Çok uzun yıllardır varlığına karşı muhalefet yürütülen, 12
Eylül cuntası ürünü, 2821 sayılı "Sendikalar Yasası" ile 2822 sayılı "Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası"nın sonunda değiştirilmesine dair güçlü bir hava oluştu. Her ne
kadar bu tazyik "mevcudu korumayı" en büyük erdem sayan "büyük" sendikalardan gelmedi ise de, ilerici, sosyalist sendikacıların uzun yıllardır gündeme getirdikleri eleştirilerin
kısmen ete kemiğe büründürüleceği bir momente gelmiş gibi görünmekteyiz. Buna rağmen, taslağın son hâlinde yine bir hüsrana uğramamak için öncü işçilerimizin, emekçilerin ve emeğin kurtuluşunu dert edinen sendikacıların uyanık ve
hazırlıklı olması gerekiyor.
İşçi sınıfının sermaye düzenini ortadan kaldırmak için yürüttüğü
mücadelesindeki en önemli araçlarından biri, sendikalardır. Bu nedenle, burjuva devlet yapısı sendikaların özgürce çalışmasının önüne olmadık engeller çıkartmakta mahirleşmiştir. Bizim ülkemizde de, sendikaların çalışmasını alabildiğine
zorlaştırmak, işçilerin özgür iradelerini kullanmalarını engellemek için çeşitli yol ve yöntemler kullanılmaktadır. Bu engellerden en önemlisi, yasalar aracılığıyla çalışma
hayatının kompartımanlara ayrılmasıdır. Bu türden bir ayrıştırmanın yolu da işçi sınıfının elindeki sendikanın, toplu sözleşmenin ve grevin birbirinden kopuk hâle dönüştürülmesi
veya aralarındaki bağların zayıflatılmasıdır. Sendikaların kurulması ve yaşatılması, toplu sözleşme imzalama yetkisi ve işi derhâl durdurma hakkı birbirinden ayrılmaz bir bütün
olmalıdır. Fakat, böylesi bir durum işçilerin sermaye karşısındaki mücadele gücünü arttırmayı sağlayacağı için, normalde yekpare olması gereken bu organizma, paramparça hâle getirilmiştir. Türkiye'de grevsiz, toplu sözleşmesiz ilk
sendika yasasının çıktığı 1947 yılında da durum bu idi. Grev ve toplu sözleşme hakkı alınan 1963 yılından beri ise, "sendikaların çalışma kuralları" ayrı, "grev ile toplu
sözleşme düzeni" ayrı yasalarla tanımlanmıştır.
Eskinin devamı mı?
Hükümetin sendikaların incelemesine sunduğu yeni taslakta bu durum aynen muhafaza ediliyor. Dolayısıyla, yeni taslağı incelemeye
çalışacağımız bu yazı için, eğer olumsuzluktan başlayacak olursak, bu alandaki en büyük sıkıntının hâlen devam ettiği söylenmelidir. Ama yeni tasarının olumlu yanlarının daha fazla
olduğunu belirtelim. Zaten, mevcut Sendikalar Kanunu, 12 Eylül ürünü olduğu için, yani toplumdaki bütün ilerici, sosyalist güçlerin bastırıldığı bir ortamda, bütünüyle sermaye
sınıfının ihtiyaçlarına yanıt veren bir yasa olduğu için, yeni tasarının, olumluluklar içermesi gayet doğal. Ancak öte yandan, ortada devrimci bir talep ve bu doğrultuda somutlanan
mücadele yokken, işçi sınıfının somut ve gerçek ihtiyaçlarına yanıt verecek bir yasa hazırlanmasını beklemek de gerçekçi değil. Zaten bu nedenden dolayı, tek tek bulunabilecek olumlu değişikliklerin yanında, yasanın geneline hâkim olan vesayetçi
yaklaşım aynen devam ediyor.
12 Eylül öncesinde işçiler, sermaye sınıfından pek çok hakkı
kopartıp almıştı. Darbeci 12 Eylül generalleri, bu "tehlikenin" bir daha ortaya çıkmaması için sermaye sınıfının ihtiyaçlarına uygun, faşist hükümler içeren bir yasa yapmışlar
ve işçi sınıfını cendereye alabileceklerini ummuşlardı. Mevcut sendikalar kanunu, işçilerin atacağı bütün adımların kanuna, kurallara, yönetmeliklere göre atılmasını, aksi takdirde
sendikaların kapatılma tehlikesiyle bile karşılaşacaklarını
öngörmektedir. Hâlâ sendikalarımızın genel kurullarının kaç
yılda bir yapılacağı, sendikaların yönetimlerinin kimler
tarafından oluşturulacağı, sendikaların hangi sektördeki
işçileri örgütleyebilecekleri bile kanun ve yönetmeliklerle
belirlenmektedir.
Mesela, Türkiye'de, bir sendikanın toplu sözleşme imzalama "yetkisi"
alabilmesi için, ilgili işkolunda çalışan işçilerin yüzde
10'unu örgütlemiş olması gerekiyor. Bir sektörden örnek
vererek açıklamak gerekirse, Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı, Temmuz 2009 istatistiklerinde metal işkolunda çalışan
sayısını 671 bin olarak belirlemiş. Bu demektir ki, yeni bir
metal sendikası kurulsa, bu sendikanın sadece yetkili olabilmesi
için bile 60 bin kişinin üzerinde üye sahibi olması lazım.
Oysaki ülkemizde sendikalaşma mücadelesi gerçeğine bir parça
aşina olanlar bu hedefe kısa vadede ulaşmanın neredeyse mümkün
olmadığını bilirler.
Taslakta işkolu barajının yüzde 1'e düşürülmesi öngörülüyor. Bu
bir olumluluk mudur; evet. Ancak, kimi işkollarında çalışan
sayısının fazlalığından kaynaklı olarak örgütlenme zorluğu
bir yana, ilkesel olarak itiraz edilmesi gereken bir husus daha var:
Taslak, herhangi bir işkolunda kaç kişinin çalıştığını,
hangi işlerin hangi işkoluna girdiğini ve benzeri verileri tespit
ve ilan yetkisini yine Bakanlığa bırakıyor. Doğrudan siyasi
iktidarın eline verilmiş olan bu yetkinin işçilerin talep ettiği
özgürlük alanları ile çeliştiği çok açıktır. Çünkü,
bizdeki siyasiler daha önce ellerindeki yetkiyi kötü niyetli
olarak kullanmaktan ve muhalif sendikaların yetkisini düşürmekten
çekinmemişlerdir. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için, bakınız
"Sendikal Hareketin Baraj Sorunu", Fatih Aydın, Ürün
Sosyalist Dergi, Aralık 2004 Ocak
2005, sayı 17.)
İşkolu sayısı
Yeni tasarıyla, işkolu sayısının 29'dan 17'ye düşürülmesi
öngörülüyor. Bunu olumlu bir adım olarak görebiliriz. Ne var
ki, işkolu sayısının azaltılmasıyla barajın düşürülmesi
bir arada değerlendirilirse, neticede, sendikal mücadele için
barajın düşürülmesinin değil, kaldırılmasının anlamlı bir
adım olacağını da görmek gerekiyor. Çünkü sektörlerin
birleştirilmesi, işkolunda çalışan sayısını arttırıcı bir
etki yapacak; bu da barajı aşmak için gereken sayıyı yine
yukarılara fırlatacaktır. Kısacası, sendikal özgürlük
talebinde bulunanların bu konuda yarım yamalak bir değişiklik
için değil, barajın sıfıra indirilmesi için seslerini
yükseltmeleri gerekiyor.
Bu
arada, işkolu sayısının düşürülmesinin mevcut yasaya göre
bir olumluluk olduğunu belirtirken, "neden, dört, sekiz, onüç
değil de onyedi" sorusunun yanıtının, bu taslakta da kendisine
yer bulamadığını belirtelim. Eğer bir işkolu ayrımı
yapılacaksa, işkolu sayısı, bazı ülkelerde olduğu gibi üçe
ya da dörde indirilebilirdi pekâlâ. Bu konuda sendikaların kendi
dar çıkarlarını düşünmeden, işçi sınıfının bütünsel
çıkarlarını gözetmelerini talep etmek gerekiyor.
Göreceli olarak, işkolu sayısının azalması da, ülke barajının
düşürülmesi de olumluluktur, ancak; barajları bütünüyle
kaldıran, örgütlenme alanına ve kapsayıcılığına kendisini
meydana getirenlerin, yani işçilerin karar vereceği sendikalara
olanak tanıyan; sözleşme yetkisinin kimde olacağının, işçi
temsilcilerinin de içerisinde bulunduğu özerk bir kurulca
belirleneceği bir düzenlemeye geçilmeden veya referandum gibi
uygulamalar olmadan gerçek anlamda bir olumluluktan değil, "mevcut
yasaya göre" olumluluklardan söz edilebilir.
Esas olan, işkolunun, daha doğrusu sendikanın kapsayıcılık alanının,
onu oluşturan işçiler dışında herhangi bir güç tarafından,
bu bir yasa olsa bile belirlenmemesidir. İşçiler, kimleri
örgütlemek amacını taşıyorsa, bir araya gelmeli ve gönüllü
olarak sadece o işkolundaki veya sektördeki işçileri
örgütlemelidir. İşçiler de, kurulu olan sendikalardan hangisini
kendisine yakın hissediyorsa ona serbestçe üye olabilmelidirler.
Bu noktada, bir yanlış anlamayı da gidermemiz gerekiyor. İşkolu
esasına göre örgütlenmiş olmak işçi sınıfını bölen bir
sorundur; ama en önemli sorun değildir. Eğer mücadeleyi
ortaklaştırma doğrultusunda bir irade sözkonusu değil ise,
işçileri bölen etkenlerin de sayısı otomatik olarak artar. Her
şeyden önce, işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesi,
bilinçli işçilerde de, bilinçsiz işçilerde de birlik eğilimini
kuvvetlendiriyor. Mesela Tekel işçilerinin Aralık 2009'da
Ankara'da başlattıkları ve etkisi azalmakla birlikte 1 Mayıs
2010 sonrasına dahi sarkan eylemleri, sendika ya da konfederasyon
farkı olmaksızın, sendika üst yönetimlerini olmasa bile, pek çok
emekçiyi, işçi dostunu bir araya getirme işlevi gördü. Benzeri
eylemliliklerin artması da toplumsal hareketliliği hızla belli
hedeflere kanalize etme işlevi görecektir.
Ayrımı belirsiz işkolları
İşkolu esasına göre örgütleniyor olmak sorunlardan biridir, ama, işkolu
ayrımının hangi temelde yapıldığı çok daha önemlidir. Bu
söylediğimizi daha açıklayıcı hâle getirmek için bir örnek
üzerinden anlatmayı deneyelim.
Ülkelerin
ekonomileri ve sanayi kolları için stratejik önemde sayılan
alanlar vardır: Petrol, enerji, kimya, ulaşım, metal gibi. 12
Eylülcüler, bu stratejik alanları birbirlerinden tamamen ayırmak
ve tecrit etmek üzere bölmüş ve yapılan işler birbirlerinin
devamı bile olsa farklı işkolları yaratmışlardı.
Yeni
tasarıda bu konuda bir ilkesel tutumdan ziyade, kısmi düzeltmelerin
yapılması ile yetinilmiş. Örneğin, ulaşım işkolu, mevcut
kanuna oranla bir iyileştirmeyi içeriyor. Buna göre, bugüne dek
birkaç sendikaya (dolayısıyla birkaç işkoluna) dağılmış
bulunan deniz, kara, hava ve demiryolu ulaşımı, "Ulaştırma"
adı altında tek bir işkolu bünyesinde toplanıyor. Buna benzer
şekilde deri, dokuma ve tekstil imalatı da birleştirilen işkolları
arasında.
Ama
öte yandan aynı işkolu içerisinde sayılması gereken alanların
iki hatta üç işkoluna bölünmüşlüğünün devam ettiğini de
görüyoruz. Mesela Türkiye'de enerji diye bir işkolu var. Ama
bunun yanında bir de petrol işkolu var. Petrol işkolu, petrol,
kimya, lastik ve ilaç alanlarını kapsıyor. Petrol ve enerji,
"işkolu" düzeyinde ancak çok yapay biçimde birbirinden
ayrılabilir. Petrolün bir enerji kaynağı olup olmadığını
tartışmak gibi bir saçmalıkla karşı karşıya kalınabilir bu
durumda.
Yine
aynı sorunun bir benzerini bu kez "kimya" alanında görüyoruz.
Örneğin kimyasal tepkimeler sonucunda mamül bir maddenin ortaya
çıkmasını esas alacak olursak, neredeyse bu alandaki bütün
işkollarını aynı işkolu içinde saymak mümkündür. Eğer
mamülün ortaya çıkış süreci değil de, nihai olarak meydana
çıkan mamül esas alınacaksa, bu kez neredeyse tüm ürünlerin
farklı işkollarında sayılması gerekebilir. Şimdiki işkolları
esası bu konulara tutarlı bir cevap vermemektedir. Bu nedenle,
mesela üretim işlem ve aşamaları bakımından bütünüyle kimya
alanında sayılması gereken cam imalatı, hâlâ "cam işkolu"
diye bir kategori yaratılarak ayrı tutulmaya devam etmektedir.
Dünyadaki
büyük sermaye gruplarının da gözünü diktiği ve ülkemizde
milyarlarca dolarlık yatırımlar yaptığı otomotiv işkolu da
benzer bir örnek göstermektedir. Gelişen teknoloji ve değişen
üretim tekniklerine bağlı olarak, geleneksel olarak metal
işkolunda sayılan otomotiv imalatının hangi kısmının metale,
hangi kısmının plastiğe girdiği artık tartışmalıdır. İç
içe geçmiş bir süreçten bahsediyoruz. Yeni tekniklerin ve
buluşların kullanıldığı otomotiv sektöründe, kaporta ile
iskelet dışında metal kullanım oranı iyice azaldı. Günümüzde
üretilen otomobillerin çoğunun en fazla yüzde 35'i metalden,
kalan kısmı ise kağıt, kumaş/deri ve plastikten meydana
gelmektedir.
Burada
tartıştığımız, otomotiv sektörünün metalden alınması ve
yeni bir işkoluna devredilmesi değildir. Bu noktada sendikaların
tartışması gereken husus, mevcut işkolu ayrımının
anlamsızlığıdır. Sendikaların ısrarla bu noktaya vurgu yapması
gerekmektedir. Ama, Türkiye'de, otomotiv sektöründeki bu karmaşa
ve plastikle metal ayrımının çok net yapılmıyor olması, başta
MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) olmak üzere tüm büyük
sermaye kesimlerinin işine gelmekte, o nedenle değiştirilmesi için
teşebbüste bulunulmamaktadır. Patronların cephesi açısından
anlaşılabilir bulabileceğimiz sebebin işçi cephesi için bir
ısrar konusu olamaması ise asla anlaşılabilir değildir. Ancak,
bu ısrarsızlığın sebebi, bu alanda çalışanlar için yine
malumdur.
Metal
işkolunun en büyük sendikası Türk Metal Sendikasıdır. (Türk
Metal sendikası hakkında daha ayrıntılı bilgiler için bakınız
"Mustafa Özbek Patron Mudur, Sendikacı Mıdır?", Fatih Aydın,
Ürün
Sosyalist Dergi, Mayıs Haziran 2009,
sayı 26.) Bu organizasyon, sendika adını alma hakkı bile olmayan
bir yapıdan ibarettir. Türk Metal adlı bu organizasyon,
örgütlenmesini esas olarak üç ayak üzerine inşa etmiştir.
Birinci
ayaktaki örgütlenmesini, MESS ile doğrudan "sosyal partner"
olarak çalışması ve MESS'in kendi üyelerine Türk Metal'i
tavsiye etmesiyle sağlamaktadır. İkinci ayaktaki örgütlenmesini
ise, daha muhalif ve mücadeleci bir sendika olarak bilinen Birleşik
Metal İş'e karşı yapmaktadır. Birleşik Metal İş'in
örgütlenme faaliyeti başlattığı işyerindeki işverene BMİS'in
anti propagandasını yaparak kendilerinin tercih edilmesini
sağlamaktalar. Üçüncü ayakta ise, daha çok Petrol İş'in
örgütlendiği plastik işkoluna ait işletmelerdeki sendika
örgütlülüğüne itiraz ederek, bu işyerlerinin metal işkolunda
sayılmasını, böylece Petrol İş örgütlülüğünün
düşmesini sağlamakta ve binlerce üyeyi zahmetsiz olarak kendi
bünyesine katmaktadır.
Bu
örneklerden yola çıkılacak olursa, 21. yüzyıl üretim
teknikleri göz önüne alındığında, pek çok işkolunun
birbirinden bağımsız değerlendirilmesinin hiçbir mantığının
kalmadığı tespit edilebilir. Bu denli iç içe geçmiş üretim
süreçlerinde hâlâ işkolu esasıyla sendikal ayrımların
yapılması, eğer bir art niyet söz konusu değilse, mümkün
değildir.
Tekrar
edelim, işçilerin kimleri örgütleyeceklerine kendileri dışında
hiçbir organın, kuvvetin, iradenin veya adına her ne denirse
densin bir başka odağın karar verememesi en temel ilkedir. Ancak,
işçilerin bu hakkı elde edemediği koşullarda bile gereken,
işkollarını bu kadar çeşitlendirmemek ve tümünü birkaç
sayıya indirmektir.
İşyeri
sendikası
Yeni
tasarıda, işyeri sendikacılığını ve meslek sendikacılığını
teşvik eden, bu duruma yasal olarak izin veren düzenlemeler
bulunuyor. İşçi sınıfı içinde, şu anki genel psikolojiye
bakılacak olursa, bu durumun örgütlenmeyi kolaylaştıracağını
söyleyebiliriz. Mesleki birliğin örgütlenmeyi kolaylaştırdığı,
aynı meslektekilerin bir arada örgütlenmeyi tercih ettikleri
bilinmektedir.
Kabaca
iki grupta ele alınan fikri üretim ağırlıklı beyaz ve mamül
üretim ağırlıklı mavi yakalı çalışanlar diye bakıldığında,
her iki kesimdeki yaygın ve egemen yaklaşım kaynaşmayı değil
de, ayrışmayı teşvik etmektedir. Tüm işçilerin ve emekçilerin
birliğini esas alan örgütlenmelerin daha zor kabul göreceğini
bilerek, işçi sınıfı içindeki bu eğilimle mücadele eden bir
yapı oluşturulmalıdır. Beyaz yakalılar içinde, aldığı
eğitime, vasıflarına, yaptığı işe bakarak aynı işkolu ve
hatta işyerinde çalıştığı işçilerle bile aynı sendikada
örgütlü olmak istemeyen bir eğilim ve bu eğilimden kaynaklanan
bir sorun maalesef var ve şimdilik egemen gibi. Ama bu sorunu
aşmanın yolu, tekrar olma pahasına bir kez daha yazalım, işkolu
ve örgütlenme sınırlarının yasayla değil sendikaları
oluşturan işçilerce belirleneceği bir serbestlik düzenlemesinden
geçmektedir.
Üretimin
her aşamasında, sömürülenler tarafında bulunan herkesi aynı
potada örgütlemeyi hedefleyen bir sendika tarzı en ideal olmakla
birlikte, bu ideali pratiğe uygulamaya çalıştığınızda, her
adımda "nasıl" sorusuyla karşılaşılacağı bilinmelidir. Bu
konuda, yakın tarihte yön bulmamızı sağlayacak çok fazla
tecrübe yok maalesef. (Bilgi Üniversitesindeki akademisyen ve
hizmetliler dahil tüm çalışanları bir arada örgütlemeyi
amaçlayan sendikalaşma faaliyeti bu açıdan da özel bir ilgiyi
hak etmektedir.) Kestirme bir genelleme yaparsak, mesleki
farklılıkları gözeten ama yine de aynı örgüt içinde yer alan
bir düzenlemenin ideal olduğunu söylemeliyiz.
Barajlar
sorunu
Ürün'de
daha önce çıkan sendika yazılarında da ısrarla vurgulandığı
gibi, barajın sıfıra inmesi talebi ilkesel bir talep olmanın yanı
sıra, sendikal örgütlülüğü sıçratan da bir etki
yaratacaktır. Bugün ülkemizdeki reel örgütlülük oranı yüzde
7'ler, yüzde 8'ler civarına gerilemiş durumdadır. Baraj
sorununun ortadan kalkması ile birlikte her alanda bir örgütlenme
hamlesi yaratılacaktır. Şu anda, çoğunlukla yetki sorunundan
kaynaklı olarak sendikalara alternatif örgütlenme tarzıyla
işçileri bir araya getiren organizasyonlar olmasına rağmen, yetki
sorununun ortadan kalkması sendikalara olan ilgiyi ve talebi mutlaka
arttıracaktır. Sendikalar tek amacı kesesini doldurmak olanlara
bırakılamayacak kadar önemli araçlardır. Her ne kadar işyeri
komiteleri, işçi birlikleri ve benzerlerinin mevcudiyeti işçi
sınıfı mücadelesine katkı koymakta ve dönem dönem hantal
sendikal yapıların harekete geçmesini sağlamakta ise de, resmî
sendika kurumlarının otoritesi ile mukayese edilemezler.
Bu
nedenle, işçi sınıfı bilimine inanmış olanların sendikalara
yönelmeleri ve sendikalarda istihdam edilmeleri gerekmektedir.
Sadece uzman olarak değil, bizzat o sendikanın üyesi, o sektörde
çalışan bir aktivisti olarak da yönetime gelmeleri gerekiyor.
"Yönetim" derken de resmî karar alma mekanizmasının içinde
yer almak anlaşılmalıdır. İşte, barajın sıfıra inmesi,
birkaç sendikanın yürüttüğü örgütlenme hamlesini, genel
merkezlerdeki iyi niyetli üç beş sendikacıyla, iyi niyetli
üç beş uzmanın inisiyatifinden çıkartıp, tek tek her
işyerindeki dinamik unsurlara bırakabilecektir. Bunun ardından
sendika sayısında sahte bir patlama ya da "hayalet" sendikalar
olması mümkündür, ancak bu, bugünkü nicelik anlamındaki geri
ortam içinde sorun olarak görülmemelidir. Aksine barajın yok
olmasının açığa çıkartacağı taban dinamiği karşısında
sendika sayısındaki artış ancak ihmal edilebilir bir sorundur.
Bu
nedenle, yeni tasarının barajı ortadan kaldırmak yerine, barajı
yüzde 1'e düşürmeyi öngörmesi de son derece eksiklidir. Yüzde
1, rakamsal olarak küçük görünse bile, toplu sözleşme için
yetki bir "koşul" olarak kaldığı müddetçe, ülke genelinde
tek tek işyerlerinin sınırlarını fazlasıyla aşan bir
örgütlülüğü gerektirmektedir. Bundan dolayı, işyerlerindeki
dinamik unsurların sendikal örgütlülüğe kendi dinamizmlerini
katarak dâhil olabilmeleri bakımından oldukça sınırlayıcı ve
şu an bile var olan kimi sendikalar için ulaşılması son derece
güç bir orandır.
İç
düzenlemeler
Yeni
tasarı, sendikal işleyişe, sendika içi demokrasiye dair fazla bir
katkı yapmıyor. Delegelik sistemi, bu tasarıda da korunmuş
durumda ve genel, her üyenin bizzat katılacağı oylama burada da
yok. Ancak seçimde nasıl bir yol izlenebileceğine dair kurulları
da genel kurullara bıraktığından dolayı, yani tüzük
değişikliğini yapabileceğiniz için, bu alanda olumlu adımlar
atılabilir.
Mevcut
yasa, hükmi şahsiyet olarak sendikaların sadece genel merkezlerini
tanıdığından ötürü, temsilcilerin sendika yönetimi tarafından
atanması öngörülmüştür. Buna bağlı olarak, örneğin Türk
Metal, sadece temsilcilerini değil, şube yöneticilerini de
atamaktadır. Bazı sendikalar, yasadaki "sendika temsilci atar"
hükmünü, işyerinde işçilere seçim yaptırarak ve işçilerin
seçtiğini atayarak uyguluyor. Önemli olan sendikaların
tabanlarından gelen inisiyatife olanak tanıması. Bu atama
meselesinin, sendikaların yetki sahibi oldukları işyerindeki
sendika temsilcisinin, işverenin işaret ettiği insan olmaması
için, "işveren olarak sen değil, biz belirleyeceğiz
temsilcimizi" demenin ötesinde bir anlamı olmamalı. Bugün
ağırlıklı olarak tabana güvensizliğin yansıması olan bu
durumun, esasen geçmişte gündeme gelmesinde böyle bir arka plan
var. Bu konularda bir değişiklik yok.
Ama
şu var, bir olumluluk anlamında, tüm maaşların belirlenmesi
yetkisi, Genel Kurul'a bırakılıyor. Ayrıca, bir ara gündeme
gelen sendikacıların maaşlarının sınırlandırılması da
yeni tasarıda kaldırılıyor. İlginçtir, maaşların
sınırlandırılmasına itiraz, aidatların kaynaktan kesilmesine
son verilmesine dönük itirazla birlikte, kimi sendikalar tarafından
dile getirildi ve yeni tasarıda en fazla itiraz alan iki husus
burasıydı. Her iki husus da, tüzük ve sözleşme kapsamında öyle
ya da böyle çözülebilecek olmasından dolayı, bu kadar önemli
görülmemeli. Mesela aidatların kaynaktan kesilmesine son
verilmesinin gerçekten işçi sınıfı içerisinde sahici bir
örgütlülüğü bulunan ve tabanıyla bağlarını sıkı tutabilen
sendikaların mali bir kriz yaşamasına sebep olmayacağı kesine
yakındır. Diğer yandan, aidatların elden alınmaya başlanması
sendikaları, üyeleri ile bağlarını sıkılaştırma yönünde
zorlaması bakımından faydalı bile olabilecektir. Kaldı ki,
işverenle sözleşme sürecinde de aidatların kaynaktan
aktarılmasına dönük çözümler de rahatlıkla üretilebilir.
Bunun yanında, maaşların yasa ya da devletçe belirlenmemesi, her
şeyin işçiler tarafından belirlenmesi ilkesinden yola çıkılarak
doğru dense dahi, Türkiye'de sendikalar en azından özellikle
mali açılardan sıklıkla istismar edildiğinden dolayı, bunun
istisna yapılabilecek ve sınırlama getirilebilecek bir ilke
olduğunu da tartışmaya açmak gerekebilir.
Birlik
Dayanışma Hareketi içinde yer alan sendika yöneticileri, zaten en
fazla asgari ücretin 3 katı ücret almayı peşin olarak taahhüt
ediyorlar. Dolayısıyla, maaş sınırlamasına itiraz etmenin
hiçbir siyasal veya ahlaki gerekçesi yoktur.
Sendikaların
tutumlarına dair
Yasalar
değişir. Daha ileri yasalar veya haklarımızı geriye götüren
yeni yasalar uygulamaya sokulabilir. İşçi sınıfının sermayeye
karşı sömürüyü ve ezgiyi ortadan kaldırma mücadelesi içinde
ileriye sıçramalar, geriye düşmeler mümkündür. Tüm ilerleme
ve gerilemeler sınıf mücadelesinin doğallığı içinde
sayılabilir. Ancak, doğal olmayan şey, işçilerin kendi
geleceklerini bire bir etkileyecek bir yasadan haberdar olmamaları,
sendika yöneticilerinin de bu konuyu tabana taşımamalarıdır. Bu
taslak konusunda da, işçilerin işyerlerinden başlayarak tartışma
yürüttükleri ve çıkan sonuçları merkez yönetimlerine
taşıyarak sonucu karara dönüştürdükleri bir sürecin
yaşanmadığını söyleyebiliriz.
Benzer
şekilde, sendikalar tarafından bizim yazının bütününde ilkesel
bir tutum olarak ele aldığımız barajlar meselesinin de, işkolu
esaslarının da belli başlı mücadeleci sendikalar dışında
tartışma konusu yapılmadığını görmek gerekiyor. Yasaların
yazdıklarının ötesinde yorumlama yoluyla hakların genişletilmesi
yöntemi de uygulanmıyor. İşkolu dendiğinde tam olarak neler
kastedildiği bile yasaların iktidarca yorumlanması yoluyla
anlaşılıyor. Mesela, petrol işkolu dendiğinde, o işkolunda
çalışan herkes mi, yoksa o işkolunda petrole dair herhangi bir
işle meşgul olan kişi mi kastediliyor, belli değil. Sendikalar bu
konuda da ısrarcı ve kararlı bir tutum almadıkları için, bu
tipten belirsizliklerin giderilmesi yine bakanlığa, siyasilere,
dolayısıyla işveren örgütlerinin ve TİSK'in etkisine en açık
alana kalıyor. İlerici sendikal unsurların bu sorunları da
aşmaları gerekiyor.
Barajın
sıfıra inmesinin, geleneksel olarak örgütsüz olarak çalışılan
dalları da içermesi sürpriz olmaz. Eğer barajın sıfıra inmesi
gerçekleştirilebilirse, her alanda, gerek mevcut sendikaların
örgütlenmesi, gerekse de mevcut sendikaların giremediği alanlarda
yeni yeni sendikaların kurulması inanılmaz hızlanacaktır. En
basitinden, hâlihazırda özellikle sendikal örgütlülüğün çok
zayıf olduğu ya da hiç bulunmadığı pek çok işçi havzasında
var olan "dayanışma dernekleri", "işçi dernekleri",
atölye tarzı organizasyonlar kendilerini "sendika" olarak
örgütleyebileceklerdir. Barajın sıfıra inmesinin, "işverenler
gangster sendikalar kurarlar, sarı sendikalar hortlar" gibi
gerekçelerle reddedilmesinin hele ki bugünkü sendikal zayıflık
içerisinde abes olduğunu tekrar ifade edelim. Mücadeleci,
devrimci sendikacılığın geliştiği ve güçlendiği koşullarda
anlamlı olan kimi tartışmaların, bugün için hiçbir anlamları
yoktur.
Sonuç
olarak, hangi yasal değişiklik yapılırsa yapılsın, mevcut
sermaye egemenliği altında ve güçlü bir devrimci dalganın
olmadığı durumda, işçi sınıfının gerçek beklentilerinin
yasal anlamda karşılanacağını beklemek biraz hayalciliktir.
Fakat, önemli olan işçi sınıfının ve önderlerinin zihinsel
bir devrim yapmaları ve sermaye sınıfından beklentilerini
yükseltmeleridir. Yani, mesela niçin kimi alanlarda grev yasağı
var sorusu daha güçlü sorulmalıdır. Mesela, "ne hakla grev
ertelemesi yapıyorsunuz, bunu asla yapamazsınız" diyecek bir
ortam yaratılmalıdır. Tüm bunlara rağmen, en olumsuz koşullarda
bile, yani karanlık tek parti diktatörlüğü dönemlerinde, faşist
cunta dönemlerinde bile direnebilen, işçi örgütlenmesi
gerçekleştirebilen, dünya emek tarihine ders olarak geçen
inanılmaz yaratıcılıkta örgütlenme ve direnişler yaratan
Türkiye işçi sınıfı tüm yasaları gerektiğinde çöpe
yollayabilecek kapasitededir.
Önemli
olanın, aydınların ve işçilerin buluşmasını sağlayacak bir
örgütlenme modeli yaratılması, güçlü bir iradeye sahip
işçilerin ve ilerici insanlarımızın örgüt gücünü arkasına
alarak, yani işçi sınıfı örgütünün terbiye edici etkisiyle
birlikte sendika yönetimlerine bizzat gelmesidir. Bu başarılabildiği
takdirde, bugün sorun olarak karşımıza çıkan engellerin birer
birer yıkıldıklarını göreceğiz.
"SENDİKALAR
KANUNU" TASLAĞI 2009
Bu
taslak, her ne kadar mevcut yasaya göre bir ilerlemeyi ifade
ediyorsa da, bu hâlinin de özgürlükçü bir anlayışla
hazırlandığını söylemek mümkün değildir. Taslakta vesayetçi
bir anlayış hâkim, sendikalara, dolayısıyla işçilere güvenmeme
üzerine inşa edilen maddeler mevcut ve kararların, denetimin ve
kontrolün bir üst otorite (Bakanlık) tarafından yapılması
öngörülmüş.
Her
maddede ayrıca tekrar etmemek için genel bir olumsuzluğu
belirtmemiz gerekiyor: İşkollarının neler olduğuna, hangi
işyerlerinin hangi işkoluna dahil olduğuna, kimin hangi meslekten
olduğuna karar verme "yetkisi" siyasi iradenin elinde bulunuyor.
Bu durum başlı başına eski sistemin makyajlanmış hâlini
andırıyor. Bir sektörde çalışanların kimler olduğu veya kaç
kişi olduğunun bilgisi bir tekel durumundaki siyasi iktidarın
elinde olduğu müddetçe benzer sorunların çıkması kaçınılmaz.
Bu
konunun ilkesel çözümü, barajları ortadan kaldırmak, işkolu
esasıyla örgütlenmeye son vermekten geçmektedir. Ancak, eğer bu
başarılamaz ise, kısa vadeli çözüm, sadece sendikaları
ilgilendiren, işçilerin belirleyeceği kişilerden oluşan özerk
bir idare kurulmasıdır. Bu kurulun bağımsızlığı mutlaka
garanti altına alınmalı ve kademeli bir denetime tabi
tutulmalıdır. Böylesi bir kurum veya kurulun işleyişinin nasıl
olacağına dair işçiler ve sendikaları gerektiğinde çok
ayrıntılı bir işleyiş mekanizması yaratabilirler.
Aşağıda,
mevcut yasaya göre ilerleme olarak gördüğümüz maddelerin kısa
bir dökümü bulunuyor. Madde sayıları, bizim incelediğimiz
taslakta yer alan sıralamadır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı, aşağıda taslağı içeren taslağı sadece
Konfederasyonlara, elden, yaygınlaştırmamaları ricasıyla
yollamış. Ne yazık ki, Konfederasyonlarımız Bakanlığın bu
ricasına itiraz etmediler. Biz incelediğimiz taslağı yaygın ve
resmî kanallardan değil, özel ilişkilerimizle bulabildik. Genel
olarak kamuoyundan ve işçilerin incelemesinden kaçırılan bu
Taslağın akıbetinin kötü olmaması için sendikalar daha fazla
sıkıştırılmalı ve benzer işçi bakışını yansıtan
alternatif taslaklar sunulmalıdır.
Madde 2
Sendikaların
ister işkolu, ister meslek, isterlerse işyeri esasına göre
kurulabiliyor olması belli sendikaların tahakkümünü kırması ve
özgürlüklerin yaygınlaşması açısından olumluluk.
Madde
4
Bu
maddede işkolları ve meslekler sayılıyor. İşkollarının
sayısının 29 gibi bir rakamdan 17'ye düşmüş olması
istenilen bir durum. Ancak, günümüzün gelişen teknolojik
yapısından kaynaklı olarak birbiriyle sıkı bağlar içinde olan
işkollarının farklı sendikalarda örgütlenme zorunluluğu
aşılması gereken engellerden birisidir. Buna örnek verecek
olursak, "kimya ve petrol" sektörleri, doğal olarak yanlarına
"lastik, plastik ve ilaç" sektörlerini alarak. bir
"süreç/proses birliği" (daha uygun bir kavram bulamadığım
için bu tanımı kullandım) oluşturmuşlar. Fakat, aynı süreç
birliğinin niçin kimyasal bir tepkime ile üretilen cam işkolunda
olmadığının cevabı yoktur. Veya, pek çok yakıtın ana maddesi
petrol ile enerji işkollarının niçin ayrı durduğunun da
açıklaması yoktur. Günümüzdeki uygulamalar açısından
bakıldığında, daha hayati olarak "lastik, plastik" sektörüyle
"metal" sektörünün iç içeliği gözden kaçırılmış.
Özellikle son saydığımız plastik ve metal sektörlerinin iç
içeliği bugünkü teknoloji ile otomotiv işyerlerinde daha da
belirgin hâldedir.
17
işkolundan biri olan savunma işkolu, sektörlerin taslakta
ayrıldığı mantıkla değerlendirmeye tabi tutulursa, metal
işkolunda olabilirdi. Ama, genel olarak işkolları dağılımının
uygun olduğunu söylemek mümkündür.
Madde
5
Herhangi
bir işyerinin hangi işkoluna girdiğini tespit etme yetkisi
Bakanlık tarafından kullanılıyor. İtiraz durumunda, mahkemelerin
iki ay içinde karar vermesi, buna itiraz edilmesi durumunda ise
Yargıtayın en geç iki ay içinde kararı kesinleştirmesi
öngörülüyor. Kısacası, işkolu tespiti aynen bugün olduğu
gibi en geç 4 ay içinde sonuçlanacak gibi görünmekte. Fakat,
bugün yaşanılan en büyük sorun, hiçbir mahkemenin yasanın
öngördüğü süreye uymamasıdır. Dolayısıyla, eğer yasaya
"tespit davası 2 ay içinde sonuçlanmaz ise, şu şu durumlar
yürürlüğe girer" tarzında bir ekleme yapılmaz ve bu aksaklık
giderilmez ise, bu taslağın yasalaşması durumunda da yine yıllara
yayılan, bir türlü sonuçlanmayan, bitmek tükenmek bilmeyen
prosedürlerle karşılaşacağımız beklenmelidir.
Madde
11
Bu
madde, sendika genel kurullarının görev ve yetkilerinin neler
olacağını belirtiyor. Burada, çoğunlukla bir istismar konusu
olan yöneticilerin ücret, tazminat, yolluk ve sosyal hakların
belirlenme yetkisi genel kurula tanınmış. Eğer, sendikacılar, bu
yetkiyi genel ifadelerle kurullardan geçirip asıl düzenlemeyi
merkez yönetimlerine bırakmaz ve sendikacıların maaşı genel
kurula katılan delegelerin tümünün bilgisi ve onayı ile kabul
edilirse, sendikal dünyamız büyük bir yaradan kurtulmuş
olacaktır.
Madde
12
Olağan
genel kurulların süresinin 4 yıldan 3 yıla indirilmesi ülkemizin
sendikal gelenek ve alışkanlıklarına daha uygun sayılabilir.
Aslında tüm yasalar iki genel kurul arasındaki azami süreyi
belirlemesine rağmen, genel uygulamada yasanın öngördüğü
"azami" sınır normal süre olarak değerlendirilmektedir. Bu
nedenle iki genel kurul arasındaki sürenin azaltılması sendikal
demokrasinin gelişmesine katkı koyacak unsurlardan birisi
olacaktır.
Madde
19
Sendika
üyeliğinin nasıl resmîyet kazanacağını belirten bu madde, bir
önceki yasada bulunan noter şartını ortadan kaldırarak ve üyelik
kararını doğrudan işçi ile sendika arasındaki gönüllü
ilişkiye bırakarak daha düzgün bir hâle bürünmüş. Noter
şartı, bugüne dek özel sektörde örgütlenmeye çalışan
sendikaların en önemli sorunlarından biriydi. Resmî olarak
noterlerin sadece mesai saatleri içinde çalışmaları, bu nedenle
işçilerin toplu olarak işten ayrılıp gelememeleri her zaman
soruna dönüşüyordu. Çoğunlukla, bu sorun, ahlaki olmayan
biçimlerde, işin içine para (rüşvet) unsuru dahil edilerek
çözülmeye çalışılıyordu. Ayrıca, hem sendikaya üye olurken,
hem de istifa ederken her seferinde notere yaklaşık 50 TL harç
vermek gerekiyordu. Bu para, çoğunlukla üyelik aşamasında
sendikaların kasasından çıkartıldığı için, küçük bir
sendikanın binlerce üye yapması neredeyse bir servete mal
oluyordu. Bu şartın kalkması özellikle yeni sendikaları
rahatlatacak bir uygulama olacaktır.
Bu
noter şartı konusunda, kimi sendikaların yaklaşımını da
yansıtmadan geçmeyelim: Üyelikte noter şartının külfet
getirdiğini kabul eden sendikalar üyelikte bu şartın kalkmasından
yana tavır aldılar. Ama aynı sendikalar bu kez "üyelikten
ayrılmanın zorlaşması için" sendikaya üye olurken değil ama,
işçi sendikadan ayrılmaya kalktığında bu kararını noter
aracılığıyla sendikaya yollasın talebinde bulundular! Neyse ki
akla, mantığa bu kadar aykırı bir talep taslakta yer almadı.
Madde
20
Üyelik
aidatlarının nasıl tahsil edileceğini belirten bu maddeye göre,
aidatların oranını belirleme yetkisi doğrudan sendikalara
bırakılıyor. İşçinin iradesinin özgürce ifade edilmesini
sağlayacak bir düzenleme yapılmış. Bu maddenin eski hâlinde
yasa ne kadar aidat alınabileceğini belirliyordu. Bu taslakla,
belirleme yetkisi sendikalara bırakıldı. Aidatların da işveren
tarafından toplanması (çekof sistemi) ve sendikaya iletilmesi
öngörüldü.
Bu
maddenin taslağa yerleşmesi aşaması, sendikal dünya için çok
sancılı geçti. Hükümet kanadı bu maddenin kalkmasını istedi.
Sendikalar kalmasında ısrarcı oldular. Basının dedikodu
sayfalarına yansıdığı kadarıyla çalışma bakanının "eğer
check off sistemini kaldırırsak sendikacıların açlıktan nefesi
kokar" şeklinde bir açıklaması olduğu anlaşıldı.
Sendikacılar bu sözün gereğini yerine getiremediler ne yazık ki.
Ücretlerin yasal zorunluluk olarak bankalara yatırıldığı, kredi
kartı kullanımının bu kadar yaygınlaştığı ve havale/eft
işlemlerinin bu kadar rahat yapılabildiği bir teknolojik
gelişmişlik düzeyine sahip bu dönemde bile, kimi kafaların hâlâ
1950'li yılların günümüze göre geri bilinç düzeyine göre
politika geliştirdiklerini görmek üzücü. Aidatların mutlaka
işveren tarafından toplanması ve sendikalara yollanması günümüzde
bir mecburiyet olarak kabul edilmemelidir. Sendikaya üye formu
dolduran işçinin, ilave bir formla sendikasına aidat kesme yetkisi
vermesi gibi basit bir yöntem, sendikaların öfkeyle ayağa
kalktığı bu dev "sorunu" halletmeye yeterdi aslında.
Madde
24
Bu
madde, uluslararası işçi ve işveren kuruluşlarına üyelik
koşullarını tarif ediyor. Sendikaların uluslararası üst
örgütlere hangi koşullarda üye olabilecekleri anlatılıyor.
Ancak, ayrıntı olarak nitelesek de bir konu yine atlanmış.
Türkiye'de kurulu bir sendikanın mevcut uluslararası kuruluşlara
üyeliğini tarif eden yasa, aynı sendika eğer uluslararası bir
kuruluşa üye olmak yerine merkezi Türkiye olan bir uluslararası
kuruluş oluşturmak istemesi durumunda ne yapılması gerektiğini
yine es geçmiş. Muhtemelen hiçbir örgütün böyle bir düşünce
içinde olmadığı varsayılmış.
Madde
26
Bu
madde, sendikal hareket aktivistlerinin en çok ihtiyaç duyduğu
güvenceleri kapsıyor. Şube veya genel merkez yönetiminde yer alan
profesyonel sendikacıların, profesyonel görevleri bittikten sonra
eski çalıştıkları işe ne şekilde başvurabileceklerini tarif
ediliyor. Taslak, seçimleri kaybeden veya yeniden aday olmayan
yöneticinin, bir ay içinde işverene daha önce yaptığı işi
almak üzere başvuruda bulunabilmesine olanak tanıyor. İşveren de
ya aynı koşullarda ya da benzer bir başka işte işe başlatmak
zorundadır diye açıklama da yapılıyor. Ancak, "bu kişiler
süresi içinde işe başlatılmadığı takdirde, iş sözleşmeleri
işverence feshedilmiş sayılır" diye ilave bir açıklama ile,
eski yöneticinin işe başlayıp başlamayacağı kararını son
tahlilde işverene teslim ediyor.
Her ne kadar işe başlatmadığı takdirde bir tazminat öngörülmüş
ise de, bu durum, mücadeleci sendikacıların işlerini
kaybetmesiyle sonuçlanır. (Kristal İş sendikasının iki
dönem önce seçimi kaybeden genel başkanı Mustafa Bağçeci,
toplu sözleşmede bu yönde madde olmasına rağmen, Şişe Cam
işverenince işe alınmadığı gibi, rakip liste tarafından
oluşturulan yeni genel merkez yönetimi de Şişe Cam patronuna
destek olmuştu. En yakın örnek olduğu için verdik; yoksa buna
benzer olumsuz örneklerin tarihte yeri çoktur)
Bu nedenle, işe
dönmek isteyen eski yöneticilerin işe iadeleri zorunlu kılınmalıdır.
İşe iade konusu parasal bir pazarlık hususu yapılmamalıdır.