Sosyalist Dergi: 6 |  Gürbüz Yıkılmış |
ÖZGÜRLÜĞÜN SAVUNMASI

      Simone de Beauvoir’ın denemelerinden derlenmiştir.


     “Özgürlüğünün bir bedeli olacak” demiştin ya sevgili Célmione, böyle demekle, özgürlüğün bir bedel karşılığında, yani satın alınarak elde edilebileceğini, ayrıca benim, bir köle ya da bir nesne olduğumu mu ima etmek istiyorsun? Oysa özgürlük hava kadar gereklidir bize. Parayla satın alınamaz o, sadece kafamızda tasarı olarak vardır. Aşamayacağımız biricik gerçek odur. Durmaksızın kendini aşan bir şey nasıl aşılabilir, nasıl geride bırakılabilir? Aşkın, korkunun, hayranlığın, saygının büyüsü insanı tanrılaştırır. Alçakgönüllü, pısırık bir hayran nesneleşir, öte yandan tapındığı varlık nesne olmaktan çıkar. İnsanoğlu bu katıksız ve egemen özgürlüğü kime doğru aşabilir? Hiç kimseye! Çünkü onun ötesinde daha yüce hiçbir şey yoktur.
     Kadınlar, sevgili Célmione, yararsız bir hayranlıktan çabuk bıkarlar. Sevilmek isterler. Bilirler ki, ancak aşk kendilerini temel ihtiyaç haline getirecektir. Bu durumda en uygun çözüm yolu, beni sıkan ve insanları özgürlüklerinden ederek birer nesne kılığına sokan yargıları hiçe saymaktır.
     Özgür olmak, hesapsızca, korkusuzca atılmak demektir dünyaya; her kazanımı ya da yitiriyi kendisi belirlemek demektir.
     Durmadan başarısızlığa uğrayan ve dolayısıyla yöresinde hep küçümsenen kimse, inkârlarla savunmaya kalkar kendini: Atlet olmayı istemiş, becerememiştir, bunun üzerine sporu ve sporcuları hor görmeye başlamıştır. Ama tasarısından caymakla da bal gibi kendisine ihanet etmiştir. Özgürlük buyurur, ona başeğmez çünkü. Özgürlüğü zorlamaya ya da inkâr etmeye yeltenmek boşunadır. Spor gerçekten tasarımsa benim, gerçekten istemişsem onu, o zaman eksik bir atlet olmayı, sağlam saygın bir kişi olmaya yeğ tutarım.
     Senin benden istediğin, sevgili Célmione, -ne yazıktır ki ahlâk da bunu ister- kendi kendim olmaktan çıkmak! Bu ise, varolmaktan çıkmak, yok olmak demektir. Oysa ben varım; başkasının karşısında bir durum içindeyim. Benim gibi başkası da birtakım durumlar içinde ve ben bu durumların önündeyim. Buna dayanarak seçiyor, yeğliyor, isteyebiliyorum. Öyleyse burada bize düşen, başkası önünde durumumuzun ne olduğunu tanımlayıp belirlemeye çalışmaktır. Ancak bunu başardığımız zamandır ki edimlerimize bir temel bulmaya girişebiliriz.
     İnsan varlığı dünyaya Sartre’ın “olumsuzluklar” adını verdiği boşluklar, eksiklikler ve yokluklarla giriyoruz. Kimi insanlar bu gücü kullanmaya yanaşmıyorlar. Herşey sanki doludur onların yöresinde, başka şeyler için yer yoktur. Yenilikten çekinmeleri de bundandır. Bu yüzden düzeltmeleri, iyileştirmeleri zorla kabul ettirmek gerekir onlara. “Eskiden bu buluşlar, bu yenilikler yoktu, insanlar onlarsız da gül gibi yaşayıp gidiyordu” derler. Kimileri ise onların tersine hep bekleyiş halindedir: Umarlar, isterler, ararlar.
     Kendini arayan kimse yitirir, ama yitirirken de kendini bulur.
     İnsanların dünyada bana bir yer verebilmeleri için, herşeyden önce, benim de onlara yer veren bir dünya yaratmam gerekir yöremde: Yani sevmem, istemem, yapmam gerekir... Böyle düşünen kimse özgür bilir kendini, özgür olmak ister ve böyle tanınmaktan başka bir şey dilemez. Başkası uğruna özgürlüğümüzden geçemeyiz, başkası uğruna herşeyi yapamayız, hatta kimse için bir şey yapamayız. Başkasına sunacağımız duruk bir mutluluk, değişmez bir cennet yoktur da ondan. İstediği, ancak kendisinin olan, herşeyi aşıp geçen o özgürlük, tanrının bile dokunamayacağı o özgürlük.
     İnsan, tüm evrene verilmiş bir varlıktır, sevgili Célmione. Nitekim her an ardımda insanlığın bütün geçmişi ve önümde bütün geleceği bulunur. Bulutsular arasında, Güneş düzeninin bir parçasında, yeryüzünün bir noktasında kurulmuşum. Öyle ki dokunduğum herşey dünyayı meydana getiren bütün öbür şeylere ulaştırıyor beni; giderek varoluşum bütün öbür insanların varoluşuna bağlanıyor. Gelgelelim, evrenin tümüyle benim olması için yetmiyor bu. Benim olan, ancak yaptığım, kurduğum şey oluyor, tasarımın gerçekleşmesi oluyor. Hegel de aynı şeyi söylüyor: Tasarısının gerçekleşmesini insan ancak evrensel oluş içinde bulur; yeter ki bu tasarıyı gereği ve yeteri kadar uzağa yayabilsin. İnsan evrensel görüşü benimserse bir kez, yenilginin dış görünüşünde bile bir zafer belirtisi bulabilir.
     İnsanlık, kişilerin meydana getirdiği bir sürekliliktir, ama öznellikleriyle birbirinden ayrılan, özgür kişilerin meydana getirdiği bir süreklilik, bir sıralanış... İnsanlığı aydınlatmak, sağlığını düzeltmek ve doğa üstündeki gücünü arttırmak istesem, bu uğurda vereceğim emeklerin boşa gideceği söylenebilir mi? Eylemimin yazgısına hiç mi güvenemeyeceğim? Bilim yapısına ufacık bir taş da koymuş olsa, gene de sevinir bilgin. Bilir ki o taş, zorunlu olan yerinde yıllar yılı öyle kalacak ve sonrasızlık alabildiğine büyütecek boyutlarını.
     Dünyadaki yerini arayan genç adam, bilimi kurarak, motorlar yaparak, şiirler dizerek kendini aşar; ama insanlık için aşmaz, tersine insanlık onunla kendini aşar. Demek ki burada aşma hiçbir şey “için” değildir. Vardır, işte o kadar.
     Kimse tüm insanlık adına, tüm kişiler adına hareket edemez. İnsanın istemi yıllar yılı aynı kalmaz, çünkü gittikçe değişir. Bu yüzden insan doğruca başkasının iyiliğini ne bilebilir, ne de bu iyiliğin kesinlikle bir iyilik olduğunu söyleyebiliriz. Bir kimsenin çeşitli tasarılarının ortaya koyduğu bu çeşitli iyilikler arasından bir seçme yapmak gerekir. Gelgelelim o zaman da bakarsınız, ya çocuk yararına ergin insanı ya da ergin insan yararına çocuğu harcamak zorunda kalırsınız. Demek ki ancak kuşku içinde, tehlike içinde fedakârlık yapılabiliyor. İster istemez bir yanı tutmak zorunda kalıyoruz. Ne olursa olsun bir seçme yapmamız gerekiyor. Özgür bir seçme.
     Edimlerimizin örgürlüğünü kavrarız, bu edimlerin getireceği başarıların sınırlarını, tehlikelerini biliriz; öyleyken bize doğru yükselen o çağrıya uymaktan çekinmeyiz. Fedakârlık başkasını iyice doyurmayı, bütün isteklerini karşılamayı kurar, ama insanoğlu tümüyle doyurulamaz ki, istekleri tümüyle giderilemez ki... İstekler sona ermez. Kişi hiçbir yere varamaz bu yüzden. Tükenip gider de gene sona varamaz. Biliyoruz ki insan aşkınlıktır. Bir şeyi isterse yalnızca aşmak, geride bırakmak için ister onu.
     İnsan bir tasarı, bir niyet olduğuna göre, sevinçleri kadar mutluluğu da tasarıdır, tasarı olarak vardır. Bir servete konan kimse, hemen başka bir zenginliği elde etmeyi tasarlar. Pascal’ın dediği gibi, avcıyı ilgilendiren tavşan değildir gerçekte, avlanmaktır. Öyleyse içinde yaşamayı istemeyeceği bir cennet uğruna savaşa atıldığı için kınamayalım kimseyi. Kınarsak haksızlık etmiş oluruz: Yürünecek bir yol olmazsa amaç da olmaz. Amaca ulaşınca yeni bir yol açılır önümüzde, yeni bir yolculuk başlar. Her kavuşma bir ayrılığın başlangıcıdır. Her sonuç bir başlangıçtır aynı zamanda.
      Sana kral Pyrrus ile danışmanı Cineás’ın öyküsünü anlatayım sevgili Célmione. Bir gün Pyrrus yeryüzünü almak için düşler kuruyordu.
- Önce Yunanistan’a başeğdireceğiz, diyordu.
- Ya sonra? diye sordu Cineás.
- Sonra Afrika’ya el atacağız.
- Afrika’dan sonra?
- Asya’ya geçeceğiz, Anadolu’yu, Arabistan’ı alacağız.
- Sonra?
- Hindistan’a kadar gideceğiz.
- Peki, ondan sonra?
- Ah! dedi Pyrrus, ondan sonra dinleneceğim.
- Niçin? diye sordu Cineás, niçin şimdiden dinlenmiyorsunuz?
     Hiç bitmeyecekse, sonsuzca sürüp gidecekse bu istemler, ne diye başlasın? Elbette başlamaz! Başlamak neye yarar ki? Bu yönden düşünürsen sevgili Célmione, insanoğlunun bütün hayalleri saçma görünür sana. Çünkü sınırlıdır hayaller, sınırlar içinde vardır. Gelgelelim, sürekli aşmak da elinizdedir bu sınırları. Yeter ki şöyle sorun: “Niçin oraya kadar olsun? Neden daha uzağa gitmeyelim? Buncacığı neye yarar?”
     “Çabaya değer bir amaç bulamıyorum” diyen kimisi yaşadığı gülünç oyunlara bir son vermek için ölüme atılır. Doğrusu ya buna son vermenin tek yolu da budur ancak. Çünkü yaşadıkça Cineás tedirgin edecektir; “Neye yarar?” diyecektir, “Ya sonra?” diyecektir, “Değer mi?” diyecektir. Herşeye karşın gene de çarpar yüreğim, ellerim uzanır, yeniden hayaller kurarım. İleriye doğru çeker beni bu hayaller.
     İnsanoğlu eker, yapar, fetheder, ister, sever. Gerçi her zaman bir “Ya sonra?” kuşkusu çıkar karşımıza. Öyleyken durmadan taze bir ateşle yeni girişimlere atılır. Tıpkı Don-Juan’ın bir başka kadını ayartmak üzere bir öncekini bırakması gibi.
     Bendeki bu aşma hareketini boş bulurum, ama onu önlemek de gelmez elimden. Zaman akıp gider durmadan. Anlar ileri doğru iter beni. Hayatın saçma olduğunu anlıyorum ama yaşamaktan da geri duramıyorum. Dünyada tutunacağı yeri kendi kararlaştırır insan, kendi seçer, ama bir yer tutmadan edemez. Ne yaparsa yapsın bir yer kaplamak zorundadır evrende.
     Öyle ama gene de bir karar vermesi gerekiyor Pyrrus’un. Ya yerinde kalacaktır ya da gidecektir. Kalırsa ne yapacak? Giderse nereye kadar gidecek?
     “İnsan uzaklara özgü bir varlıktır” der Heidegger; “hep kendinden başka yerdedir”. Dünyanın hiçbir köşesi yoktur ki insan güvenle “Ben buyum!” diyebilsin. Çünkü yapılışı gereği insan ancak kendinden başka olanla bağlantıları içinde varolur. Heidegger, “Durmadan artan bir varlıktır insan” der; “bir anda varolan şeye indirgenseydi yok olurdu!”.
     Görülüyor ki, insan bir aşkınlık, bir yücelmedir. Bu yüzdendir ki bir cennet tasarlamak güç gelir ona. Cennet durgunluk demektir, çünkü yücelmenin ortadan kalkması, varlığın aşmayı bırakması, durukluğa ulaşması demektir. Ne aşmak var artık ne aşılmak. Neyleyelim böylesi cenneti! Ne yapacağız orada? Yaşamak için hiç değilse havanın solunabilir olması, eylemlere ve dileklere yer vermesi gerek oranın, aşılabilir olması gerek. Durgun cennetler sevinç yerine sonu gelmez bir sıkıntı verirler bize: Bunaltı.
     Amacına ermiş insan sorar: “Ya sonra?”. Demek ki tümüyle doyurulamıyor, tümüyle doldurulamıyor insan. Çünkü insanın ana özelliği, verilmiş herşeyi aşmak, geride bırakmaktır. Nitekim amacına varır varmaz sevinci uçar insanın, doymuşluğu azalır gitgide, geçmişe karışır. Valery’nin sözünü ettiği “gelecekteki tükenmez boşluk”a düşer.
     Ben bir nesne değilim, sevgili Célmione, kendimden başka olana doğru giden, kendimi aşan bir tasarıyım, bir aşkınlığım, yücelmeyim. Önceden belirlenmiş, yörüngesi çizilmiş bir şey değilim ben. Seven, hareket eden, isteyen bir varlığım. Kendiliğinden bir varlık. Bu da gösteriyor ki ancak yaptığım şey benimdir. Gelgelelim, o da yaptıktan sonra ayrılır benden, benim olmaktan kurtulur. Şimdi öne sürdüğüm düşünce, biraz sonra da benim olabilir mi? Benim olabilmesi için onu süresiz yapmam gerekmez mi? Geleceğe doğru ilerletmem gerekmez mi durmadan?
     Ancak, edimlerimi, yaptıklarımın sonuçlarını sonsuza dek yüklenirsem, artık hiçbir şey isteyemem. Ben sonlu bir varlığım; sonluluğumu istemek, elde etmek zorundayım.
     İnsanlığın asla sonu gelmez. Durmaksızın geleceğe doğru atılır, durmaksızın kendini aşar, durmaksızın karşılık verilecek çağrılar yayar, doldurulacak boş çukurlar kazar. Sözün kısası, varlığını durmaksızın her insanın varlığıyla birleştirmeye çalışır. Varoluşu da buna bağlıdır zaten. İnsan ancak öbür insanlar için verilmiş bir varlık olursa dünyadaki yerini bulur. Her verilmiş varlık aşılır ya da aşılması zorunludur da ondan. İnsanoğlu ya kullanarak ya da savaşarak aşar bu varlığı. Bu demektir ki birileri için bir araç isem, öbürleri için de bir engelim ben. Yani kimi insanlara yararlı olabilmem için kimi insanlara da zararlı olmam gerekir. Herkese birden yararlı olamam ki... İnsan dünyaya atıldıktan sonra, çevresindeki öbür kişileri kura kura, sonunda kendini de kurmuş olur.
     Kantçı ahlâk, herkesin oyunu kazanmayı, herkesçe beğenilmeyi salık verir bana. Ama bütün insancıl yargıların uzlaştığı bir yer yoktur dünyada. Herkesi sevdiğini öne süren kimse, gerçekte hiçkimseyi sevmiyor demektir.
     Başkasıyla ilişki kurmam için şu iki koşulun yerine getirilmesi gerekir:
     1- Çağırma hakkım olmalı. O zaman varlaşmamı önlemek, sesimi boğmak, konuşmama engel olmak isteyenlerle savaşabilirim.
     2- Karşımda çağrılarıma yanıt verebilecek özgür insanlar bulunmalı. Varlaşmak amacıyla kendini aşmak için her varlığın gösterdiği bu özgür çabaya eşit bir saygı duymamız da bundandır. Saygı duymadığımız şey, özgürlükten kaçınmadır. Başkası ancak benimle aynı noktada bulunuyorsa, yanımda yürüyebilir, aşkınlığımla birlikte yol alabilir. Çağrılarımın boşlukta yitmemesi için yanımda beni duyacak, anlayacak kimselerin bulunması gerekir. Aşağıya inemem, geriye dönemem; çünkü aşkınlığımın yarattığı hareket durmaksızın ileriye götürür beni. Ne var ki geleceğe doğru da tek başıma yürüyemem. Yoksa boşu boşuna taban teptiğim ıssız bir çölde kaybolup giderim.
     Kişioğlu ancak kendini aştıkça, yüceldikçe vardır. Üstelik hareketlerini de tehlike içinde, başarısızlık içinde yapar. Onun için, tehlikeyi yüklenmesi gerekir. Belirsiz bir geleceğe doğru atılırken varlığını kesinlikle kuracaktır. Oysa başarısızlık yüklenilemez.
     Hiçbir yargı, yolu sona erdirmez; çünkü sonsuza giden bir durum içinde yaşarız. Gerçi kazanmaktır aslolan, ama kimse kazanamaz. Öyleyse edimlerimizi tehlike ve kesinsizlik içinde yüklenelim; özgürlüğün özü buradadır. O, önceden adanan bir kurtuluş uğruna karar vermez, gelecek için pazarlığa girmez, peşin hiçbir antlaşma imzalamaz onunla. Özgürlüğün özü, gözettiği amaçla tanımlanabilseydi artık özgürlük diye bir şey olmazdı. Nitekim amaç asla bir “son” değildir; her zaman sonsuza açık durur da ondan. Amaç, ancak özgürlük kendisini gözönünde tutarsa varolur.
     An’lar, ancak zamanı gelince yargılanacak bir üçüncü an’la birlikte varolurlar. Onun için, bir ölüm mahkumunun son dileğine çok önem veririz. Öbür dileklere benzemeyen bir dilektir bu, öyle sıradan bir dilek değildir. Çünkü ölen kişi onunla bütün hayatını yeniden yakalar.
     Her aşkınlığı aşmakta özgürüz. Oldum olası bir “başka yer”e kaçmak elimizdedir. Ama bu “başka yer”de insanlık durumumuzun içinde bir yerdir gene; ne etsek ondan kurtulamayız. Yargılamak amacıyla bu durumu dışardan gözleyemeyiz. Ondan yalnız söz açılabilir o kadar.
     Öyleyse insan neyle karşılaştırılacak sevgili Célmione? Kim yargılayacak onu? Hem ne adına yargılayacak? Ne adına konuşacak? Ne adına?
 
Yazarın Diğer Yazıları
 ÖZGÜRLÜĞÜN SAVUNMASI
 BAŞKALDIRMA VE DEVRİM