kimi yaklaşımlar arasında, ancak
onlarca faktörün eşzamanlı olarak bir araya gelmesi durumunda gerçekleşecek olanlar da var, hiç gerçekleşmeyecek olan da. Kimi görüşlere göre 1929 Büyük Buhranı'nı aşan boyuttaki bu
kriz, merkez ülkeleri farklı, üretim ve tedarik zincirleri içinde çevrede yer alan ülkeleri daha farklı düzeylerde etkileyecek. Ama, her hâlûkârda bütün ülkeler etkilenecek. Hele de eğer bu
krizin yıllarca sürebilecek bir daralmanın öncüsü olduğu yaklaşımları gerçekse, biz daha uzun yıllar ekonomi ve siyaset ilişkisini yoğun olarak konuşacağız demektir. Kesin olan bir tek
şey var, o da, kapitalist dünya, sistem olarak kapitalizm ve bugüne dek önerilen tüm neo-liberal tezler çöktü. Başka bir dünya talebi artık dün olmadığı kadar gerçekçi, yakın ve yakıcı hâle geldi.
Krizin boyutları veya etkisi tartışmaya açık belki ama, ülkemizin dört bir yanındaki fabrikalardan yükselen çığlıkların hepsi gerçek. Her gün bir yerlerde bir fabrikada işten atılmaların olduğunu, bir diğerinin işvereninin kaçtığını, işçilerin kıdemsiz, ihbarsız sokakta kaldığını duyuyoruz, görüyoruz. Dünkü kıpır kıpır hareket hâlindeki işçi havzaları gitmiş, yerlerine yarınından emin olmayan kaygı dolu kitleler gelmiş vaziyette.
Kurtuluş örgütlenmede
İşverenlerin iyice pervasızlaştığı böylesi dönemlerde emekçiler için en büyük kurtuluş yolu örgütlenmeden geçiyor. Örgütlü bir işçi gücü her dönemde çok önemlidir; fakat, patronların da panik hâlinde işleri tatil etmeye ve işçi çıkarmaya koyuldukları dönemlerde örgütlülük çok daha fazla önemlidir. Yaygın kanının aksine, krizler ile sendikaların üyelerinin azalması arasında doğrudan bir ilişki yoktur; dünya sendikaları kriz dönemlerinde üye sayılarını arttırmışlardır. Daha önce kendilerinin "işçi"
olarak nitelenmesinden rahatsız olan, kendilerini işyerleri ile, patronla özdeş görme eğiliminde olan beyaz yakalılar arasında bile sendikaya ilginin arttığını gözlüyoruz. İnsanlar tek başlarına kurtuluşun olamayacağını daha fazla hissediyorlar. İşçiler arasında sendikal örgütlülüğe doğru güçlü bir
yönelişin hakkını verebilecek fikirsel ve örgütsel bir sendikal altyapının olması durumunda, Türkiye sendikal hareketinin bu krizden devleşerek çıkması mümkün olabilir. Sendikalarımız
ise henüz o noktada değiller. Hâlâ savunma pozisyonunda krizin sessizce geçiştirilmesine duacılar.
Bu noktada, kayıtlı işçiler ve doğal olarak sendikalar açısından büyük bir kazanım olan işsizlik sigortasının kaderi konusunda da
sendikaların sessizliklerini koruduklarını görüyoruz. İşverenler ise, "Türkiye ekonomik krize giriyor" tespiti yapıldığından bu yana ağızlarından işsizlik sigortası fonu laflarını
düşürmüyorlar.
Gerçi, kriz yokken de
TÜSİAD, MÜSİAD, TİSK, TOBB gibi işveren örgütleri, değişik sözcüleri aracılığıyla bu fona dair düşüncelerini belirtmişlerdi. Ortada henüz krize dair bir emare yokken de, fonun
işverenlere verilmesi gerektiğini iddia ediyorlardı. Çünkü bu sayede istihdam yaratacaklarını belirtiyorlardı. İşçiler için kurulan fonun işverenlere ucuz, hatta bedava kredi olarak
verilmesini, çünkü ancak bu sayede yatırım yapılabileceğini iddia ediyorlardı. Bu taleplerin hiçbirinin yerine getirilemeyeceğini anladıklarında, yine de fonda biriken milyarlarca dolardan bir anda vazgeçmediler. Bunun yerine, işçiler adına işverenlerin ödemesi gereken bütün vergi yükünün bu fondan karşılanmasını istediler. Bu son taleplerinin de gerekçesini, eğer işletme olmazsa, iş de olmaz diye açıklıyorlar.
Pervasızca
açıklamalar
Bugünkü kriz ortamında
ise çok daha pervasız biçimde, kendilerince bir meşruiyet, haklılık zemini buldukları varsayımıyla bütün fonun doğrudan işverenlerin kullanımına açılmasını talep ediyorlar. Rahmi ve Mustafa Koç'un, Arzuhan Doğan Yalçındağ'ın, çeşitli oda başkanlarının açıklamaları da hep aynı doğrultuda: Ülkemiz krizde, işsizlik sigortası fonunun işverenlerin yatırım şevkini
arttıracak şekilde kullanılması gereklidir. Çünkü, onlar istihdam yaratırlar, onlar yatırım yaparlar, onlar olmazsa işçi de olmaz. Vesaire, vesaire.
İnsana bıkkınlık verecek derecede tanıdık gelen, tüm bir kapitalist sınıfın ideolojik bakış açısını bu kadar net ifade edecek başka bir alan var mıydı geçmişte de, ben bilmiyorum. Gerçekten de
karşımızdaki sınıf öylesine aç, doymak bilmez hırslara sahip ki, dünyayı versek, hepimiz açlıktan kırılsak, köşede bucakta ölsek bile rahatlarından en küçük bir tavizi gönüllü olarak
vermeyecekler. Tüm dünyayı ellerine geçirmişler, en güzel
yerlere, en güzel koylara, en güzide mekânlara yapışmışlar;
bizlere kırıntıları reva görüyorlar. 40 yıldır oturduğumuz
evler, istinat duvarları olmadığı için başımıza yıkılıyor, içinde çoluğumuz çocuğumuzla ölüyoruz; sorduğumuzda orası kayıtlarda yeşil alan görülüyor, iyileştirme yapamayız
diyorlar. Ama, yeşil alanlardaki inşaat izni olmayan uydurma
binaları üç kuruş paraya alıp sonradan imar izni çıkarttırdıklarını da biliyoruz.
Fonun önemi
Bizim işsizlik sigortası
fonunun üzerinde bu kadar çok durmamıza, sendikalarımızın bir
türlü bu fona dair ısrarcı taleplerde bulunmamaları yol açtı.
Sendikaların kamuoyuna yaptığı açıklamalarda, araştırmalarda
işsizlik sigortası fonu yer almıyor mu, alıyor. Ama muazzam paraların biriktiği bu fondan çoğunlukla sadece bahsedilmekle kalınıyor. Fakat, nedense fonun karar alma mekanizmalarında,
yönetiminde, paraların hangi alanlara yatırılacağı
kararlarında, birikimlerin kimlere, ne şekilde pay edileceği
konularında sendikaların da söz sahibi olabilmesi için yeterli
bir baskı gücü oluşturmadıkları görülüyor.
Halbuki, arkasına işsiz
kaldığında uzun bir süre aç açıkta kalmayacağını bilen bir
işçinin psikolojik rahatlığını almış olan sendikal hareketin,
bugünkü ile karşılaştırılamayacak kadar büyük bir hızla örgütlenebileceğini görmemek imkânsız. Zaten bu alanda çalışanların yakından bildiği gibi, sendikalaşmak için
tereddüt yaşayan büyük bir işçi çoğunluğu bu tereddüte
haklı bir gerekçe olarak "işten atılma korkusunu" öne
sürerler. Bu bilinmesine rağmen yine de sendikaların işsizlik
sigortası konusunda seyirci kalma ısrarlarını anlamak gerçekten
mümkün değil. Ya aymazlık, ya cehalet, ya da vurdumduymazlık
diyebiliriz buna yol açan sonuca. Ama, hangi sebeple olursa olsun
hepsi de birbirinden vahim bir durumu işaret ediyor.
Ne zaman işsizlik
sigortasına işverenlerce el koyma talebi yükselse, sendikalardan
neredeyse sadece mızıldanma, mırıldanma, yakınma dışında bir
ses gelmemesi düşündürücü değil midir? Hâlbuki, patron
örgütleri fona el koyma düşüncesini iyice meşru hâle getirmek
için en küçük bir fırsatı bile kaçırmıyorlar.
Fonun bugünkü durumu
Yazımıza temel
oluşturması için incelediğimiz işsizlik sigortası fonunun
güncel durumunu veren bülten çok açıklayıcı. Bu bültenden
birkaç rakamı verelim ki yazımızın çerçevesini daha rahat
oluşturabilelim. Bir muhasebe kesinliğinde olması gerekmediği
için, aşağıdaki rakamların tümünün yuvarlandığını
belirtelim.
İşkur tarafından aylık
olarak yayınlanan Bültenin Şubat 2009 nüshasına göre, işsizlik
sigortasının uygulamaya geçtiği Mart 2002'den 31 Ocak 2009'a kadar toplam 1 milyon 350 bin kişi işsizlik ödeneği almaya hak kazanmış. Hak kazanan kişilere de bugüne dek toplam 1 milyar 915
milyon TL ödenmiş.
İşsizlik sigortası
fonunda, 31 Ocak itibariyle birikmiş para yuvarlak hesap 39 milyar
TL. Bu meblağı yazının yazıldığı günün Merkez Bankası kurundan Amerikan dolarına dönüştürdüğümüzde bunun karşılığı 23
milyar 863 milyon ABD Doları oldu. Yuvarlarsak 24
milyar dolar yapıyor diyebiliriz.
İşte, Türkiye'nin
bütün işverenlerinin, siyasetçilerinin gözünü diktiği meblağ
bu. Az para mı? Değil elbette. Ülkemiz emekçilerini bir kez daha
İMF cenderesine sokacak olan 20. stand-by anlaşmasından beklenen
para ise bunun ancak yarısı kadar. O yüzden az denilemez. O kadar
çok para ki, durma noktasına gelen GAP projesine bile
işsizlerimizin kullanması için oluşturulan bu fondan kaynak
aktarılması hedefleniyor. Zor duruma düşen işverenlere de
buradan para aktarılması düşünülüyor. İşyerini kapatıp
kaçan sahtekâr işverenlerin yakalanıp kendilerinin ve birinci
derecede akrabalarının bütün mallarına el konulması yerine,
işçilerin alacaklarının da bu fondan karşılanması öngörülüyor.
Çalışanlar bilir; işverenler, tehditle ücretsiz izne
çıkarttıkları işçilerin ücretini ödemezler. Kısmen bu durumu
da gidermek üzere, kriz ve olağanüstü durumlarda işin kısmen veya tamamen durması durumunda işçilerin çalışmadıkları süreler için belli bir para alabilecekleri "kısa çalışma ödeneği" denen bir yasal düzenleme var. Bu ödenekler de bu fondan hallediliyor.
Kısacası, Türkiye'nin
işçileri bu kadar kısa bir sürede öyle bir fon yaratmışlar ki, ülkenin işverenlerinin bütün dertlerine derman oluyor. Fakat, bütün bu hayhuy içinde, bir zamanlar Başbakan'ın ağzından çıkan "sigortadan yararlanma süresini uzatıp kolaylaştıralım" lafı çoktan unutuldu.
Fonun yönetimi sendikalara
O nedenle, sendikalar bir an önce İşsizlik Sigortası Fonu'nun karar alma mekanizmalarında sendikaların yer almasını sağlayacak yasal
düzenleme talep
etmelidir. Bu mekanizmalarda yer almanın standart bir formülü yok.
Her ülkenin farklı bir yöntemi var. Kararlarda söz sahibi olmanın
şekli, sınıf mücadelesinin boyutlarına ve işçilerin gücüne
veya geleneklerine bağlı olarak değişkenlik gösteriyor. Ama, tüm
farklı düzenlemelerin ortak noktası, fonların devletten ve siyasi
iktidardan bağımsız veya doğrudan sendikalara bağlı bir yönetim
tarafından idare edilmeleridir.
Türkiye'ye özgü
nasıl bir mekanizma oluşturulabileceği bağımsız uzmanlar
tarafından değerlendirmeli ve geç kalınmadan harekete
geçilmelidir. Yoksa, sendikal örgütlenme çabalarına katkı
sunabilecek İşsizlik Sigortası Fonu da, siyasiler ve doymak bilmez
patronlar tarafından "cebellezi" edilecektir.
Patronlarhükümetmedya
cephesi
Bir kısa ara verip bir
gazete kupüründen bahsetmek istiyoruz. 13 Şubat 2009 tarihli Milliyet
gazetesinin ekonomi sayfası, bir tesadüf eseri olarak bütünüyle yukarıda aktardığımız konulara eğilmiş. Gazete sayfasında, soldan sağa doğru haberler şu şekilde sıralanıyor:
İlk haber, "Bakan Şimşek: IMF'yle anlaşma süresi üç yıla çıkabilir" şeklinde. Haberde Şimşek İMF'nin taleplerinin neler olduğunu anlatmış. Bu talepler arasında işçi ve memur ücretlerinin baskı altında tutulması da var; sermayenin güçlendirilmesi de.
İkinci haber, Tayyip Erdoğan'la TÜSİAD yönetim kurulunun buluşması üstüne. Resimde Ümit Boyner'in, Arzuhan Doğan Yalçındağ'ın, Mustafa
Koç'un ve Tayyip Erdoğan'ın yer aldığı, emir kipi kullanılmış bir haber bu: "TÜSİAD: Krizi hızlı yönetin,
bizim de görüşümüzü alın". Haberde Tüsiad'çıların, karar sürecine iş dünyasının da dahil edilmesini talep ettikleri ve İMF ile bir an önce anlaşmaya varılmasını istedikleri belirtiliyor.
Üçüncü sırada, haber formatında yazılmış Güngör Uras'ın köşesi var. Uras, köşesini sanayi odası başkanlarına açmış ve kriz konusunda görüşlerini almış. Kayseri Sanayi Odası başkanı Mustafa Boydak'ın beş maddelik önerisinden birisi "İşsizlik Fonu'nun
[işverenler adına] kısa sürede etkin biçimde kullanılabilmesi için kısa dönemli çalışma düzenlemesinin yapılması" doğrultusunda. Bir diğer önerisi ise "İMF işi kamuoyunda ve
medyada yürütülen tartışmalarla değil, masa başında bir sonuca bağlansın" şeklinde. Tüm bu açıklamaların sonunda Güngör Uras kendi yorumunu da eklemiş: "Gerçekçi olalım. Bu öyle bir kriz ki, herkes krizin boyutunu görüyor, ama kimse çaresini bilemiyor. Herkesin kendine göre bir tedbir bekleyişi
var. Önerilen tedbirlerin tamamı parasal desteği hedefliyor. Her tedbir teklifinin pahalı bir faturası var. Kriz nedeniyle gelir kaynağı kuruyan bütçeden bu pahalı faturaların nasıl ödeneceğini ise kimse bilmiyor."
Sadece bir günlük gazetedeki birkaç bilgi bile patron kulüplerinin krizi nasıl değerlendirdiklerini görmeye yetiyor. Uras'ın yorumundaki
"faturaların nasıl ödeneceğini ise kimse bilmiyor" lafını da çok kaale almamak gerektiğini tecrübelerimiz söylüyor. Bu laflar, bu fatura patronlara çıkmasın da ne yaparsanız yapın mesajı içeriyor.
Zenginlerin serveti
Şimdi tüm bu
söylenenlerden yola çıkarak önemli bir konuyu ele alalım ve
emekçilerin önerisini gündeme getirelim. Yine sendikalarımız tarafından hiç gündeme getirilmeyen bir talep, zenginlerimizin servetleri üzerinde duracağız. Gerçi, uzun zamandır sosyalist örgütlerden de
zenginlerin servetlerine dair güçlü sesler çıkmıyor. O nedenle, gerçekten de sosyalist örgütlerde olsun sendikal örgütlerde olsun bir zihniyet devrimi yaşanması gerekiyor. Biz bu işi
başaracağız duygusunun her hücreyi kaplaması gerekiyor. Yapabiliriz, inancı kitleler tarafından paylaşılmadıkça hiçbir işin yapılamayacağını herkesin idrak etmesi gerekiyor.
Biliniyordur, İngilizce olarak yayınlanan Forbes dergisi, her yıl dünyanın en zenginlerinin listesini yapar. Türkiye'nin en zenginleri de bazen
bu dergiden alıntı yapılarak bazen de doğrudan bir araştırmacı aracılığıyla ilan edilir. 2007'den 2008 yılının ortalarına kadar olan dönem için Türkiye'nin en zenginlerinin kimler olduğu
bilgisini Ekonomist
dergisi 2008/42 nolu sayısında derlemiş. Milliyet
gazetesi de 19 Ekim 2008 tarihinde bunu "İşte en zengin 100 Türk"
başlığıyla haberleştirmiş. İlginç bilgiler var araştırmada:
Araştırmaya göre, hem
kriz hem de dövizdeki dalgalanmalardan dolayı, geçen yıl 18
milyar dolar olan Koç ailesinin varlığı 11 milyar dolara, 17 milyar dolar olan Sabancı ailesinin varlığı da 10 milyar dolara gerilemiş.
Yine öğrendiğimize göre, süper zenginlerin evine ortalama olarak ayda 148 bin dolar giriyormuş. Bu zenginlerimizin de çoğunluğu İstanbul'da
oturuyormuş. Türkiye'de yoksulluktan dolayı izin günlerinde bile orada burada çalışmak zorunda kalan emekçilere inat, gazetenin yorumuna göre " yaz-kış tatil yapıyorlarmış" bu
zenginler. Üstelik her yıl birkaç kez tatil yaptıkları yetmiyormuş gibi, tatillerini de yurtdışında geçirmeyi tercih
ediyorlarmış.
Meraklısı bu zenginlerin bütün hobilerini, giyim kuşam zevklerinin bütün ayrıntılarını okuyabilir ama, biz sadece bize ilginç gelen
ikisini verelim. Mesela Ferit Şahenk'in hobisi, Les Ottomans adlı otele, Doğuş Grubunun üst yönetimi ile birlikte SPA'ya (bir çeşit bitki banyosu) gitmekmiş. Diğer zenginlerin erkekleri de
kıyafetleri için ortalama olarak yılda 200 bin dolar harcıyorlarmış. En zenginlerin yeni moda hobileri arasında ada satın almak da varmış. Dediğimiz gibi, derginin ilgili nüshasını alanlar bu inanılmaz derecede sıkıcı hayatların ayrıntılarını okuyabilirler.
Bizi ilgilendiren aşağıdaki listede ise ülkemizin en zenginlerinden sadece 100 ailenin servetleri var. Bu servetler onların "kişisel"
zenginliğini, yani ceplerindeki nakit parayı gösteriyor. Ellerinde bulunan şirketlerin kurumsal değeri anlamına gelmiyor. Kurdukları işletmeler, holdingler aracılığıyla bu varlıklar piyasa
değerleri pazar paylarına ve diğer iktisadi etkenlere bağlı olarak katlanabiliyor da.
Şimdi önce aşağıdaki
listeyi bir inceleyelim, sonra üzerine konuşmaya devam edeceğiz.
EN ZENGİN 100 TÜRK |
8 Milyar Dolar ve Üstü
1. Koç Ailesi
2. Sabancı Ailesi
6-8 milyar dolar
3. Ülker Ailesi
4. Doğan Ailesi
5-6 Milyar Dolar
5. Şahenk Ailesi
6. Tara Ailesi
4-5 Milyar Dolar
7. Hüsnü Özyeğin
8. Mehmet Başaran
9. Eczacıbaşı Ailesi
10. Yazıcı Ailesi
11. Dinçkök Ailesi
12. Özilhan Ailesi
13. Çolakoğlu Ailesi
3-4 Milyar Dolar
14. M.Emin Karamehmet
15. Zorlu Ailesi
16. Boydak Ailesi
17. Konukoğlu Ailesi
2-3 Milyar Dolar
18. Kocabıyık Ailesi
19. Faruk-Cengiz Yalçın
20. İssak Lodrik
21. Feyyaz Berker
22. Nihat Gökyiğit
23. Necati Akçağlılar
1.5-2 Milyar Dolar
24. Kibar Ailesi
25. Gürçelik Ailesi
26. Necati Kurmel
27. Demir Sabancı
28. Turgay Ciner
29. Lucien Arkas
30. Doğramacı Ailesi
31. Ali Ağaoğlu
1-1.5 Milyar Dolar
32. Salih Tatlıcı
33. İdris Yamantürk
34. Demir Karamancı
35. Oğuz Gürsel
36. Çarmıklı Ailesi
37. Sudi Özkan
38. Zafer Yıldırım
39. Zafer Kurşun
40. Nihat Özdemir
41. İshak Alaton
42. Garih Ailesi
43. Boyner Ailesi
44. Ahmet Çalık
|
750 Milyon 1 Milyar Dolar
45. Kamhi Ailesi
46. Altınbaş Ailesi
47. Ethem Sancak
48. Yılmaz Soyak
49. Aziz Torun
50. Saffet Ulusoy
51. İnan Kıraç
52. Nuri Özaltın
53. Erol Üçer
54. Murat Vargı
55. Cevahir Ailesi
56. Mehmet Ali Aydınlar
57. Nezih Barut
58. Yaşar Ailesi
59. Eren Ailesi
500 750 milyon Dolar
60. Yılmaz Ulusoy
61. İsfendiyar Zülfikari
62. Kanatlı Ailesi
63. Cihan Kamer
64. Selahattin Beyazıt
65. M. Nazif Günal
66. Ali Akkanat
67. Ünal Aysal
68. Ahmet Keleş
69. Çiftçi Ailesi
70. Sadioğlu Ailesi
71. Recep Yazıcı
72. Mermerci Ailesi
73. Hüseyin Özdilek
74. Hamdi Akın
75. Uran Ailesi
76. Bodur Ailesi
77. Ertuğrul Kurdoğlu
78. Zapsu Ailesi
79. Bayram Aslan
80. Amram Ailesi
81. Erdoğan Demirören
82. Erdal Aksoy
83. Yahya Kiğılı
84. Aşçı Ailesi
85. Öztürk Ailesi
86. İlyas Özsüer
87. Topbaş Ailesi
88. Turgut Yılmaz
300 500 Milyon Dolar
89. Celal Sönmez
90. İbrahim Polat
91. Kemal Gülman
92. Ali-İsmet Abalıoğlu
93. Bektaş Ailesi
94. Hasan Aslan
95. Yüksel Gamgam
96. Adnan Çebi
97. İhsan Kalkavan
98. Nevzat Kalkavan
99. Çeçen Holding
100. Kiler Ailesi
|
[Ekonomist dergisinin araştırmasına göre 19 Ekim 2008 tarihli Milliyet'te yayınlanan liste |
Görüldüğü gibi,
kimisi kamuoyu tarafından yakından tanınan, bir kısmı ise pek tanınmayan insanlardan oluşan bir En Zenginlerimiz listesi. Listeyi dikkatle incelediğimizde, cebinde 300 ila 500 milyon dolardan aşağı
parası olana zengin denmediğini anlıyoruz. Sade insanların asla ulaşamayacakları meblağları bu listeyi yapanlar zenginlikten saymamışlar. Hâlbuki, sınır olarak belirlenen bu rakamın çok çok daha altındaki meblağlar bile bizim için inanılmaz seviyeleri gösteriyor. Mesela emeğiyle geçinen bir işçinin 25-30
yıllık çalışma hayatından sonra aldığı emekli ikramiyesi en fazla 50-60 bin lira civarındadır. Ama, bu listeye göre, 250 milyon doları, 100 milyon doları, 10 milyon doları olanlar fakir sayılmış. Hatta, 1 milyon doları olanın adını bile anma gereği duymamışlar.
Somut öneri: En zenginler vatan görevine
Sıra geldi bu gerçekler temelinde yapacağımız öneriye. Biz, şimdi önerimizi yaparken, bu ülkenin milyonlarca emekçisine göre çok zengin sayılanların
tümünü birden de hedeflemiyoruz. Aşağıdaki önerimizle, sadece yukarıdaki listeye girmeye hak kazanan "süper
zengin" yurttaşlarımıza
sesleniyoruz.
Elimize aldığımız hesap makinesiyle basit bir hesap yaptık. Listede yer alanların ne
kadar paralarının olduğunu alt sınırdan hesap ettik. Alt
sınırdan hesap yapmamıza rağmen tüm ülkemizi rahatlatacak,
emekçilerin boğazlarından kesmelerine yol açmayacak ve hatta
-belki yeni bir üs, belki mehmetçiğin paralı asker olmasına yol
açacak- İMF ile anlaşmaya bile gerek kalmayacak bir öneri paketi hazırladık.
Eğer daha ilk dört
sırada yer alan Koç, Sabancı, Ülker ve Doğan aileleri birazcık
fedakârlık yapmayı kabul ederlerse, 24
milyar dolarlık bir
varlığı olan İşsizlik Sigortası Fonu'na el atılması gerekmeyecek bile. Çünkü sadece bu dört ailenin kişisel
servetleri 28 milyar dolar yapıyor.
Haklı olarak "niçin bu fedakârlığı sadece bizden istiyorsunuz" derlerse, aralarına
Şahenk, Tara, Özyeğin, Başaran, Eczacıbaşı, Yazıcı, Dinçkök, Özilhan ve Çolakoğlu ailerini alarak (alt tarafı 13 aile) bu kez bütün ülkemizi refaha çıkartmak mümkün oluyor. Bu şekildetoplam olarak ülkemiz bir anda 66 milyar dolar kazanır ki, ne İMF'ye ihtiyacımız kalır ne de krizden etkilenme gibi bir derdimiz.
Ama, eğer yine haklı olarak bu on üç aile de "bir tek bizi mi buldunuz" diye yakınacak olursa, o zaman aralarına diğerlerini de katmak şart
olur. Hesap ettik, bu yüz ailenin toplam serveti tam tamına yüz
kırk dört milyar dolar, (rakamla 144 milyar dolar)
yapıyor. Görüldüğü gibi, alt tarafı bu yüz ailenin yapacağı
katkı Türkiye'nin bütün darboğazlardan kurtulmasına yetiyor
da artıyor bile.
Ama bu kadar insafsız
olmamak lazım; insanlar da yıllarca yemeyip içmeyip
biriktirmişler, boğazlarından kısıp bu kadar zengin olmuşlar,
tüm paralarına el koymak olmaz ki denebilir. Böyle bir itirazın
haklı yönleri de olur mutlaka. O zaman da bu ülkenin kurtuluşunu
sağlayacak formül için yine çok uzağa gitmeye gerek yok.
Milyonlarca SSK'lı işçi, bordrosunu her ay aldığında ne ile
karşılaşıyorsa, bu En Zengin 100 Aile de aynı muameleye maruz
kalsın. Yani, bu servetlerini ücret olarak sayalım ve primleri,
vergileri, stopajı vs. düşüp çıkan parayı Hazineye aktaralım.
Yaklaşık ve ortalama olarak alt sınırdan alırsak, SSK'lı
işçilerin kesinti oranı bildiğimiz gibi yüzde otuza tekabül
ediyor.
Yüz ailenin servetlerine
uygulanacak alt sınır yüzde otuzluk bu "bir defalık vergi"
sonucunda, ülkemiz en az 43
milyar dolarlık bir gelir
elde eder. Zenginlerimize kalan servetlerinin yüzde yetmişi de
herhâlde rahat rahat yaşamalarına yeter. Zaten hepsinin kendi evi
var, kira dertleri de olmaz. Hazineye devredeceğimiz bu 43 milyar
dolarlık servet de işsizlik mağduru milyonlarca insanı bugünkü
gelirleriyle en az on yıl geçindirmeye yeter de artar bile.
İşte, en hakkaniyetli,
en rahat, en hızlı çözüm.
Haydi En Zengin 100 Türk.
Vatan sizden görev bekliyor. Böylesi şerefli görevler her zaman
çıkmaz. Sizlerin ne kadar hayırsever olduğunuzu biliyoruz. Televizyonlara çıkıp yok Tema için, yok sulak araziler için, yok kızlar okula kampanyası için bizi ikide bir cep telefonlarına
mesaj atmaya davet ederken yüzleriniz çok ağlamaklı görünüyordu.
Biz de millet olarak sizden bir kez fedakârlık istiyoruz.
Haydi ey zenginler. Haydi en zengin 100 Türk. Servetinizin yüzde otuzunu millete iade edin.
22 ve 23 Şubat 2009
tarihli Birgün gazetesinde yayınlanmıştır.