Simone de Beauvoir’ın denemelerinden derlenmiştir.
“Özgürlüğünün bir bedeli olacak” demiştin ya sevgili Célmione, böyle demekle,
özgürlüğün bir bedel karşılığında, yani satın alınarak elde edilebileceğini,
ayrıca benim, bir köle ya da bir nesne olduğumu mu ima etmek istiyorsun? Oysa
özgürlük hava kadar gereklidir bize. Parayla satın alınamaz o, sadece kafamızda
tasarı olarak vardır. Aşamayacağımız biricik gerçek odur. Durmaksızın kendini
aşan bir şey nasıl aşılabilir, nasıl geride bırakılabilir? Aşkın, korkunun,
hayranlığın, saygının büyüsü insanı tanrılaştırır. Alçakgönüllü, pısırık bir
hayran nesneleşir, öte yandan tapındığı varlık nesne olmaktan çıkar. İnsanoğlu
bu katıksız ve egemen özgürlüğü kime doğru aşabilir? Hiç kimseye! Çünkü onun
ötesinde daha yüce hiçbir şey yoktur.
Kadınlar, sevgili Célmione, yararsız
bir hayranlıktan çabuk bıkarlar. Sevilmek isterler. Bilirler ki, ancak aşk
kendilerini temel ihtiyaç haline getirecektir. Bu durumda en uygun çözüm yolu,
beni sıkan ve insanları özgürlüklerinden ederek birer nesne kılığına sokan
yargıları hiçe saymaktır.
Özgür olmak, hesapsızca, korkusuzca atılmak
demektir dünyaya; her kazanımı ya da yitiriyi kendisi belirlemek
demektir.
Durmadan başarısızlığa uğrayan ve dolayısıyla yöresinde hep
küçümsenen kimse, inkârlarla savunmaya kalkar kendini: Atlet olmayı istemiş,
becerememiştir, bunun üzerine sporu ve sporcuları hor görmeye başlamıştır. Ama
tasarısından caymakla da bal gibi kendisine ihanet etmiştir. Özgürlük buyurur,
ona başeğmez çünkü. Özgürlüğü zorlamaya ya da inkâr etmeye yeltenmek boşunadır.
Spor gerçekten tasarımsa benim, gerçekten istemişsem onu, o zaman eksik bir
atlet olmayı, sağlam saygın bir kişi olmaya yeğ tutarım.
Senin benden istediğin, sevgili Célmione, -ne yazıktır ki ahlâk da bunu ister- kendi kendim
olmaktan çıkmak! Bu ise, varolmaktan çıkmak, yok olmak demektir. Oysa ben varım;
başkasının karşısında bir durum içindeyim. Benim gibi başkası da birtakım
durumlar içinde ve ben bu durumların önündeyim. Buna dayanarak seçiyor,
yeğliyor, isteyebiliyorum. Öyleyse burada bize düşen, başkası önünde durumumuzun
ne olduğunu tanımlayıp belirlemeye çalışmaktır. Ancak bunu başardığımız zamandır
ki edimlerimize bir temel bulmaya girişebiliriz.
İnsan varlığı dünyaya
Sartre’ın “olumsuzluklar” adını verdiği boşluklar, eksiklikler ve yokluklarla
giriyoruz. Kimi insanlar bu gücü kullanmaya yanaşmıyorlar. Herşey sanki doludur
onların yöresinde, başka şeyler için yer yoktur. Yenilikten çekinmeleri de
bundandır. Bu yüzden düzeltmeleri, iyileştirmeleri zorla kabul ettirmek gerekir
onlara. “Eskiden bu buluşlar, bu yenilikler yoktu, insanlar onlarsız da gül gibi
yaşayıp gidiyordu” derler. Kimileri ise onların tersine hep bekleyiş halindedir:
Umarlar, isterler, ararlar.
Kendini arayan kimse yitirir, ama yitirirken de kendini bulur.
İnsanların dünyada bana bir yer verebilmeleri için, herşeyden
önce, benim de onlara yer veren bir dünya yaratmam gerekir yöremde: Yani sevmem,
istemem, yapmam gerekir... Böyle düşünen kimse özgür bilir kendini, özgür olmak
ister ve böyle tanınmaktan başka bir şey dilemez. Başkası uğruna özgürlüğümüzden
geçemeyiz, başkası uğruna herşeyi yapamayız, hatta kimse için bir şey yapamayız.
Başkasına sunacağımız duruk bir mutluluk, değişmez bir cennet yoktur da ondan.
İstediği, ancak kendisinin olan, herşeyi aşıp geçen o özgürlük, tanrının bile
dokunamayacağı o özgürlük.
İnsan, tüm evrene verilmiş bir varlıktır, sevgili
Célmione. Nitekim her an ardımda insanlığın bütün geçmişi ve önümde bütün
geleceği bulunur. Bulutsular arasında, Güneş düzeninin bir parçasında,
yeryüzünün bir noktasında kurulmuşum. Öyle ki dokunduğum herşey dünyayı meydana
getiren bütün öbür şeylere ulaştırıyor beni; giderek varoluşum bütün öbür
insanların varoluşuna bağlanıyor. Gelgelelim, evrenin tümüyle benim olması için
yetmiyor bu. Benim olan, ancak yaptığım, kurduğum şey oluyor, tasarımın
gerçekleşmesi oluyor. Hegel de aynı şeyi söylüyor: Tasarısının gerçekleşmesini
insan ancak evrensel oluş içinde bulur; yeter ki bu tasarıyı gereği ve yeteri
kadar uzağa yayabilsin. İnsan evrensel görüşü benimserse bir kez, yenilginin dış
görünüşünde bile bir zafer belirtisi bulabilir.
İnsanlık, kişilerin meydana
getirdiği bir sürekliliktir, ama öznellikleriyle birbirinden ayrılan, özgür
kişilerin meydana getirdiği bir süreklilik, bir sıralanış... İnsanlığı
aydınlatmak, sağlığını düzeltmek ve doğa üstündeki gücünü arttırmak istesem, bu
uğurda vereceğim emeklerin boşa gideceği söylenebilir mi? Eylemimin yazgısına
hiç mi güvenemeyeceğim? Bilim yapısına ufacık bir taş da koymuş olsa, gene de
sevinir bilgin. Bilir ki o taş, zorunlu olan yerinde yıllar yılı öyle kalacak ve
sonrasızlık alabildiğine büyütecek boyutlarını.
Dünyadaki yerini arayan genç
adam, bilimi kurarak, motorlar yaparak, şiirler dizerek kendini aşar; ama
insanlık için aşmaz, tersine insanlık onunla kendini aşar. Demek ki burada aşma
hiçbir şey “için” değildir. Vardır, işte o kadar.
Kimse tüm insanlık adına,
tüm kişiler adına hareket edemez. İnsanın istemi yıllar yılı aynı kalmaz, çünkü
gittikçe değişir. Bu yüzden insan doğruca başkasının iyiliğini ne bilebilir, ne
de bu iyiliğin kesinlikle bir iyilik olduğunu söyleyebiliriz. Bir kimsenin
çeşitli tasarılarının ortaya koyduğu bu çeşitli iyilikler arasından bir seçme
yapmak gerekir. Gelgelelim o zaman da bakarsınız, ya çocuk yararına ergin insanı
ya da ergin insan yararına çocuğu harcamak zorunda kalırsınız. Demek ki ancak
kuşku içinde, tehlike içinde fedakârlık yapılabiliyor. İster istemez bir yanı
tutmak zorunda kalıyoruz. Ne olursa olsun bir seçme yapmamız gerekiyor. Özgür
bir seçme.
Edimlerimizin örgürlüğünü kavrarız, bu edimlerin getireceği
başarıların sınırlarını, tehlikelerini biliriz; öyleyken bize doğru yükselen o
çağrıya uymaktan çekinmeyiz. Fedakârlık başkasını iyice doyurmayı, bütün
isteklerini karşılamayı kurar, ama insanoğlu tümüyle doyurulamaz ki, istekleri
tümüyle giderilemez ki... İstekler sona ermez. Kişi hiçbir yere varamaz bu
yüzden. Tükenip gider de gene sona varamaz. Biliyoruz ki insan aşkınlıktır. Bir
şeyi isterse yalnızca aşmak, geride bırakmak için ister onu.
İnsan bir
tasarı, bir niyet olduğuna göre, sevinçleri kadar mutluluğu da tasarıdır, tasarı
olarak vardır. Bir servete konan kimse, hemen başka bir zenginliği elde etmeyi
tasarlar. Pascal’ın dediği gibi, avcıyı ilgilendiren tavşan değildir gerçekte,
avlanmaktır. Öyleyse içinde yaşamayı istemeyeceği bir cennet uğruna savaşa
atıldığı için kınamayalım kimseyi. Kınarsak haksızlık etmiş oluruz: Yürünecek
bir yol olmazsa amaç da olmaz. Amaca ulaşınca yeni bir yol açılır önümüzde, yeni
bir yolculuk başlar. Her kavuşma bir ayrılığın başlangıcıdır. Her sonuç bir
başlangıçtır aynı zamanda.
Sana kral Pyrrus ile danışmanı Cineás’ın öyküsünü
anlatayım sevgili Célmione. Bir gün Pyrrus yeryüzünü almak için düşler
kuruyordu.
- Önce Yunanistan’a başeğdireceğiz, diyordu.
- Ya sonra? diye sordu Cineás.
- Sonra Afrika’ya el atacağız.
- Afrika’dan sonra?
- Asya’ya geçeceğiz, Anadolu’yu, Arabistan’ı alacağız.
- Sonra?
- Hindistan’a kadar gideceğiz.
- Peki, ondan sonra?
- Ah! dedi Pyrrus, ondan sonra dinleneceğim.
- Niçin? diye sordu Cineás, niçin şimdiden
dinlenmiyorsunuz?
Hiç bitmeyecekse, sonsuzca sürüp gidecekse bu istemler, ne
diye başlasın? Elbette başlamaz! Başlamak neye yarar ki? Bu yönden düşünürsen
sevgili Célmione, insanoğlunun bütün hayalleri saçma görünür sana. Çünkü
sınırlıdır hayaller, sınırlar içinde vardır. Gelgelelim, sürekli aşmak da
elinizdedir bu sınırları. Yeter ki şöyle sorun: “Niçin oraya kadar olsun? Neden
daha uzağa gitmeyelim? Buncacığı neye yarar?”
“Çabaya değer bir amaç
bulamıyorum” diyen kimisi yaşadığı gülünç oyunlara bir son vermek için ölüme
atılır. Doğrusu ya buna son vermenin tek yolu da budur ancak. Çünkü yaşadıkça
Cineás tedirgin edecektir; “Neye yarar?” diyecektir, “Ya sonra?” diyecektir,
“Değer mi?” diyecektir. Herşeye karşın gene de çarpar yüreğim, ellerim uzanır,
yeniden hayaller kurarım. İleriye doğru çeker beni bu hayaller.
İnsanoğlu
eker, yapar, fetheder, ister, sever. Gerçi her zaman bir “Ya sonra?” kuşkusu
çıkar karşımıza. Öyleyken durmadan taze bir ateşle yeni girişimlere atılır.
Tıpkı Don-Juan’ın bir başka kadını ayartmak üzere bir öncekini bırakması
gibi.
Bendeki bu aşma hareketini boş bulurum, ama onu önlemek de gelmez
elimden. Zaman akıp gider durmadan. Anlar ileri doğru iter beni. Hayatın saçma
olduğunu anlıyorum ama yaşamaktan da geri duramıyorum. Dünyada tutunacağı yeri
kendi kararlaştırır insan, kendi seçer, ama bir yer tutmadan edemez. Ne yaparsa
yapsın bir yer kaplamak zorundadır evrende.
Öyle ama gene de bir karar
vermesi gerekiyor Pyrrus’un. Ya yerinde kalacaktır ya da gidecektir. Kalırsa ne
yapacak? Giderse nereye kadar gidecek?
“İnsan uzaklara özgü bir varlıktır”
der Heidegger; “hep kendinden başka yerdedir”. Dünyanın hiçbir köşesi yoktur ki
insan güvenle “Ben buyum!” diyebilsin. Çünkü yapılışı gereği insan ancak
kendinden başka olanla bağlantıları içinde varolur. Heidegger, “Durmadan artan
bir varlıktır insan” der; “bir anda varolan şeye indirgenseydi yok
olurdu!”.
Görülüyor ki, insan bir aşkınlık, bir yücelmedir. Bu yüzdendir ki
bir cennet tasarlamak güç gelir ona. Cennet durgunluk demektir, çünkü yücelmenin
ortadan kalkması, varlığın aşmayı bırakması, durukluğa ulaşması demektir. Ne
aşmak var artık ne aşılmak. Neyleyelim böylesi cenneti! Ne yapacağız orada?
Yaşamak için hiç değilse havanın solunabilir olması, eylemlere ve dileklere yer
vermesi gerek oranın, aşılabilir olması gerek. Durgun cennetler sevinç yerine
sonu gelmez bir sıkıntı verirler bize: Bunaltı.
Amacına ermiş insan sorar:
“Ya sonra?”. Demek ki tümüyle doyurulamıyor, tümüyle doldurulamıyor insan. Çünkü
insanın ana özelliği, verilmiş herşeyi aşmak, geride bırakmaktır. Nitekim
amacına varır varmaz sevinci uçar insanın, doymuşluğu azalır gitgide, geçmişe
karışır. Valery’nin sözünü ettiği “gelecekteki tükenmez boşluk”a düşer.
Ben
bir nesne değilim, sevgili Célmione, kendimden başka olana doğru giden, kendimi
aşan bir tasarıyım, bir aşkınlığım, yücelmeyim. Önceden belirlenmiş, yörüngesi
çizilmiş bir şey değilim ben. Seven, hareket eden, isteyen bir varlığım.
Kendiliğinden bir varlık. Bu da gösteriyor ki ancak yaptığım şey benimdir.
Gelgelelim, o da yaptıktan sonra ayrılır benden, benim olmaktan kurtulur. Şimdi
öne sürdüğüm düşünce, biraz sonra da benim olabilir mi? Benim olabilmesi için
onu süresiz yapmam gerekmez mi? Geleceğe doğru ilerletmem gerekmez mi
durmadan?
Ancak, edimlerimi, yaptıklarımın sonuçlarını sonsuza dek
yüklenirsem, artık hiçbir şey isteyemem. Ben sonlu bir varlığım; sonluluğumu
istemek, elde etmek zorundayım.
İnsanlığın asla sonu gelmez. Durmaksızın
geleceğe doğru atılır, durmaksızın kendini aşar, durmaksızın karşılık verilecek
çağrılar yayar, doldurulacak boş çukurlar kazar. Sözün kısası, varlığını
durmaksızın her insanın varlığıyla birleştirmeye çalışır. Varoluşu da buna
bağlıdır zaten. İnsan ancak öbür insanlar için verilmiş bir varlık olursa
dünyadaki yerini bulur. Her verilmiş varlık aşılır ya da aşılması zorunludur da
ondan. İnsanoğlu ya kullanarak ya da savaşarak aşar bu varlığı. Bu demektir ki
birileri için bir araç isem, öbürleri için de bir engelim ben. Yani kimi
insanlara yararlı olabilmem için kimi insanlara da zararlı olmam gerekir.
Herkese birden yararlı olamam ki... İnsan dünyaya atıldıktan sonra, çevresindeki
öbür kişileri kura kura, sonunda kendini de kurmuş olur.
Kantçı ahlâk,
herkesin oyunu kazanmayı, herkesçe beğenilmeyi salık verir bana. Ama bütün
insancıl yargıların uzlaştığı bir yer yoktur dünyada. Herkesi sevdiğini öne
süren kimse, gerçekte hiçkimseyi sevmiyor demektir.
Başkasıyla ilişki kurmam
için şu iki koşulun yerine getirilmesi gerekir:
1- Çağırma hakkım olmalı. O
zaman varlaşmamı önlemek, sesimi boğmak, konuşmama engel olmak isteyenlerle
savaşabilirim.
2- Karşımda çağrılarıma yanıt verebilecek özgür insanlar
bulunmalı. Varlaşmak amacıyla kendini aşmak için her varlığın gösterdiği bu
özgür çabaya eşit bir saygı duymamız da bundandır. Saygı duymadığımız şey,
özgürlükten kaçınmadır. Başkası ancak benimle aynı noktada bulunuyorsa, yanımda
yürüyebilir, aşkınlığımla birlikte yol alabilir. Çağrılarımın boşlukta yitmemesi
için yanımda beni duyacak, anlayacak kimselerin bulunması gerekir. Aşağıya
inemem, geriye dönemem; çünkü aşkınlığımın yarattığı hareket durmaksızın ileriye
götürür beni. Ne var ki geleceğe doğru da tek başıma yürüyemem. Yoksa boşu
boşuna taban teptiğim ıssız bir çölde kaybolup giderim.
Kişioğlu ancak
kendini aştıkça, yüceldikçe vardır. Üstelik hareketlerini de tehlike içinde,
başarısızlık içinde yapar. Onun için, tehlikeyi yüklenmesi gerekir. Belirsiz bir
geleceğe doğru atılırken varlığını kesinlikle kuracaktır. Oysa başarısızlık
yüklenilemez.
Hiçbir yargı, yolu sona erdirmez; çünkü sonsuza giden bir durum
içinde yaşarız. Gerçi kazanmaktır aslolan, ama kimse kazanamaz. Öyleyse
edimlerimizi tehlike ve kesinsizlik içinde yüklenelim; özgürlüğün özü buradadır.
O, önceden adanan bir kurtuluş uğruna karar vermez, gelecek için pazarlığa
girmez, peşin hiçbir antlaşma imzalamaz onunla. Özgürlüğün özü, gözettiği amaçla
tanımlanabilseydi artık özgürlük diye bir şey olmazdı. Nitekim amaç asla bir
“son” değildir; her zaman sonsuza açık durur da ondan. Amaç, ancak özgürlük
kendisini gözönünde tutarsa varolur.
An’lar, ancak zamanı gelince
yargılanacak bir üçüncü an’la birlikte varolurlar. Onun için, bir ölüm
mahkumunun son dileğine çok önem veririz. Öbür dileklere benzemeyen bir dilektir
bu, öyle sıradan bir dilek değildir. Çünkü ölen kişi onunla bütün hayatını
yeniden yakalar.
Her aşkınlığı aşmakta özgürüz. Oldum olası bir “başka yer”e
kaçmak elimizdedir. Ama bu “başka yer”de insanlık durumumuzun içinde bir yerdir
gene; ne etsek ondan kurtulamayız. Yargılamak amacıyla bu durumu dışardan
gözleyemeyiz. Ondan yalnız söz açılabilir o kadar.
Öyleyse insan neyle
karşılaştırılacak sevgili Célmione? Kim yargılayacak onu? Hem ne adına
yargılayacak? Ne adına konuşacak? Ne adına?