Sosyalist Dergi: 5 |  Gürbüz Yıkılmış |
BAŞKALDIRMA VE DEVRİM

     Albert Camus'nun Başkaldıran İnsan adlı yapıtının bende bıraktığı izlenimler.
     Kendine haksızlık yapıldığı, karşısındaki kişi veya toplulukla arasında bir adaletsizlik olduğu kanısında olan birey, şimdiye dek sabretmesine, kabullenmesine karşılık "buraya kadar", "artık yeter", "bundan sonrasına veya fazlasına izin veremem" deyişleriyle bir karşı duruş gösterir. Başkaldırma edimi başlamıştır. Herhangi bir biçimde haklılık duygusu uyanmadan başkaldırma olmaz. Bu duygu sezgiseldir.

     Ne kadar bulanık bir biçimde olursa olsun, bir bilinçlenme doğar başkaldırma eyleminden: insanda insanın, kısa bir zaman için bile olsa, özdeşleşebileceği bir şey bulunduğu konusunda bir sezgi, birdenbire gözkamaştırıcı oluveren bir sezgi.
      Köle, ayaklanışından önceki bütün aşırı isteklere katlanıyordu. Bunları içine atarak sabrediyordu belki de, ama sustuğuna göre hakkının bilincinde olmaktan çok, o anki çıkarını düşünüyordu daha. Sabrın yitirilmesiyle, sabırsızlıkla birlikte, eskiden benimsenenleri de kapsayan bir devini başlar.
      Başkaldıran kişi herşey olmak, birdenbire bilincine vardığı ve kendi varlığında kabul edilmesini, selâmlanmasını istediği bu değerle tamamıyla özdeşleşmek ister, ya da hiç olmayı ister, yani benliğine egemen olan gücün kendisini kesinlikle yere sermesini. Diz çökmüş durumda yaşamaktansa ayakta ölmeyi yeğler.
      Bu bilinç yoksa, onun yerini hırs veya hınç alır. Hırs ve hınç yönettiği varlığın acı çekmesinden zevk alır. Varlığın zihinsel olarak güçlü veya zayıf oluşuna göre, hırs etkinliğini artırır veya azaltır. Benliğin gelişimi, öz gerçekleştirme kavgası bu açıdan büyük önem taşır. Duygu usu yönetmeye başladı mı yönetilen bir varlık olur çıkarız. Oysa başkaldırmanın kaynağında her zaman bir güçlülük ve etkenlik ilkesi yatar. Benliğimizde korunması gereken, sürekli olan hiçbir şey yoksa başkaldırmanın anlamı yoktur.
      Başkaldıran insan olduğu şeyi savunur. Elinde bulunmayan ya da yoksun bırakıldığı bir şeyi istemez. Başkaldıran, daha ilk atılımda olduğu şeye el sürülmesini yadsır. Varlığının bir yanının bütünlüğü için çarpışır. Fethetmeye çalışmaz ilkin, kabul ettirmeye çalışır.
      Her başkaldırma bir birlik ister. Böylece yalnızlığından sıyrılır birey. Güç aldığı bu birlik sayesinde fethetmeye koyulur evreni. Artık, değer bireyi aşmaya başlamıştır. Ama değerin fetih hareketinden önce varolmasıyla, fetih sonunda kavuşulması belirler başkaldırmayla devrim arasındaki farkı. Başkaldırma yalnızca bireysel deneyden düşünceye götüren bir devinim iken, devrim, tarihsel deneye düşüncenin girişidir. Devrim, bir eylemi düşünceye göre biçimlendirme, dünyayı kuramsal bir çerçeveye uydurma çabasıdır. Bunun için, başkaldırma insanları öldürürken, devrim hem insanları hem de ilkeleri yokeder.
      Devrim, bir hükümetten başka bir hükümete geçen bir devinimdir. Başvurulan yol ne olursa olsun, ister kanlı, ister barışçı, politik olarak da belirmeyen ekonomik devrim yoktur. Bu, aynı zamanda başkaldırmayla devrim arasındaki farkı da gösterir.
      Devrimci hükümetler çoğu zaman savaş hükümeti olmaya zorlar kendini. Devrim ne kadar genişse, varsaydığı savaş payı da o kadar büyüktür. 1789'dan çıkan toplum Avrupa için dövüşmek ister. 1917'den doğan devrim de dünya egemenliği için dövüşür. Tümcü devrim dünya imparatorluğu ister sonunda.
      Ayaklanan, adalet istemekle başlar, sonra da yönetmek ister. Egemenlik kurma sırasının kendisine geldiğini düşünür. Görünüşten eyleme, gösterişçiden devrimciye doğru ilerler. Oysa köle ile efendinin egemenliği ve boyun eğişi görecedir. Her iki güç birbiri ardından kendini kesinler. Birbirini yoketmek için karşı karşıya gelirler, ve biri diğerini geçici olarak silene dek bu kesinleme sürer.
      Adalet ve özgürlük başkaldırma deviniminin temelindedir, devrimci atılımda da buluruz onları. Bununla birlikte devrimler tarihi, karşılıklı gereklikleri uzlaşmazmışçasına hemen her zaman çatıştıklarını gösterir. Salt özgürlük, en güçlü için buyurma hakkıdır. Adaletsizliği destekleyen çatışmaları sürdürür böylece. Salt adaletin yolu her türlü karşıtlığın kaldırılmasından geçer: özgürlüğü yok eder.
      Özgürlük yoluyla, adalet için yapılan devrim, ikisini karşı karşıya getirir sonunda. Böylece her devrimde o zamana kadar egemen olan sınıfın kaldırılmasından sonra, kendisinin de sınırlarını belirten ve başarısızlık olanaklarını haber veren bir başkaldırma deviniminin başladığı bir evre vardır. Devrim, kendisini doğurmuş olan başkaldırma anlayışının isteklerini yerine getirmek ister ilkin; sonra, kendini daha iyi kesinleyebilmek için onu yoksama zorunluluğu duyar.
      Başkaldırma devinimiyle devrimin vardığı noktalar arasında indirgenmez bir karşıtlık bulunduğu anlaşılıyor. Ama bu karşıtlıklar yalnız salt'dadır. Uzlaştırıcı öğeden yoksun bir dünya ve bir düşünce varsayarlar. Salt özgürlük adaletle alay ediyor. Salt adalet özgürlüğü yoksuyor. Verimli olmaları için iki kavramın birbirlerinde sınırlarını bulmaları gerekir. Hiçbir insan, aynı zamanda adalete uygun da değilse koşulunu özgür saymaz, aynı zamanda özgür de değilse adalete uygun saymaz. Aynı uslama şiddete de uygulanır. Salt şiddetsizlik köleliği, köleliğin şiddetlerini geri getirir.
      Her başkaldırma bir suçluluk özlemidir. Ama gün gelir bu özlem silâhları eline alır, tüm suçluluğu, yani öldürmeyi ve şiddeti omuzlarına yüklenir. Tümden bir kurtuluş yerleştirilmeye çalışıldığı anda bir suçluluk ilkesi kabul edilmiştir artık.
     Cinayet suçsuzluk postuna büründü mü, kendini haklı çıkaracak nedenler sağlamak için suçsuzluğu sıkıştırır. Suçsuzluk bir kere eyleme geçtikten sonra öldürmekten geri duramayacaktır. Bugün her eylem dönüp dolaşıp dolaylı veya dolaysız öldürmeye vardığına göre, öldürmemiz gerekip gerekmediğini, gerekiyorsa neden gerektiğini bilmedikçe eyleme geçmemeliyiz. Herşeyin kökenine inmek değil önemli olan, dünya ne ise o olduğuna göre, bu dünyada nasıl davranacağımızı bilmeliyiz.
     Hiçbir şeye inanılmıyorsa, hiçbir şeyin önemi yoksa, hiçbir değere "evet" diyemiyorsak, her şeye olasılık vardır, herşey önemsizdir. Ne evet kalır ne hayır, katil ne haklıdır ne haksız.
     Bu durumda öldürmeye ya da başkalarının öldürmesine boyun eğmek arasında sıkışmış bulur insan kendini. Başkaldırma haykırır, dayatır bir yandan. Değiştirmektir kaygısı, ama değiştirmek eyleme geçmektir, eyleme geçmek de yarın öldürmek olacaktır. Oysa öldürmenin uygun olup olmayacağını henüz bilmemektedir.
     İnsan, ne ise o olmaya yanaşmayan tek yaratıktır. Bu yadsıma onu başkalarının ve kendi kendisinin yokedilmesine mi götürür yalnız, her başkaldırma evrensel öldürmenin doğrulanmasıyla mı sona ermelidir, yoksa tam tersine olanaksız bir suçsuzluğu benimsemeye kalkmadan, usa uygun bir suçluluk ilkesi bulunabilir mi, sorun budur.
     Hiçbir şey yapmamaya karar verebilir insan, bu da insanların kusurluluğuna üzülmek bir yana, en azından başkalarının öldürülmesini kabul etmektir. Böylece, yadsımanın ve yoksayıcılığın (nihilizm) göbeğinde öldürme ayrıcalıklı yerini korur. Yarım yoksayıcılık olmaz. Salt yadsımanın olanaksızlığı kabul edildikten sonra -herhangi bir biçimde yaşamak da bunu kabul etmektir- yadsıyamayacağımız ilk şey başkasının yaşamasıdır.
     Tümüyle yoksayıcılık sıtmasına tutulmuş olan çağ, sürükleyip götürüyor bizi ardından. Gene de yalnızız, silâhlarımız elimizde, gırtlaklarımız kupkuru.
     İnsan varolmak için başkaldırmak zorundadır, ama başkaldırmanın kendi kendinde bulduğu, insanların üzerinde birleştikçe varolmaya başladıkları sınıra saygı göstermesi gerekir. Öyleyse başkaldırmış kişi belleksiz edemez. İlk soyluluğuna bağlı kalıyor mu, yoksa tam tersine bıkkınlık ya da çılgınlık yüzünden bir zorbalık ya da kölelik sarhoşluğu içinde unutuyor mu onu?
 
Yazarın Diğer Yazıları
 ÖZGÜRLÜĞÜN SAVUNMASI
 BAŞKALDIRMA VE DEVRİM