Sosyalist Dergi: 1 |  Leyla Erdem |
BİR KİTAP: ''MEDYA HALKA NASIL EVET DEDİRTİR?

     Daha Antik Yunan'dan beri demokrasi, oturduğu toplumsal zemin dolayısıyla, egemen çevrelerin "kendi gerçeklerini herkesin gerçeği gibi gösterebilme" yanılsamasına yol açarak, kolayca demagojiye dönüşen siyasal bir araç olagelmiştir. Demokrasinin kağıt üzerinde kalmaya yazgılı olduğu gerçeği, Rousseau'nun, "Bir tanrılar ulusu olsaydı, demokrasi ile yönetilirdi." [Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çan Yay. sf.91] deyişinde ifadesini bulmaktadır.


     Nitekim "demos" kavramı, gelişen kapitalizmle birlikte tam da liberallerin seçkinci eğilimlerine uygun olarak, "kollektif sıradanlık"* karşısında, bir "azınlık olarak halk" içeriğini kazanmıştır. Kapitalist toplumlarda, -alt sınıflardan gelip de eğitim vb. yoluyla "seçkin"leşip, sisteme entegre olan statü grupları dışındaki- geniş yığınlar, bir yandan kendilerini çepeçevre kuşatan ileri teknolojiye dayalı iletişim araçlarının etkileme gücü; öte yandan da zihinsel üretim araçlarından yoksun olmaları nedeniyle, kolayca illüzyona tabi tutulabilmektedir.
     Özgürlük yönünün abartılıp, eşitliğin hukuksal düzeyle sınırlandığı liberal demokrasilerde, özgürlük de -ne kadar nesnelleştirilmiş gibi görünse de- ekonomik yönden güçlü olanların bir lüksü olarak kalmakta ve ekonomik eşitsizlik, yasal eşitliği tam da bir adaletsizliğe dönüştürmektedir. Egemen sınıflar, kendi ideolojilerindeki kimi ilkeleri -piyasa sistemi, birey özgürlüğü vb.- evrenselleştirerek, "çağın düşüncesi" imiş gibi sunmaktadırlar; çünkü kendi çıkarlarını toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarı olarak gösterebilmek için kendi düşüncelerini tek mantıklı, evrensel düşünceler olarak ortaya koymak zorundadırlar. [Marx, Alman İdeolojisi, Sol Yay. 1976, sf. 35-36] Konumuz açısından önemli olan nokta, kapitalizmin çağdaş miti "piyasa"nın başat bir olgu olarak, ekonomik alanla sınırlı kalmayıp toplumun tüm faaliyet alanlarına doğru genişlemiş olmasıdır. Günümüzde para ve mal piyasalarının (ki piyasanın, ütopik liberalizmin düşlediği anlamda"serbest" işlemediği gerçeği, bizzat samimi liberal iktisatçılarca çoktan saptanmış bulunmaktadır) yanısıra sanat, bilim, edebiyat; kısaca kültürün kendisi de piyasalarca denetlenir olmuştur. Ya da en azından egemenlerin tercihleri, seçenekleri sınırlandırıp özgür seçimi ortadan kaldırmaktadır. İnsanların ne giyeceği, nasıl eğleneceği ve neyi dinleyeceği kadar, "ne bilmesi gerektiği" de piyasalarca kararlaştırılmaktadır. Duyguların bile pazarlanabildiği bir çağda (Prenses Diana için gözyaşı döktürülen 3. Dünya'nın yoksul insanlarını hatırlayalım) en önemli kitle iletişim aracı olan medyanın, hem ekonomik hem de kültürel piyasaların oluşturulması ve ürünlerin pazarlanması açısından ne denli büyük bir işlev üstlenebileceği kolayca kavranabilir. Bu bağlamda, aşağıda genel çerçevesiyle özetlenecek olan kitapta, -her ne kadar sistem karşıtı her bakış açısı, liberallerce "komplocu" damgası vurulmaya aday olsa da- yazarlarca altı çizilen "Güdümlü Piyasa Sistemi" kavramı, anahtar kavram olma özelliğiyle, büyük önem taşıyor.
      Herman ve Chomsky, Manufacturing Consent: The Political Economy of the Mass Media adlı yapıtlarında, medya olgusunu köklü bir analize tabi tutmaktadırlar. Geniş yığınlarda, hatta aydınların büyük bölümünde medyaya karşı oluşan gevşek, soyut ve temelsiz eleştiriler, -eksiklikleri olsa da- sağlam bir çerçeve içinde sistemli hale getirilmektedir. Öncelikle yeni bir tanım aramasına girişen yazarlara göre medya, klasik tanımındaki "tarafsız haber verme misyonu"nun tersine, "devlete ve özel sektör etkinliklerine hükmeden özel çıkarlara destek sağlama işlevini yerine getirmektedir." [Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir, Minerva Yayınları, sf.9] Yazarlar, haberleri biçimlendiren ve medyayı belli bir düzen içinde tutan önemli aktörlerin bulunduğunu vurgularlar: "Bizim burada betimlediğimiz, bir çeşit 'güdümlü piyasa sistemi'dir. Güdümü sağlayanlarsa, hükümet, iş dünyasının önde gelen isimleri, önemli medya kuruluşlarının sahipleriyle üst düzey yöneticileri ve bu alanda yapıcı girişimlerde bulunmaları uygun görülen çeşitli kişilerle gruplardır." [sf.12-13]
     Kitle iletişim araçlarının bireyleri toplumsal yapısıyla bütünleştirecek değer, inanç ve davranış kalıplarını benimsetme; kısaca sosyalizasyon işlevinin altını çizen yazarlar, "Servetin belli kesimler elinde toplandığı ve büyük sınıfsal çıkar çatışmalarının yaşandığı bir dünyada bu işlevleri yerine getirmek sistemli propaganda gerektirir" tezinden yola çıkarak, geliştirdikleri modeli şöyle özetlemektedirler: "Propaganda Modeli, sözü edilen servet ve iktidar eşitsizliği ile bu eşitsizliğin medyanın çıkar ve seçimlerine çeşitli düzeylerdeki etkisi üzerinde odaklanır. Paranın ve iktidarın ne gibi yollarla haberleri eleyip basılmaya uygun olanları seçtiğini, muhalif düşünceleri nasıl kenar sütunlara itip önemsizleştirdiğini, hükümete veya egemen özel çıkar çevrelerine ise nasıl mesajlarını halka kolayca verme imkânı sağladığını ayrıntılı olarak inceler." [sf.21-22]
     Yazarlar, Propaganda Modelinin unsurlarını ya da haber eleme süzgeçlerini 5 başlıkta topluyorlar:
1- Egemen medya şirketlerinin büyüklüğü, yoğunlaşmış mülkiyeti, kâr amaçlı oluşu ve sahiplerinin serveti
2- Reklamcılığın medyanın en önemli gelir kaynağı olması
3- Medyanın, iki temel kaynak ve iktidar odağı olan hükümet ve iş çevrelerinden ve bunların mali destek sağlayıp onayladığı 'uzmanlar'dan sağladığı bilgileri temel alması
4- Medyayı hizaya sokmak amacıyla kullanılan bir yöntem olan 'medyaya yönelik tepki üretimi'
5- Ulusal bir din ve bir denetleme mekanizması olan 'anti-komünizm'.
     Medyanın taraflılığının belki de en önemli etkeni olan birinci süzgecin önemini vurgularken yazarlar, öncelikle basının sanayileşmesiyle, serbest piyasa sistemindeki gelişmenin eşzamanlılığına dikkat çekiyorlar. Yayıncılık alanında maliyetlerin giderek yükselmesi, çok büyük miktarlarda sermaye yatırımı gerektirmesi, yayın organlarının giderek büyük servet sahiplerinin elinde toplanmasına ve kâr amaçlı şirketler haline dönüşmesine yol açmıştır. Yazarlar, medya şirketlerinin hükümetle olan bağlantıları ve hükümete bağımlılığının da altını çiziyorlar: "Tüm radyo-TV şirketleri ve şebekelerinin hükümetin vereceği ruhsat ve izinlere ihtiyacı vardır; dolayısıyla hepsi hükümetin denetimine ve baskılarına açık durumdadırlar. Bu teknik ve hukuki bağımlılık medyayı hizaya sokacak bir sopa olarak kullanılmıştır ve medya politikası, kurulu düzen doğrultusundan sık sık sapacak olursa, bu tehdit harekete geçirilebilir. Medya kendini bu tehlikeden, kulis faaliyetlerine girerek, çeşitli siyasal harcamalar yaparak, politik bağlantılarını geliştirerek ve dikkatli bir politika izleyerek korur." [sf.45-46] Reklamcılık ise medyaya yaşamsal düzeyde ekonomik katkı sağlamaktadır: "Reklamcılığın büyümesiyle birlikte, çok reklam alan gazeteler, gazetelerini üretim maliyetinin altında bir fiyattan satabilir hale geldiler." [sf.49] Reklam veren kuruluşlara olan bağımlılıksa medyanın tarafsızlığını ortadan kaldırmıştır: "Reklam devreye girince, serbest piyasa, son kararı alıcının verdiği tarafsız bir düzen olmaktan çıkar. Reklam verenlerin seçimleri, medyanın maddi durumunu ve yaşamasını etkiler" [sf.49-50] Bu durum işçi partisini ya da hareketini destekleyen kuruluşların nasıl yutulup ortadan kalktığını da açıklamaktadır. Reklam veren kuruluşların siyasi ayrımcılığı da medyanın tarafsızlığını önemli ölçüde etkilemektedir: "Kamu televizyon kuruluşu WNET, 1985 yılında Üçüncü Dünya Ülkelerindeki çokuluslu şirketlerin faaliyetlerini eleştiren "Kâr Hırsı" adlı belgeseli yayınladıktan sonra Gulf+Western şirketinin sağladığı mali desteği kaybetmiştir. ...Gulf+Western'in genel müdürü, televizyon kuruluşuna, programın 'iş dünyasına hatta belki de Amerikaya karşı son derece düşmanca bir tavır içinde' olduğundan ve kuruluşun programı yayınlamasının, 'şirketin dostu olan bir kuruluş'tan beklenecek bir davranış olmadığından yakınmıştır." [sf.55] Reklam veren şirketler, kültürel ve politik açıdan muhafazakâr nitelikteki programlardan yanadırlar, "genellikle 'satın alma psikolojisi'yle uyuşmayan, ciddi karmaşalar ve rahatsız edici çekişmeler içeren programlardan uzak durmayı", izleyiciyi yormadan eğlendiren, Amerikalıların dışarda nasıl yemek yedikleri, nerelere niçin gittikleri ile ilgili bir CBS programı olan "Bay Rooney Yemeğe çıkıyor" gibi programları tercih ederler. Üçüncü süzgeç olarak görülen haber kaynakları arasında, halkla ilişkilere giderek daha büyük fonlar ayıran hükümet ve şirket kaynakları başta gelir. "Güçlü kesimler, medyaya yaptıkları yardımlar, görev gereği kurulan sürekli ilişkiler ve karşılıklı bağımlılık sayesinde, kişisel ilişki, tehdit ve ödüllerle medyayı daha da etkileyip zorlayabilirler." [sf.66] Yazarlara göre şirketler dünyası, diğer siyasal yatırımlarının yanısıra salt tepki üretmek için oluşturulmuş örgütlere kaynak sağlayarak, itici güç olmuştur. "Tepki üreten odaklar birbirinin gücüne güç katar ve siyasi otoritenin haber-yönlendirme faaliyetlerindeki egemenliğini pekiştirirler. Hükümet, başlıca tepki üretme odaklarından biridir. Kurulu düzenin çizgisinden sapan medyayı, düzenli saldırı, tehdit ve 'düzeltmeler' yoluyla hizaya sokmaya çalışır." [sf.81] Nihayet, Batı'nın temel ideolojisi hatta dini haline gelmiş olan anti-komünizmin, solu ve işçi hareketini bölen siyasi bir denetim mekanizması olarak kullanıldığını ve dış ülkelerdeki daha az tehlikeli sayılan faşizmi desteklemekte haklı bir neden olarak sunulduğunu vurguluyorlar. Anti-komünist propaganda çerçevesinde "Dönekler, muhbirler ve diğer çıkar düşkünleri 'uzman' olarak öne çıkarlar; ve söylediklerinin büyük ölçüde, hatta tamamıyla yalan olduğu ortaya çıksa bile en önde kalırlar." [sf.84] Uluslararası planda da ABD yönetimi ve medyasının, ayrımcı yaklaşımı benimsediğini öne süren Herman ve Chomsky, çarpıcı bir örnekle, Türkiye'de 1980'de kurulan sıkıyönetim hükümetini desteklerken; 1981'de, Polonya'daki siyasi tutuklamaları kınayıp, bunu işçi haklarının çiğnenmesi olarak değerlendirmelerindeki çelişkiyi ortaya koymaktadırlar. [sf.87-88]
      Yaptıkları analiz sonunda yazarlar, sistemi meşrulaştırma hizmeti sunan bu propaganda sisteminin "her şeye kadir olmadığını"; yerel yayın organlarıyla, kamu radyo ve televizyonlarının alternatif olarak desteklenmesi gerektiğini, toplumsal yaşamın demokratikleşmesinde yerleşim merkezleri ile mesleki örgütlenmelerin yanı sıra temel medya reformunun siyasal programlara katılmasının önemine dikkat çekerek, "özgür ve bağımsız medyaya erişme umudunu" kaybetmemiş görünüyorlar. Herman, kitabın sonuna eklenen, 1996 tarihli "Propaganda Modeline Yeniden Bakış" adlı yazısında, son on yıl boyunca ekonomi, siyaset ve iletişim sistemlerinde meydana gelen köklü değişikliklerin, modeli geçersiz kılmaktan çok; daha da uygulanabilir kıldığını, haber eleme süzgeçlerinden özellikle ilk ikisini çok daha önemli hale getirdiğini vurguluyor . Modele yöneltilen Standart Liberal ve Akademik "Sol" eleştirileri de yanıtlayan Herman, "Geriye bakınca, propaganda modelinin medyanın işleyiş ve davranışına ilişkin bir model olduğunu, sözü edilen işleyiş ve davranışın kesin olmayan ve değişken etkiler meydana getirebileceğini galiba daha açık belirtmemiz gerekirdi diye düşünüyorum. Medyanın içindeki ve dışındaki muhalif güçleri ve bu güçlerin hangi koşullarda etkili olabileceğini daha ayrıntılı bir biçimde açıklayabilirdik" [sf.138-139] diyor.
     Sonuç olarak kitapta çarpıcı örneklerle gözler önüne serilen medya gerçeği, ülkesinde olup bitenlere kendi gözleriyle bakmak isteyen özgür kafalı insanlar için, medyanın zihinleri koşullandırma yönünde yarattığı tehlikeleri ve medya ile ekonomik iktidarlar arasındaki yapısal bağlantıyı kavramakta geniş bir açılım sağlamaktadır. Son yıllarda sivil toplumcu zihniyetle harmanlanmış postmodern yapay cemaatlerin dışında kalan ve daha fazla tüketmek için daha çok kazanma telaşı içindeki geniş yığınların, en bayağı; kendi yaşam gerçeklikleriyle hiç ilgisi olmayan programlarla, o programlarda ortaya konan mantığın, tekrarlarla oluşturulan bir alışkanlıkla giderek kölesi haline geldiği ülkemizde, kitabın bildirisi daha da önemli hale gelmektedir.
     Ancak ortaya konulan Propaganda Modeli, medya-toplum etkileşiminin ana dinamiklerini açıklamaktan çok, tek yanlı olarak medyanın yapısal unsurlarını çerçevelemektedir. Bu haliyle, etkilenen kitlelerin, başka pek çok dinamikten bağışık, nötr bir kitle olarak görülebilmesi yanılsamasını taşımaktadır. Medyanın iktidarla ilişkilendirilmesi onun etki gücünün altını çizse de kendisine mesaj sunulan insanın bağlı olduğu muhalif ya da karşıt kültür gruplarıyla, onların sosyalleştirme işlevleri ve bu işlevlerini yerine getiremiyorlarsa nedenleri hakkında herhangi bir vurgu yapılmamaktadır. Yine bugün sosyal psikolojinin en temel konularından birini oluşturan tutumların oluşmasında, sistemli bir propaganda aracı olarak ortaya konan medyanın dışında bireyin çeşitli düzeylerde etkileşime girdiği sosyal grupların (aile, siyasi parti, dinsel cemaat, iş ve arkadaşlık grupları gibi) payı son derece büyüktür. Elbette ki her siyasal sistem kendini meşru kılacak düşünsel ve teknik araçları kullanmak ve sistemi oluşturan temel kurumlar (eğitim-siyaset-ekonomi vb.) arasındaki koordinasyonu sağlamak zorundadır. Yine de medyadan tek yönlü bir bilgi akışına karşı belli tutumlar, bir direnme gösterir. Mesele bu direnme ya da direnme biçimlerinin ne denli uyumu dışlayıcı olduğu ve mevcut sisteme alternatif oluşturabilecek güçte bulunup bulunmadığının saptanmasıdır. Ancak kapitalizm koşullarında ekonomik iktidarların düşünsel iktidar oluşturmak ve bunu yaygın hale getirmekteki öncelikli şansı gözönüne alındığında; çözümün, liberal sivil toplum anlayışı çerçevesinde siyasal iktidara direnen sivil iktidarlar oluşturmakla sağlanabileceği düşünün pek gerçekçi olmayacağı aşikârdır. Bu olguyu, sistem karşıtı gibi görünen pek çok "sivil toplumcu" aydının, kâr amaçlı işletmelerce büyük paralar karşılığı istihdam edildiği gerçeği bile yeterince açıklamaktadır.
     Yine çözüm salt medyanın yapısını değiştirmekten çok (ki çağdaş toplumlarda başlıbaşına bir kültür kurumu haline gelmiş olan medyanın yapısında gerçekleştirilecek herhangi bir değişiklik, sistemin onunla eşgüdüm halinde bulunan diğer kurumlarında da yapısal bir değişikliği gerçekleştirmeden, nispi bir reformdan öteye gitmeyecektir), onu vurgulanan nitelikleriyle ortaya çıkaran global sistemin yapısını köklü bir biçimde değiştirmekten geçmektedir. Ancak çözüm, kitabın yazarlarından (felsefe ve bilimde anti-deneyci, rasyonalist; siyasette ise anti-kapitalist olan) Chomsky'nin, klasik (saf) liberalizme dönüş; onu, özgürlükçü sosyalizm ile kaynaştıran bir çeşit "anarşist sosyalizm" ülküsü olabilir mi? [Magee, Yeni Düşün Adamları, MEB Yay. 1979, sf.341-342]. Oysa kapitalizm, tam da ilginç bir paradoksla, düzenden yoksun liberal özgürlüğü, rasyonalist mantıkla kendi düzenine bağlamıştır. [Schumpeter, Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, Varlık Yayınları, 1981, Bölüm 11: Kapitalist Uygarlık] Belki de radikal çözüm, bin yıllardır, yaygın düşünme ve yaşama gelenekleriyle hayatı ve zihni koşullandırılmış insanın, yeniden üretilmesiyle; gerek bedeni gerekse zihni üzerinde iktidar kurulmasını istemeyen ve "başkası" olma yerine "kendi" olmakta direnen yeni bir insan tipinin yaratılmasında yatmaktadır. Yeni insanın oluşturulması sürecinde kullanılacak araçların da yenilenmesi gerekir; çünkü araçların kolayca amaca dönüşme riski, -henüz eski sistem içinde işgörenler için- daima mevcuttur.
     Nihayet, çağın en yaygın kültür kurumu haline gelmiş medyanın arka planına ışık tutarak, tekilci kültür aşılamaya karşı toplumsal bir bilinç yaratmakta; namuslu basın-yayın mensuplarını, kitlelerin zihinlerinin vesayet altında tutulmasına karşı direnen alternatif bir medya oluşturmakta cesaretlendirecek nitelikte önemli bir eserin türkçeye kazandırılmasında emeği geçen herkesi kutluyorum.
     *J. Stuart Mill, "Özgürlük Üzerine" adlı yapıtında, kitlelerin bir kollektif sıradanlık oluşturduğu görüşündedir. Ona göre, "Hiç bir demokrasi ya da kalabalık bir aristokrasi hükümeti, hükümdarlar dışında gerek siyasi davranışlarında olsun ve gerekse beslediği düşüncelerde, niteliklerinde ve düşünce tonunda olsun, sıradanlığın üstüne çıkmamıştır ya da çıkamamıştır." sf.90
 
Yazarın Diğer Yazıları
 BİR KİTAP: ''MEDYA HALKA NASIL EVET DEDİRTİR?