Kitap Dizisi:5 |  Muhsin Salihoğlu |
Aydınlanma Çerçevesinde Kemalizm

Bu yazıda başta İlhan Selçuk olmak üzere Cumhuriyet gazetesi yazarları tarafından uzun süredir savunulan ve birçok solcu aydın tarafından benimsenen bir görüşü ele almak istiyorum. Bu görüşe göre "Kemalizm Türk Aydınlanması, Anadolu Aydınlanmasıdır, Kemalist tek parti yönetimi Türkiye'de Aydınlanma Devrimini gerçekleştirmiştir". Kemalist tek parti yönetiminin apaçık baskıcılığını sosyalist, demokrat veya liberal düşünce açısından şu ya da bu ölçüde eleştirenlerin bile "evet, tek parti yönetimiydi, demokratik değildi, baskıcıydı ama ne de olsa Türkiye'de aydınlanmayı gerçekleştirdi" diye özetlenebilecek bir gerekçeyle bu baskıcılığı mazur gösterdiklerine sık sık rastlamak mümkündür.



Bu bakış açısını savunanlara göre başta laiklik ilkesinin benimsenmesi ve Tevhid-i Tedrisat [Öğretimin Birleştirilmesi] Kanununun çıkarılması olmak üzere tek parti döneminde Batılılaşma ve modernleşme yolunda atılan adımlar aydınlanma felsefesinin Türkiye'de ete kemiğe bürünmesi olarak değerlendirilmelidir. Tek parti döneminin en uzun süreli Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel'in çalışmaları, özellikle de 1940'larda "Dünya Klasikleri" serisi halinde yayımlattığı çeviriler aydınlanma felsefesini Türkiye'ye taşıyan çok önemli bir adım olarak alkışlanmalıdır.

İşte bu anlayışla Cumhuriyet gazetesi "Cumhuriyetimizin 75. yılı coşkusuyla" dünya klasikleri serisini yeniden yayımlamaya karar vermiş. Seriyi sunuş yazısında "Türk okuruna bir 'Aydınlanma Kitaplığı" kazandırmak" istediklerini vurgulayan Cumhuriyet yetkilileri ve yazarları bu girişimlerini Türkiye için tek doğru, tek geçerli ve tek meşru ideoloji ilan ettikleri Kemalizmin propagandasını yapmak için bol bol kullanıyorlar.

Bu durumda aydınlanma nedir?, aydınlanma felsefesi ne anlama gelir? Kemalizm ile aydınlanma eşdeğer kavramlar mıdır? sorularını kısaca ele almak ve Türkiye Cumhuriyeti'nin egemen ideolojisi ile aydınlanma felsefesini karşılaştırmak Türkiye'nin ve dünyanın aydınlanmasını amaç edinen, Nâzım'ın deyişiyle "paranın padişahlığını, karanlığını yobazın ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfı"nın davasını benimseyen bütün devrimciler için uygun olur.

İncelememizi çeşitli amaçlarla türetilmiş efsanelerin etkisinden arındırmak ve daha sağlıklı sonuçlara varabilmek için ikinci kaynaklara değil de birinci kaynaklara dayanmanın daha uygun olacağını düşünüyorum. Bu nedenle aydınlanma felsefesini anlamak için esas olarak Jean-Jacques Rousseau ve İmmanuel Kant'a, Kemalist ideolojiyi anlamak için esas olarak Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Hasan Âli Yücel'e başvuracağım.

Kant'ın Felsefesi
Bilindiği gibi, adı aydınlanmayla en çok özdeşleştirilmiş olan filozof İmmanuel Kant'tır. Eleştirel felsefenin kararlı savunucusu olan Kant'a göre "aydınlanma için gereken tek şey özgürlüktür", "insanın, aklını her konuda kamu önünde açıkça kullanma özgürlüğüdür."1 Aydınlanma, Kant'ın tanımına göre, "insanın kendi suçuyla düşmüş olduğu ergin olmama durumundan", bir başka deyişle, "insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışı durumundan kurtulmasıdır" ve bu nedenle de aydınlanmanın parolası "Sapere aude! [Düşünme yürekliliğini göster!] Kendi aklını kullanma cesaretini göster! belgisidir."2

Kant, "insanı sonsuza dek olgunlaşmamış durumda tutan prangalar" olarak nitelediği "dogmalara ve formüllere" her zaman karşı olmuştur."3" Hiçbir yüksek meclisin veya kurulun "kendi üyelerinin her birini ve onlar aracılığıyla da halkı sürekli bir vesayet altında tutmak amacıyla asla belli bir değişmez doktrinler bütününe bağlanma kararı alamayacağını" açıkça ilan etmiş, "böyle bir kararın en yüksek iktidar organı tarafından, İmparatorluk Meclisleri ve en saygın barış antlaşmaları tarafından onaylanmış bile olsa mutlak olarak geçersiz olduğunu" ve "insan doğasına karşı işlenmiş bir suç oluşturduğunu" vurgulamıştır."4"

Görüldüğü gibi göksel ve dünyasal dogmaları, resmi ideolojileri açıkça reddeden ve mutlak olarak geçersiz sayan Kant despotizmin düşmanı ve özgürlüğün savunucusudur. "Tıpkı çocuklarının iyiliğini gözeten bir baba gibi halkın iyiliğini gözetme" ilkesine göre kurulduğu iddia edilen vesayetçi hükümet (imperium paternale) Kant'ın gözünde kabul edilemez bir hükümettir, çünkü böyle bir hükümet uyruklarını "kendileri için neyin gerçekten faydalı, neyin gerçekten zararlı olduğunu ayırt etmekten aciz olgunlaşmamış çocuklar durumuna sokar ve böylece onları tamamen edilgen biçimde hareket etmek, nasıl mutlu olacakları konusunda kararı devlet başkanına bırakmak ve hatta mutlu olup olmayacaklarını onun takdirine terketmek zorunda bırakır."5" Kant vesayetçi hükümetlere despotizm damgasını vurmakta hiç tereddüt etmez, onları uyruklarının özgürlüklerini tümüyle ortadan kaldıran ve her türlü haktan yoksun bırakan yönetimler olmakla suçlar."6"

Laiklik
Kant laikliğin savunucusudur. Kant'a göre laiklik birbirine bağlı üç ilkeden oluşur. Birincisi, devlet kilisenin iç işleyişi konusunda yasa çıkaramaz ve inanç ve ayinler konusunda halka talimat ve emirler veremez. Bu konular tümüyle bizzat inananlar tarafından seçilecek öğretmenlere ve denetçilere bırakılmalıdır. İkincisi, devlet din öğretmenlerinin siyasal toplum üzerinde toplumsal barışı tehlikeye düşürebilecek her türlü etkide bulunmasını önleme hakkına sahiptir. Devlet, aynı zamanda, kilise içi veya farklı kiliseler arasındaki anlaşmazlıkların toplumsal barışı tehlikeye düşürmemesini sağlamak zorundadır. Üçüncüsü, devlet kiliseyi ayakta tutmak için mali kaynak sağlayamaz; kilisenin bütün finansmanı o kiliseye inananlar tarafından sağlanmalıdır. "7"

Kant'ın dile getirdiği bu yalın ilkeler aydınlanmacı bir laikliğin vazgeçilmez koşullarıdır. Devlet din kuralları konusunda kendini yetkili sayamaz ve kimseye "doğru dini", örneğin "doğru müslümanlığı" öğretmeye kalkışamaz, bu konularda fetva veremez. Bir din örgütü veya diyanet isleri başkanlığı kuramaz. Hiçbir dini, mezhebi ve inancı destekleyemez. Belli bir dini, mezhebi veya inancı halka dayatarak vicdanları etkileyemez. Din cemaatinin iç örgütlenmesini ve inanç ve ibadet konularını o cemaatin seçilmiş temsilcilerine bırakır. Buna karşılık, din adamlarının siyasetle uğraşmasını ve dinin siyasete alet edilmesini önler. Çeşitli dinler, mezhepler ve inançlar arasında taraf tutmadığı gibi din, mezhep ve inanç çalışmalarını, dinsel kıyımları önlemek için gereken bütün önlemleri alır. Hiçbir dine, mezhebe ve inanca kaynak ayıramaz, çeşitli dinlere veya mezheplere inanan veya hiçbir dine ve mezhebe İnanmayanların vergileriyle belli bir dini, mezhebi ve inancı besleyemez. Her cemaat üyelerinin bağışlarıyla kendi masraflarını kendi karşılar.

Barışçılık ve Enternasyonalizm
Barışçılık ve enternasyonalizm Kant'ın aydınlanma felsefesinin vazgeçilmez ilkeleridir. İnsanlık Tarihinin Başlangıcına İlişkin Tahminler başlıklı denemesinde Kant militarizmi şöyle eleştirir: "Uygar ulusları ezen en büyük kötülüklere savaşın yol açtığını kabul etmek zorundayız bu kötülükler geçmişin veya günümüzün gerçek savaşlarından çok, gelecek savaşlar için yapılan aralıksız, daha doğrusu gün geçtikçe yoğunlaşan hazırlıkların sonucu olarak ortaya çıkıyor." "8" Kant gözlemlerinin sonucunda şu yargıya ulaşır: "Herşey bir sonraki savaşa göre önceden zaten kuruşu kuruşuna hesaplandığı için dünyanın bugünkü yöneticileri kamu eğitim kurumlarına ya da daha doğrusu dünyanın en yüksek menfaatlerine uygun herhangi bir şeye ayıracak para bulamıyorlar."9"

Sürekli orduların bütünüyle lağvedilmesi ve silahlanmaya son verilmesi için kapsamlı bir plan hazırlayan Kant'a göre, "evrensel ve sürekli bir barışın kurulması Ödevi saf aklın sınırları içinde yer alan hukuk teorisinin bir parçası olmakla kalmaz, bu teorinin nihai amacının bütününü oluşturur."10 Sürekli Barış: Felsefi Bir Deneme adlı eserinde Kant militarizme karşı çok derin bir düşünceyi ortaya koyar: "İnsanları ölmek veya öldürmek için kiralamak onları bir başkasının (devletin) eline verip makine ve araç olarak kullanmak anlamına gelir ki bu da insanın kendi kişiliğinin ayrılmaz parçası olan insan haklarıyla kolay kolay bağdaşmaz."11'

Felsefi liberalizm geleneğinin en büyük temsilcisi olan Kant despotik gericiliğin eğitim ve öğretimi devlet ideolojisini genç beyinlere aşılama düzeyine indirdiğini biliyordu ve bu yüzden "Çocukları insanlığın bugünkü durumuna göre değil gelecekteki olası gelişmiş durumuna göre eğitmek gerekir"12 diyerek aydınlanmacı ve evrenselci bir eğitim ve öğretim çağrısında bulunuyordu. Kant, Rousseau'nun eşitlikçi ve devrimci düşüncelerinden önemli ölçüde etkilenmişti ve emekçi halka saygı duymayı Rousseau'dan öğrendiğini açıkça söylemekten kaçınmıyordu: "Benim araştırmacı bir tabiatım var. Hep bilgi peşinde koşarım, kabıma sığamam, bir keşifte bulununca kendinden geçerim. Bir zamanlar insan yaşamına gerçek saygınlığı kazandıran şeyin bunlar olduğunu sanır ve hiçbir şey bilmeyen sıradan halkı küçük görürdüm. Rousseau bana doğruyu gösterdi. Üstünlük saydığım şeylerin hiç de öyle olmadığını anladım. Artık insanlara saygı duymayı öğreniyorum, felsefemin herkese insanlığın ortak haklarını yeniden sağlayacağına inanmasaydım kendimi düz işçiden çok daha az faydalı biri sayardım."'13

Kant, liberal dünya görüşüne bağlı olarak felsefesinde ve siyaset teorisinde görülen kimi sınırlılıklara ve zayıflıklara rağmen despotizme, militarizme, dogmatizme ve milliyetçi önyargılara karşı özgürlük, barış, aydınlanma ve enternasyonalist kardeşlik düşüncesini kararlı olarak savunarak insanlığın ilerlemesine paha biçilmez katkılarda bulunmuştur.

Rousseau'nun Felsefesi
Aydınlanma felsefesi içerisinde eşitlikçi devrimci demokrat akımı temsil eden Jean-Jacques Rousseau özgürlüğün büyük savunucusudur. Rousseau'nun anlayışına göre özgürlük eşitliğin bir fonksiyonudur çünkü "eşitlik olmadan özgürlük olamaz".14 Rousseau mülkiyetin bir değer değil, toplumsal kötülüklerin kaynağı olduğunu, hakimiyet ve kölelik yarattığını, bir kutupta servet, öteki kutupta sefalet ürettiğini, "açlık içindeki çoğunluk zorunlu ihtiyaç maddelerinden yoksun yaşarken, ayrıcalıklı bir avuç insanın lüks içinde yüzdüğü" bir durum oluşturduğunu savunur.15

Görüldüğü gibi Rousseau mülkiyet İlişkilerine dayalı toplumu esaslı olarak eleştiren devrimci bir filozoftur. Siyasal alanda da topluma hükmeden bir yönetici sınıfın varlığını eleştirir, ona göre egemenlik kayıtsız şartsız halka aittir ve bu egemenlik başka hiçbir güce devredilemeyeceği gibi temsil de edilemez. Despotizm, kölelik, tiranlık ve temsili hükümet halkın egemenliğinin gasp edilmesi anlamına gelir.16

Rousseau'nun felsefesi enternasyonalist ve anti-militaristtir. Rousseau'nun sözleriyle "uluslar arasındaki savaşlara, çatışmalara, cinayetlere ve misillemelere ve insan kanı dökme şerefini bir erdem sayan bütün o korkunç önyargılara" karşıdır ve "halkları birbirinden ayıran hayali engelleri ortadan kaldırmayı... ve bütün insanlığı içtenlikle kucaklamayı'" kararlı biçimde savunur.17

Özgürlük ve Eşitlik
Rousseau'ya göre insanlar için en büyük değerler özgürlük ve eşitliktir: "Her yasama sisteminin neleri amaçlaması gerektirdiğini araştırdığımızda bunların iki ana başlık altında toplanabileceğini görürüz: özgürlük ve eşitlik; özgürlük çünkü bir uyruk bağımlı durumda olduğunda devlet bu uyruğun kendisine kattığı güçten yoksun kalmış olur; eşitlik çünkü eşitlik olmadan özgürlük olamaz."18

Rousseau'da insan olmakla özgür olmak eş anlamlı kavramlardır, özgürlüğü olmayan insan insanî özünü yitirmiş demektir: "Bir insan özgürlüğünden vazgeçtiği zaman insanlığının özünden, haklarından ve halta insan olarak ödevinden vazgeçmiş olur. Böylesi bir toplan vazgeçme hiçbir şekilde telafi edilemez."19 Rousseau'ya göre kaba kuvvet hiçbir hak yaratmaz. Bu nedenle despotizm, kölelik, tiranlık ve bütün baskı biçimleri (aşağıda göreceğimiz gibi temsili hükümet dahil) her türlü meşruiyetten yoksundurlar ve hiç kimse onlara itaat etmekle yükümlü değildir: "Kısacası bir tarafa mutlak bir otorite, öte tarafa da sorgusuz sualsiz itaat etme yükümlülüğü veren bir sözleşme geçersiz ve anlamsızdır."20"

Rousseau, toplumsal barışı sağlama koşuluyla yurttaşların ya da bir halkın bütününün kendilerini bir despotun boyunduruğuna teslim edebileceğini savunan Hobbes ve Grotius gibi düşünürleri şiddetle eleştirir. Bir despotun boyunduruğu altındaki barışın tıpkı bir zindanda yaşamaya benzediğini belirten Rousseau, açık bir dille şunu belirtir: "Bir insanın insanlığından karşılıksız olarak vazgeçeceğini söylemek saçma ve anlamsızdır. Böylesi bir teslimiyet gayri meşru olduğu gibi hükümsüzdür de, çünkü böyle bir şey yapan kişinin aklı başında değil demektir. Bir halkın bütününün böyle davranabileceğini söylemek söz konusu halkın bütünüyle budala olduğunu kabul etmek demektir. Ancak budalalık hak yaratmaz, ‘21'

Siyasal Düşüncede Devrimci Adım
Yukarıda da belirttiğim gibi özgürlüğün ve özgürlüğün zorunlu önkoşulu olan eşitliğin tersine mülkiyet, Rousseau'ya göre bir değer değildir. Rousseau mülkiyet kavramını sahip olunan mal mülk anlamında kullanır ve mülkiyetçi bireyci Locke'un tersine özgürlükten kesin olarak ayrı bir kategori olarak ele alır. Mülkiyet kategorisinden büsbütün vazgeçmese de, Rousseau'nun felsefesinde mülkiyet bir ideal ya da amaç olmaktan çıkar. Aksine. Rousseau mülkiyeti insanların çoğunluğunu sefalete ve acıya mahkum eden bir zulüm ve eşitsizlik kaynağı olarak görür.

Rousseau gerçekten de "yoksulların ayağına yeni prangalar vuran, zenginlere ise yeni yetkiler veren; doğal özgürlüğü bir daha geri dönülmez biçimde yok edip mülkiyet ve eşitsizlik hukukunu ebedileştiren, kurnazlıkla gerçekleştirilmiş bir gaspı değişmez bir hakka dönüştüren ve birkaç hırslı bireyin yararı uğruna bütün insanlığı sürekli çalışma, kölelik ve sefalete mahkum eden toplumun ve hukukun"22 kararlı eleştirmenidir.

Rousseau'ya göre kamu yararı farklı bireysel ya da sınıfsal çıkarların çatışmasından değil, toplumu oluşturan bütün bireylerin ortak çıkarlarından kaynaklanır. "Toplumu bir arada tutan bağ o toplumu oluşturan bütün üyelerin hissettiği çıkar ortaklığıdır. Böylesi bir ortaklık olmadan hiçbir toplum ayakta duramaz. Dolayısıyla da toplum sadece bu ortak çıkar temeli üzerinde yönetilmelidir.''23 Bu ortak çıkar yurttaşların eşitliğidir; toplumsal yaşam ve siyasal düzen bu eşitlik ilkesine dayanmalıdır.

Devleti Aşmak
Rousseau'da toplum ile devlet, sivil toplum ile siyasal toplum, uyruk ile egemen ikiliği aşılmıştır. Rousseau'da terimin genel anlamında devlet, bir başka deyişle, toplumdan ayrı ve toplumun üzerinde bir siyasal iktidar yoktur. Toplumun kendisi egemendir, en yüksek otoritedir. Toplum kendi kendini yönelen bir varlıktır. Egemenlik halktan devlete ve devlet yöneticilerine koşulsuz olarak (Hobbes'da olduğu gibi) veya koşullu olarak (Locke'ta olduğu gibi) devredilmez. Hükümetin kurulması halk ile halkın dışında bir egemen arasında bağıtlanan bir sözleşmeye dayanmaz, "Devletle sadece bir tek sözleşme vardır, o da egemen halkı meydana getiren ilk kuruluş sözleşmesidir."24 Bu nedenle, "egemenin kendine bir üst atayabileceğini iddia etmek saçma ve çelişik olur."25

Demek ki bir hükümet kurmanın toplum ile toplumun seçebileceği yöneticiler veya yüksek görevliler arasında bağıtlanan bir sözleşme, hangi hükümlere göre yöneticilerin buyruk vereceğini ve yurttaşların bu buyruklara itaat edeceğini belirleyen bir sözleşme olduğunu iddia edenler düpedüz yanılıyorlar. Nerede bir efendi varsa orada özgürlük yoktur. Siyasal varlık ya da toplum ile hükümet arasındaki ilişki tek taraflı, tek yönlü bir ilişkidir; bir başka deyişle "kendilerine emanet edilen yürütme erkini kullananlar halkın efendileri değil memurlarıdırlar; halk islediği zaman onları göreve getirir ve görevden alır; onlar sözleşme yapmak durumunda değil boyun eğmek durumundadırlar, devletin verdiği görevleri üstlendiklerinde sadece yurttaş olarak üzerlerine düşen ödevi yerine getirmektedirler ve asla herhangi bir koşul öne sürme hakları yoktur."26'

Rousseau'nun toplum sözleşmesine getirdiği açıklama benzersizdir ve siyasal düşünce tarihinde çığır açan devrimci bir adımın göstergesidir. Bu açıklama demokrasi teorisini sağlam bir temele kavuşturdu. "'Rousseau'nun getirdiği açıklamada yeni olan yön, genel sözleşmeyi bağıtlayan halkın, kurdukları toplumun bütün gelişimi boyunca egemenliği elinde tutması ve, aslında, kendi kendini yönetmek zorunda olmasıydı. ... Rousseau demokratik egemenlik tezini, okuma yazma bilmeyenlerin bile daha ilk duyuşta kavrayabileceği kadar açık ve duru biçimde ortaya koydu."27

Parlamenter Sistem Eleştirisi Hükümeti salt egemen halkın görevlendirdiği bir kurul (komisyon) olarak oluşturan ve egemenliğin devredilemeyeceğini ilan eden Rousseau, temsilî hükümet sistemini, yani parlamenter temsili eleştirir. Ona göre egemenlik temsil edilemez, doğrudan doğruya halk tarafından kullanılmalıdır. Mülk sahiplerinin oligarşik parlamentosunu kutsal ve değiştirilemez bir kurum ilan eden Locke'un tersine, Rousseau şöyle der; "Egemenlik nasıl devir ve teslim edilemezse, yine aynı nedenlerle temsil de edilemez. ... Halkın vekilleri halkın temsilcileri değildirler ve olamazlar da. Onlar sadece halkın memurları olabilirler. Kendi başlarına bağlayıcı karar alamazlar Halkın bizzat kendisinin onaylamadığı kanunlar hükümsüzdür. Yani asla kanun sayılamazlar. İngiliz halkı kendisini özgür sanıyor ama kökten yanılıyor. Onlar ancak Parlamento üyelerini seçerken özgürdürler, seçim tamamlanır tamamlanmaz kölelik durumuna geri dönerler; bir hiç olurlar."28

Rousseau'nun ortaya koyduğu bu iki can alıcı tez, yani egemenlik devredilemez (hükümet halkın görevlendirdiği bir kuruldan ibarettir) tezi ile egemenlik temsil edilemez (halkın kendi kendini yönetmesi) tezi, Colletti'ye göre, "sivil 'toplum' ile sivil 'hükümet', ya da 'sivil' toplum ile 'siyasal' toplum, toplum ile devlet şeklindeki bölünmeyi ortadan kaldırır" ve "doğal hukuk sözleşmeciliğinde ayrı ve bağımsız bir siyaset alanına devredilen iktidar ya da egemenliğin doğrudan doğruya toplum tarafından geri alınması'" anlamına gelir.29"

Yukarıda görüldüğü gibi özyönetimi (self-government) veya tam demokrasiyi tutarlı biçimde savunan Rousseau, her yurttaşın toplum işleriyle aktif biçimde ilgilenmesini öngörür. Eğer yurttaşlar yeterince aktif olmazlarsa, devlet yönetimine katılmazlarsa, bir başka deyişle, politikadan uzak dururlarsa özgür ve eşitlikçi bir varlık olarak toplum fiilen yok olur: "'Ne zaman ki bir kimse devlet işlerine ilişkin olarak 'beni ilgilendirmiyor' der, bilin ki devlet elden gitmiştir."30 Özel ve toplumsal yaşamın güçlükleri ve sorunları politikaya katılımı engellememelidir, çünkü "hakların ve özgürlüğün her şey demek olduğu yerde bütün zorluklar önemini yitirir."'31

Özgürlüğü mülkiyetin değil de eşitliğin bir fonksiyonu olarak görmek ve gerçekten de mülkiyeti bir değer olmaktan çıkarıp kötülük saymak; ve toplumu politikaya bütünüyle katılan eşit üyelerden oluşmuş kendi kendini yöneten bir varlık olarak görmek siyasal düşünce tarihinde gerçek birer dönüm noktası olduğu gibi dört başı mamur bir sınıfsız ve devletsiz toplum teorisinin yolunu da açmıştır.

Aydınlanmacı Eğitimin İlkeleri
Rousseau eşitlikçi ve Özgürlükçü siyasal teorisini "egemen otoriteye tanrısal hukukun onayını veren o kutsal dogmalardan bağımsız olarak, sadece aklın ışığıyla" oluşturduğunu açık bir dille vurgulamıştır."32" Rousseau'nun eğitim ve öğretim konusundaki görüşleri de aynı şekilde eşitlikçi, özgürlükçü ve akılcıdır. Eğitimin amacı çocuğun özgürlüğü ve mutluluğudur. Eğitim her çocuğun özgürlüğün keyfini çıkaracağı ve "çocuk olmaktan mutluluk duyacağı, çocukluğun oyunlarını, zevklerini, sevinçli içgüdülerini kana kana yaşayacağı" bir şekilde tasarımlanmalıdır.33

Eğitim öğrenciye özgürlük için ihtiyacı olan gücü kazandırmalı, ancak onun başkaları üzerinde iktidar kurmasına izin vermemelidir. Eğitim ne çocuğun başkalarının iradesine boyun eğmek zorunda kalacağı ne de başkalarını kendi iradesine boyun eğdirebileceği bir durumu sağlamalıdır. Başkalarına hükmetmek de kötüdür, başkalarına boyun eğmek de. İster efendi olarak, ister köle olarak başkalarına bağımlı olmak özgürlüğe aykırıdır ve "her türlü kötülüğün kaynağıdır'"."34"

Rousseau'ya göre. öğrencilerin "davranışlarına yön veren ilke asla itaatkârlık olmamalıdır, hareket noktaları sadece zorunluluk olmalıdır."35 Aynı şekilde, "çocuklar için faydalı tek alışkanlık zorunluluğa hiç güçlük çekmeden boyun eğmektir; büyükler için faydalı tek alışkanlık ise aklın yönetimine hiç güçlük çekmeden boyun eğmektir. Bunların dışındaki her alışkanlık kötüdür."36

Enternasyonalist Hümanizm
Rousseau'nun öngördüğü eğitim sistemi enternasyonalizm ve hümanizm ilkelerine dayalıdır. Rousseau eğitim sistemini nasıl oluşturduğunu açıklarken şöyle diyor: "Her ulusa değil de bir ulusa, her kesime değil de bir kesime özgü olan her şeyi yapay sayarak bîr yana bıraktım; her yaştan, her mevkiden, her ulustan herkeste ortak olan her şeyi insanlığa yaraşır sayarak benimsedim."37'

Rousseau çocuklara ister dünyevi-milliyetçi ister tanrısal olsun, her türlü dogmanın aşılanmasına karşı kesin uyarıda bulunur ve "ne insan otoritesine herhangi bir ödün veririz ne de kendi vatanımızın önyargılarına" diye vurguladıktan sonra "sadece aklın ışığını" izlemeyi önerir.38 Rousseau'da seçkinci kibirlilik ve emekçi halkı küçük görme gibi özelliklerden eser yoktur. Rousseau Emile'de şöyle der: "İnsan soyunu meydana getirenler sıradan halktır; halk özelliği taşımayanlar pek de hesaba alınacak ölçüde değillerdir. İnsan her kesimde aynı insandır; öyleyse saygıyı en çok hak edenler sayıca en çok olan kesimlerdir."39 Rousseau'ya göre eğitimsel seçkinciliğin sağlam bir gerekçesi de yoktur: "Eğer insanlığın bütün bilgileri, biri herkeste ortaklaşa bulunan bilgiler, öteki de sadece bilginlere özgü bilgiler olarak ikiye ayrılsaydı, sadece bilginlere özgü olan kısım bütün insanların paylaştığı kısımla karşılaştırıldığında küçük kalırdı."40

Emekçi halka saygı duymakla emeğin saygınlığını kabul etmek birbirinden ayrılmaz: "Toplum içinde, insan ya başkalarının sırtından geçinir, ya da çalışarak geçim masraflarının karşılığını ödemesi gerektiğini bilir; bu kuralın istisnası yoktur. ... "Toplumun her üyesi çalışmakla yükümlüdür; zengin veya fakir, zayıf ya da güçlü, her aylak bir hırsızdır.""41"

Çıkarcılığa Karşı
Rousseau faydacılığa hiçbir yakınlık duymaz. Kişisel çıkara dayalı olan faydacılık Rousseau'ya göre "bu dünyada cennetteymiş gibi yaşayan mutlu ve zengin kişiler için çok uygun bir felsefedir'.42

Rousseau'nun öngördüğü eğilim Locke'ta olduğu gibi servet avcılığına ve servet korumacılığına yönelik bir eğitim değildir. Zihinsel ve entellektüel eğitimle birlikte Rousseau öğrencilerden "onları zengin etmeyecek ama kaderin cilvelerinden koruyacak bir meslek edinmelerini" ister.43

Rousseau öğrencilerin eleştirel kişiler olmalarını ister. Öğrencileri "kamuoyunun basit bir kölesi"44 olmaktan kaçınmaya çağıran Rousseau, öğrencilerin "gerektiğinde kuralları çiğneyebilecek yapıda"45'' yetişmelerinin şart olduğunu belirtir.

Böylece aydınlanmanın iki büyük filozofunun temel görüşlerini kısaca ele almış olduk. Aydınlanma felsefesi içerisinde liberal akımı temsil eden Kant ile eşitlikçi devrimci demokrat akımı temsil eden Rousseau'nun aralarındaki farklılıklara rağmen despotizme, militarizme, dogmatizme ve milliyetçi önyargılara karşı özgürlük, barış, aydınlanma, enternasyonalist kardeşlik ve evrensellik düşüncesini kararlı olarak savunduklarını gördük. Rousseau'da ise aydınlanma felsefesinin derin bir eşitlikçi içerik kazandığını ve siyasal alanda da devlet düşüncesini aşan tutarlı bir özyönetim teorisi geliştirdiğini öğrendik. Şimdi aydınlanma devriminin Türkiye'deki izdüşümü olduğu iddia edilen Kemalizm'e geçebiliriz.

Kemalist İdeoloji
Bilindiği gibi Kemalizm veya öbür adıyla Atatürkçülük, 1920'lerde oluşup 1930'larda Türkiye'de kesin olarak hegemonyasını kuran bir ideolojidir. Günümüzde de anayasa, siyasi partiler yasası, milli eğitim yasası ve bütün diğer temel yasalarda yer alan hükümlerle genel idarenin, bütün siyasal partilerin, derneklerin, sendikaların, üniversitelerin, bütün öteki eğitim kurumlarının, öğrencilerin ve bütün yurttaşların uymak zorunda olduğu resmi doktrin olmaya devam ediyor.

1936 yılında tek parti rejiminin o sıralarda Vedat Nedim Tör'ün yönettiği Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından Türkiye'yi tanıtmak için bastırılan Fotoğraflarla Türkiye albümünde yer alan "Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine" başlıklı sunuş yazısında açık bir dille belirtildiği gibi "Kemalizm Türk Cumhuriyetinin ideolojik mezhebidir. Bu mezhebin cihanı telakki tarzı Avrupaîdir; fakat temeli Türktür."46 Dünyayı anlayış tarzı Avrupaî, temeli ise Türk olan bu ideolojik mezhebin "Altı Ok" diye adlandırılan ilkeleri, yine çok iyi bilindiği gibi. cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılıktır.

Milliyetçilik ve Anti-enternasyonalizm
Aydınlanma felsefesinin bütün halkları eşit ve kardeş sayan evrenselci ve enternasyonalist yaklaşımının aksine Kemalizmin en belirgin özelliği milliyetçiliğidir. Atatürk, "'Milletlerin hayat felsefesinin sürekli ve müthiş bir mücadele seklinde ortaya çıktığına" 47 inanır. Ona göre milletlerin birbiriyle sürekli mücadelesi yaşamın temel gerçeğidir ve bağımsız kalmak isteyen her millet çocuklarını ve gençlerini bu gerçeğe göre yetiştirmek, onlara "milli fikirleri tam bir vecd içinde her karşıt fikre karşı şiddetle ve fedakârca savunma zorunluluğunu telkin etmek'" zorundadır.48 Bu yüzden milli bir eğitim programının kabul edilip uygulanması mutlak bir zorunluluktur. Fikirleri doğal özelliklerimize aykırı '"yabancı" fikirler ve doğal özelliklerimize uygun "milli" fikirler olarak ikiye ayıran Atatürk ister doğudan ister batıdan gelsin bütün yabancı fikirlerden ve etkilerden uzak yerli bir kültürü savunur, "doğal özelliklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen her türlü etkiden uzak, milli ve tarihi karakterimize uygun bir kültür" çağrısında bulunur.49

Bir toplumun kendi etrafına aşılmaz çitler çekmesi, dünya halklarının ve farklı kültürlerin etkileşimini reddetmesi ve böylelikle insanlığın çağlar boyunca oluşturduğu ortak bilgi ve kültür hazinesinden kendini yoksun bırakması, felsefe ve teori alanında içe kapanması ve kavruklaşması anlamına gelen böylesi bir görüşün aydınlanmaya değil, kararmaya hizmet edeceği ve kendi halkını cahil bırakarak köle olarak kullanmayı amaçlayan despotlardan ve sömürücülerden başka hiç kimseye yaramayacağı açık olsa gerektir.

Atatürk'ün Birinci Eğitim Kongresi'nin açılışında yaptığı bu konuşmayı değerlendiren Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ise, "bu nutku ben maarifte milliyetçiliğin ilk beyannamesi telakki ediyorum" diyerek över. Onun değerlendirmesine göre, "Bu nutuk esas olarak millet bünyesini halde ve millet tarihini geçmişlerde görerek başka milletlerle mücadele edebilecek kudretle bir Türk gençliği yaratmayı gaye tayin ediyor."50 Eğitim ve öğretimin amacını başka milletlerle mücadele edecek bir gençlik yaratmak olarak görmek, militarist bir anlayıştır ve aydınlanma düşüncesine terstir.

"Üstün Millet"in Eğitimi
Atatürk'e göre dini, milli ve enternasyonal eğitim olmak üzere üç tür eğitim vardır ancak Türkiye'de milli eğilim verilecektir. "Eğitim kelimesi yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendine göre bir anlam çıkarır. Ayrıntıya girilirse eğitimin hedefleri, amaçları çeşitlenir. Örneğin dini eğitim, milli eğitim, beynelmilel eğitim... Bütün bu eğitimlerin hedef ve gayeleri başka başkadır. ... Yeni Türk Cumhuriyetinin yeni nesle vereceği eğitim, milli eğitimdir."51 İsmet İnönü de Muallimler Birliği'nde öğretmenlere seslenirken aynı görüşü tekrarlar: "Sizin vereceğiniz eğilim dini değil milli, beynelmilel değil millidir."52

Bu eğitim öğrencilere Türk milletinin bütün milletlerden üstün olduğu düşüncesini aşılayacaktır. Atatürk'ün sözleriyle. "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. ... Dünya yüzünde ondan daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlar tarihinde görülmemiştir."53 Atatürk aynı düşünceyi bir başka şekilde de vurgular: "Türk milleti kahramanlıkta olduğu kadar yetenek ve beceride de bütün milletlerden üstündür."54 Atatürk, Türklerin ırk açısından da üstün olduğu görüşündedir: "'Hakikatte Türkler Bizanslılardan hem daha medeni idiler, hem de ırki karakterleri onlardan yüksekti."55

Bu üstün millet anlayışı tek partinin önde gelen temsilcilerinden, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafından çarpıcı biçimde tekrarlanır: "... Çünkü bu Parti (CHP) bugüne kadar yaptıkları ile esasen efendi olan Türk Milletine mevkiini iade etti. Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da, düşman da dinlesin ki, bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır. Dünyanın en hür memleketindeyiz. Bunun adına Türkiye diyorlar."56

Enternasyonalizme ve evrenselliğe kesin karşı olmanın Kemalist ideolojinin vazgeçilmez bir öğesi olduğunu gösteren ilginç bir örnek, Atatürk'ün milletvekili adaylarında aradığı nitelikleri açıkladığı buyrultuda yer alan şu maddedir: "Mutlaka milliyetçi olacak, beynelmilel her akıma aleyhtar bulunacak, gerek Meclisteki hal, vaziyet, söz ve faaliyetinde ve gerek meslektaşları ile temaslarında daima bu bakış açısını takip edecektir."57

Bu anlayışa bağlı olarak öğretmenler ve öğretmenlerin görevi askeri terimlerle tanımlanır. Atatürk vatanın iki orduya ihtiyacı olduğunu söyler. Bunlardan "biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin istikbalini yoğuran irfan (kültür) ordusu"dur.58" Milletin geleceğini yoğuran kültür ordusu "ölen ve öldüren birinci orduya niçin öldürüp niçin öldüğünü öğreten" bir ordudur.59 Bu arada, Türk milletinin "doğuştan asker" olduğu görüşünün bir övünç kaynağı olduğunu, okul kitaplarından politikacıların konuşmalarına, medya yorumlarından kahve sohbetlerine kadar her yerde karşımıza çıkan bir özdeyiş niteliğini kazandığını anımsatmakla yetinelim.

Ulusların eşitliğinin ve kaynaşmasının reddi, halklar arasında hiyerarşi ve iktidar ilişkilerinin benimsenmesi ile ülke içinde toplumsal eşitliğin reddi, sınıflar, kesimler ve bireyler arasında sömürü, baskı ve iktidar ilişkilerinin benimsenmesi birbirinden ayrılmaz. Uluslar arasında hükmetme ilişkilerini savunanlar sınıfsal despotizmi ve bireyler arasında hükmetme ilişkilerini de savunurlar.

Büyük Sermayeye Bakış
Tarih halkçılık ilkesine devrimci demokrat bir yorum getiren, nüfusun büyük kesimini oluşturan yoksul köylülerin ve küçük mülk sahiplerinin çıkarlarını büyük mülk sahiplerine karşı savunan eşitlikçi akımların örneklerini veriyor. Buna karşılık Kemalizm halkçılık ilkesine tamamen kapitalist bir yorum getiriyor ve büyük mülk sahiplerini koruyor. Türkiye toplumunun sosyo-ekonomik sınıfsal tahlilini gayet net kavramlarla yapan, toplumu köylüler, ameleler, sanayiciler, orta tüccarlar, büyük tüccarlar, büyük arazi ve çiftlik sahipleri, büyük tüccarlar, büyük sermaye sahipleri şeklinde kategorilere ayıran Atatürk, kapsamlı tahlilinden hiçbir yorum gerektirmeyecek kadar açık şu sonuçları çıkarıyor:

"Köylünün karşısında kim tasavvur olunabilir? Büyük arazi ve çiftlik sahipleri. ..Efendiler, memlekette çok çiftlikler sahibi kimler vardır? Ne kadar çiftliği ve ne kadar arazisi vardır? Buraları insafla düşünelim. Kaç çiftlik sahibi vardır ve arazisinin genişliği nedir? Bir de Türkiye topraklarını düşünün. Efendiler bizim memleketimizde menfaatine zarar verilecek büyük arazi ve çiftlik sahibi adam yoktur. Olsa olsa onların arazisi diğer çiftçi ve köylülere nazaran daha büyükçe ve kendileri de daha hallicedirler. Bu nedenle onların çiftliklerini imha etmek, arazisini bölüştürmek yerine, köylülerin arazisini genişletmeliyiz. ... Sorarım efendiler, memleketimizde büyük sermaye sahibi, çok servet sahibi kaç kişi vardır ve bunların kaç parası vardır? ... Kapitalist olarak ortaya koyacağımız ve üzerlerine hücum edeceğimiz bunlar mıdır? Hayır efendiler. Bu memleket ve bu memleketin insanları daha çok zengin olmaya muhtaçtır ve bu hakkıdır. Bundan dolayı onların servetlerine göz dikmeyeceğiz ve belki orta tüccarları da onların seviyesine çıkaracağız ve hep beraber daha çok zengin olacağız. İsteriz ki efendiler memleketimizde çok ve çok milyonerler ve milyarderler olsun. O zengin insanlar başlı başına bu memlekete bankalar, demiryolları, fabrikalar, şirketler vb. sanayi müesseseleri kursunlar. Bizi yabancıların sermayesine muhtaç bırakmasınlar."60" Bundan dolayı onlara düşman olmak değil, onları daha çok zengin etmek bu memleketin gerçek menfaati gereğidir."61

Üniversitelere Direktif
Atatürk 1 Kasım 1937'de Millet Meclisi'nin beşinci dönem üçüncü toplanma yılını açış konuşmasında o sırada Kültür Vekâleti adını taşıyan Eğitim Bakanlığı'nın temel ideolojik görevini "memleket dâvalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesle yaşatacak fert ve kurumları yaratmak"62 olarak belirlemiştir. Milliyetçi ideoloji oluşturulmuş ve pekiştirilmişti; şimdi görev onu gelecek kuşaklara aktarmaktı. Bu ideolojiyi sürdürme ödevi, Atatürk'e göre, esas olarak üniversitelere düşüyordu: "İşaret ettiğim ilkeleri Türk gençliğinin dimağında ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde bulmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca vazifedir."63 Bir başka deyişle üniversitelerin görevi Atatürk'ün "büyük Türk milletinin dinamik ideali"64 olarak tanımladığı Kemalist ideolojiyi yeniden üretmekti.

Üniversiteleri düşünce ve bilim özgürlüğünün yaşandığı, aklın ilkeleri ışığında her türlü araştırmanın yapıldığı, var olan her şeyin serbestçe irdelenebildiği, eleştirel ruhun canlı tutulduğu, toplumun ve devletin aklın mahkemesinde yargılanabildiği araştırma ve öğrenim merkezleri sayan aydınlanma felsefesinin yerine, onları tek bir ideolojinin yeniden üretimiyle görevli, eleştiri ruhundan yoksun, resmi doktrini aşılama ve yayma merkezi olarak gören bir anlayış egemen olunca sonuç ister istemez günümüzün çok şikâyet edilen YÖK sistemi olur. Ne var ki YÖK sisteminden yakınan birçok kişinin sonuçta bu kurumu üreten ideolojik anlayışı ve geleneği eleştirel bir gözle irdelemekten kaçınması ve hatta savunması insanı gerçekten şaşırtıyor ve üzüyor.

Unutmayalım ki. İstanbul Darülfününu'nu kaldıran ve yerine İstanbul Üniversitesi'ni kuran 31 Mayıs 1933 tarihli 2252 sayılı yasanın kabulünden sonra zamanın Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip şunları yazmıştı: "Yeni Üniversitelerin en esaslı niteliği, milliliği ve inkılapçılığıdır. Milli tarih için yeni bölümler kurulmuştur. Türk inkılabının ideolojisini Üniversite yapacaktır. O, inkılap ile aşk ve iman kürsüsü olacaktır."65 İnsan kendini şu soruları sormaktan alamıyor: İman kürsüsü olmak ile üniversite olmak, aydınlanma merkezi olmak bağdaşır mı? İmanın egemen olduğu yerde özgür düşünce olur mu? Asıl özelliği milliyetçilik olan bir kurumda evrensel düşünce ve akımlara, eşitlik ve özgürlük felsefelerine yer kalır mı? Türk ırkının üstünlüğünü ve bütün uygarlıklara Türk uygarlığının beşiklik ettiğini savunan meşhur "Türk tarih tezi" efsanesini aşılamak üzere özel bölümlerin kurulmasının övünç kaynağı olduğu bir kurumda özgür bilimin yapılabileceğini düşünmek ne ölçüde gerçekçidir?

Sınırlı ve İkircikli Laiklik
Tek parti yönetimi devrinde ülkemizde aydınlanmanın gerçekleştiğini iddia edenlerin tezlerini savunmak üzere öne sürdükleri önemli kanıtlardan birinin laiklik doğrultusunda atılan adımlar olduğunu yazının girişinde belirtmiştim. Halifeliğin kaldırılması. Şer'iye ve Evkaf Vekâleti'nin (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığımın) kaldırılması, ona bağlı dini mahkemelerinin kaldırılması ve medreselerin kapatılması, bütün okulların Eğitim Bakanlığına bağlanması, okullardan din dersinin adım adım kaldırılması, dinin okul sisteminin dışına çıkarılması, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması, devlet dini maddesinin anayasadan çıkarılması ve sonunda laiklik ilkesinin anayasal bir ilke yapılması kuşkusuz önemli ve olumlu adımlardı.

Ne var ki bu adımlar aydınlanma felsefesinin öngördüğü doğrultuda din ve devlet işlerinin birbirinden kesin ayrılmasıyla tamamlanmadı. 1924 yılında halka devletçe onaylanmış "doğru" İslamı öğretmek üzere dini inanç ve ibadet konusunda tek yetkili kurum olarak devlet teşkilatının içinde Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Dolayısıyla din ve devlet işleri tutarlı bir laikliğin gerektirdiği şekilde ayrılmadı; devlet kontrolündeki bir din, daha doğrusu bir dinin bir mezhebi (Sünni Hanefi İslam), çeşitli din ve mezheplere inanan ve hiç bir din ve mezhebe inanmayan bütün yurttaşların vergileriyle bütün vicdanlara dayatılan ayrıcalıklı bir statüye sahip olmaya kesintisiz olarak devam etti.

1940'lann ikinci yarısından itibaren din dersinin yine adım adım okul sisteminin içine sokulmasını, alanının gitgide genişletilmesini ve zorunlu hale getirilmesini yaşadık. Diyanet İşleri Başkanlığı 1961 anayasasıyla anayasal bir kurum haline getirildi, adım adım büyütüldü ve 12 Eylül darbesinden sonra dayatılan 1982 anayasasıyla da bugünkü olağanüstü boyutlara ulaştı. Devletin ve dinin bu iç içeliği vaktiyle sosyalist ve demokratik akımlara karşı dini düşünceyi ve akımları sistemli olarak destekleyen devletin yönetici kurumlarını bile korkutacak sorunlara yol açtı. Ancak aydınlanmacı bir laikliğin gereklerini (yukarıda Kant'ın laiklikle ilgili görüşlerinin özetlendiği bölüme bakınız) yerine getirmekten kaçınıldığı sürece dinci gericiliğin bir şekilde etkisizleştirileceğini sanmak tehlikeli bir yanılgıdır.

Köy Enstitüleri
Tek parti döneminin aydınlanmacılığına kanıt olarak gösterilen bir başka olgu Köy Enstitüleri girişimidir. Köy Enstitüleri bilindiği gibi 17 Nisan 1940'ta çıkarılan 3803 sayılı kanunla köy Öğretmenleri yetiştirmek üzere kurulmuştu. Köy Enstitülerine alınacak öğrenciler köy ilkokullarını bitiren köylü çocukları arasından seçiliyordu. Enstitüde beş yıllık eğitimi tamamlayan mezunlar köylerde 20 yıl süreyle öğretmenlik yapacaklardı. Köylerde 20 yıllık mecburi hizmeti tamamlamaktan kaçınanlar bir daha devlet memuru olamayacaklar ve tazminat ödeyeceklerdi. Kanuna göre köyün okul binasının ve öğretmen evlerinin inşaatı ve bakımı köylüler tarafından yapılacaktı. 18 ile 50 yaş arası her köylü yılda 20 gün Enstitü'nün yapım, bakım ve onaran işlerinde çalışmakla yükümlüydü.66

Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'e göre, kanun gücüyle hem köylülere hem de öğrencilere getirilen bu ağır yükümlülükler, ülkede çok düşük olan okuma yazma oranını hızla yükseltmek için zorunluydu.

Temel Amaç Yücel, Köy Okulları ve Enstitülerini Teşkilatlandırma Kanunu tasarısının Millet Meclisi genel kurulunda görüşülmesi sırasında kanunun dayandığı temel esasın "Köylü çocuklarının köyler içinde kalması"67 olduğunu açıkladı. Köylü çocuklarının köyde kalması, şehre akın etmelerinin engellenmesi, '"köyden şehre akının bizde başlamamasına çalışılması esası"nın "68" ilericilikle ne ölçüde bağdaştığının düşünülmesi gerektiğini belirterek Köy Enstitüleri Yönetmeliğinin Köy Enstitülerinin genel siyasal ve ideolojik amaçlarını belirleyen ilgili maddelerine geçiyorum.

Yönetmeliğe göre, 1} "Öğrenciler cumhuriyetçi ve milli duyguları tam olarak yetişeceklerdir"; Enstitülerden mezun olunca 2) "Köy öğretmenleri , milli ülkü ve maksatları köyde gerçekleştirmeye hizmet edeceklerdir"; ve 3) "Köy öğretmenleri, muhtelif meslek ve zümrelerden teşekkül etmiş olan Türk Milletini bir bütün olarak sayacak, onun kalkınmasında, ilerlemesinde kültür adamı sıfatıyla çalışacaktır".'69"

Korporatist kapitalist tek parti devletinin emrinde milliyetçi asker-öğretmenler yetiştirme amacı galiba bundan daha güzel biçimde ifade edilemezdi. Gerçekten de köy enstitülerinde milliyetçi endoktrinasyon çok güçlüydü. Solculukla suçlanan bir öğrencinin az kalsın diğer öğrenciler tarafından linç edildiği bir olayı anlatan Düziçi Köy Enstitüsü mezunu emekli öğretmen Mahmut Mazı şu yargıda bulunuyor; "Köy Enstitüleri'nde milliyetçilik duygulan çok aşırıydı."'70"

Kimi Köy Enstitülerinin öğretim kadrosunda tek parti rejiminin assimile edip kendi saflarına kazanmak amacıyla çalıştırdığı bir kısım sol eğilimli aydının bulunması, onların etkisiyle kimi öğrencilerin ilerici ve aydın bir eğilimi benimsemeleri, İkinci Dünya Savaşı sonrasında hakim sınıflar içinde CHP, DP ve CHP içinde çeşitli hizip ve gruplar şeklinde meydana gelen bölünme, komünist avcılığının hız kazandığı dönemin anti-komünist ve anti-Sovyet atmosferi içinde Milli Şef İsmet İnönü'yü bile komünistlikle suçlayan en gerici faşist çevrelerin her taşın altında komünist bulması, angaryadan bunalan köylülerin tepkisi ve bu tepkiyi sömürüp oy kazanma girişimleri gibi karmaşık nedenlerle Köy Enstitülerinin bizzat CHP hükümetleri tarafından kökten budanıp DP tarafından fiilen sona erdirilmesi, ayrıca Köy Enstitüsü kökenli bir kısım öğretmenin daha sonraları ilerici ve demokrat öğretmen hareketine katılmış olması Köy Enstitüleri girişiminin temel amaç ve uygulamalarını eleştirel yaklaşımdan uzak bir biçimde gözden kaçırma ve idealize etmeye gerekçe olmamalıdır.

Şeflik Sistemi
Kahramanlara tapınma ya da liderin tanrılaştırılması Kemalist ideolojinin ayırt edici bir özelliğidir. Atatürk'e göre, "kutsanmaya layık ancak insan toplumunun başkanı olan kimsedir."71' Atatürk'ün aynı doğrultuda bir tanımlamasıyla, "Kumandan, yaratan demektir."72 Atatürk'ün düşüncesine göre, üstlerine, kumandanlarına mutlak bağlılık Türklerin eşsiz bir erdemidir: "Türkün bir büyüğüne, kumandanına bağlılığı dünya yüzünde emsalsizdir."73 Atatürkçü anlayışta Atatürk liderlerin lideridir, en üstün liderdir. Cumhuriyet Halk Partisi'nin 1938'de yapılan Olağanüstü Kongresi'nde resmen karara bağlandığı gibi, Atatürk "Ebedi Şef", İsmet İnönü ise "Milli Şef"tir. Hasan Âli Yücel sayısız söylev ve demecinde şeflik ilkesini vurgulamış, lidere kayıtsız şartsız itaat görüşünü halka ve öğrencilere aşılamak için her fırsatı kullanmıştır. Ona göre Lider, Türk milletinin bilinci ve iradesidir. Daha bakanlık görevine başlarken yayımladığı mesajda "İrfanımıza, kuvvetli hamlelerle yeni bir hayat veren Atatürk'ün ve Büyük Türk Milletinin şuur ve iradesini temsil eden Milli Şefin direktiflerine uyarak Cumhuriyet Halk Partisinin kültür meselelerinde tespit ettiği prensiplere, hükümet programımızda yazılı esaslara dayanarak"74 görev yapacağını duyurmuştur.

Yücel'e göre, Atatürk, yani, "Ebedi Şef, aynı zamanda Türklerin ebedi başöğretmenidir." '75' Yücel, Atatürk'ün ardılı olan İnönü'yü ise ''Cumhuriyet devrinin büyük yapıcı iradesi olan Milli Şefimiz İsmet İnönü" olarak tanımlar.76 Yücel'in ilan ettiğine göre Milli Şefin emrinde çalışmak bir imandır: "Memleket işlerini, bütün yüksek emellerimizin yüce şahsında toplandığını görmekle bahtiyar olduğumuz Milli Şef İsmet İnönü'nün emrinde ve devrinde gerçekleştirmek ve başarmak, bizim için saadet verici bir gaye, bütün varlığımıza yayılmış bir imandır."77

Yücel'in sürekli tekrarladığı tanıma göre Atatürk, "Büyük Kurtarıcı, Ölümsüz Kahraman, Eşsiz İnsan Atatürk"tür ve "Atatürk'ün yıllar önce yaktığı kutsal meşale şimdi Sevgili Şefimiz, Büyük Başbuğumuz İnönü'nün elindedir. Gözlerimiz onun gözünde, can kulağımız onun sözünde, gönüllerimiz onun özündedir. İnönü Türk Milletinin başında, İnönü Türk Milletinin önündedir. Onun arkasından gidiyoruz, onun dediğini yapıyoruz, onun gösterdiği yoldan yürüyoruz. O bize doğruyu söylüyor; o bizi doğru yolda yürütüyor. ... tarihi ve milli vazifemizi onun emrinde yerine getiriyoruz. ... Her Türk, Türk Milletine düşen ve düşecek ödevin bir parçasını ödemek için ... Büyük Şefinin, İnönü'nün parmağına gözünü dikmelidir."78

Hasan Ali Yücel, kendince Türk okullarında Türk öğretmenleri tarafından verilen eğitimin kalitesini kanıtlamak için Hatice Altın adlı 14-15 yaşlarında bir öğrencinin yazdığı şiiri Meclis kürsüsünden gururla okur:

Atatürk Olmasaydı, İnönü Olmasaydı
Güneşimiz doğmazdı; Atatürk olmasaydı;
Yurtta bahar olmazdı; Atatürk olmasaydı.
Çiçekler deremezdik, sevince eremezdik;
Bugünü göremezdik; Atatürk olmasaydı.
Coşamaz taşamazdık, dik yarlar aşamazdık;
Bugünü yaşamazdık; Atatürk olmasaydı.
Düşmana salamazdık; intikam alamazdık;
Egemen kalamazdık; Atatürk olmasaydı.
Fabrika açamazdık, geceden kaçamazdık;
Işıklar saçamazdık; Atatürk olmasaydı.
Kaybettik yazık yazık, biz onu kalbe kazdık;
Teselli bulamazdık, İnönü olmasaydı.79


Şiiri okuyan Yücel konuşmasına şöyle devam eder: "Türk öğretmeni, elinden geldiği kadar, hatta kudretinin üstünde, memleket evlatlarını bu şimdi okuduğum ruhla yetiştirmek için gayret sarf etmektedir. Zaten bu yönde gayret sarf etmeyeni, yanlış yola sapanı gördük mü yakasına yapışıyoruz, okuldan dışarı atıyoruz.'80

Liderin yüceltilmesi gerçekten de sınır tanımıyor: "Atatürk hepimizindir. Atatürk ne muayyen insanların, ne muayyen zümrelerindir. Hatta Atatürk sade biz yaşayanların değil, şu anda doğmamış olan Türk çocuklarınındır da.""81' Yücel'in bu sözleri Millet Meclisi'nde bravo sesleriyle karşılanır.

Yücel'in Millet Meclisi'nde Köy Enstitüleri konusunda yapılan görüşmeler sırasında dile getirdiği aynı doğrultuda bir başka açıklaması da şudur: "Atatürk olmak güçtür. Biz onları [Köy Enstitülerinde okuyan öğrencileri] Atatürk'ün parçalan olmak üzere yetiştiriyoruz."82 Yücel'in bu sözleri de Meclis tarafından alkışlarla karşılanır.

Hasan Ali Yücel, Türk milli eğitim sisteminin ideolojik çerçevesini sözünü sakınmadan açık seçik bir dille ortaya koyar: "Bu mevzuda sağ veyahut sol temayüller bizim için başkalık ifade etmemektedir. Ciheti ve cepheleri her ne olursa olsun, Kemalizm dediğimiz ve Atatürk'e, onun koyduğu prensiplere bağladığımız inan sisteminin dışında her ne kalıyorsa bizim için zararlıdır. Bunlar, okul içine sokulmadığı gibi, memleket içine de sokmamak zaruretinde bulunduğumuz mahzurlu fikirlerdir."83 Bir ideolojik mezhebin, bir inanç sisteminin dışında kalan her düşünce ve akımı zararlı ilan etmenin, bu tek düşüncenin dışında kalan her görüş ve akımı yasaklamanın, tek bir ideoloji dışında hiç bir düşünceyi okullara ve ülkeye sokmamanın adı çok şey olabilir ama galiba aydınlanma olamaz.

Hasan Ali Yücel'den bu kadar alıntı vermemin nedeni, yukarıda da belirttiğim gibi, Kemalizmin Türkiye'de aydınlanmanın gerçekleşmesi demek olduğu görüşüne kanıt olarak genellikle onun izlediği politikanın ve yaptığı işlerin gösterilmesidir.

Karşılaştırma
Ne var ki, kutsal, değişmez ve gelecek kuşakları, "şu anda doğmamış olan Türk çocuklarını da" bağladığı ilan edilen bir inanç sistemine, bir ideolojik mezhebe bağlılık ile aydınlanmayı bağdaştırmak çok güçtür. Aynı şekilde, tek bir kişiye mutlak itaat, "İnsanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışı"nı "olgunlaşmamışlık" olarak, "ergin olmama durumu" olarak tanımlayan aydınlanma anlayışına aykırıdır.

Bir veya iki lideri tanrılaştırmak ve onların iradesini bir ulusun bütününe dayatmak, herkesi gözlerini devlet başkanının parmağına dikmeye teşvik etmek, aydınlanma felsefesine göre yok edilmesi gereken bağımlılık, kölelik ve olgunlaşmamışlığın açık göstergesidir.

Bir ulusun her bireyini tek bir kişinin, devlet başkanının '"parçası" ilan etmek ve eğitimin amacını "bir tek kişinin, devlet başkanının parçalarını yetiştirmek" olarak belirlemek. Özünde hümanist olan aydınlanma felsefesinin gerektirdiği insanlara saygı ilkesi ışığında tasavvur bile edilemez. Bir ulusu yüceltmek ve bütün diğer ulusları düşman sayıp onlara karşı güvensizliği salık vermek, tarihi milletlerin ezeli ve ebedi savaşı olarak yorumlamak, başka halkları hizmetçi ve köle olarak görmek aydınlanmanın enternasyonalizmi ve evrenselciliğiyle gerçekten bağdaştırılamaz.

Bir dogmaya mutlak bağlılığı kabul etmeyen öğretmenlerin yakasına yapışıp onları okuldan dışarı atmanın da aydınlanma filozoflarının hepsinin savunduğu akademik özgürlük ve düşünce özgürlüğü ilkesine kesin olarak ters düştüğünü bence kimse reddetmeyecektir.

Sonuç
Aydınlanma felsefesinin liberal ve devrimci demokrat akımlarını temsil eden iki büyük Filozofun görüşleri ile aydınlanmanın Türkiye'deki izdüşümü olduğu söylenen Kemalist tek parti rejiminin ideoloji ve uygulamalarını karşılaştırdık. Ülkemizdeki despotik uygulamalar ile aydınlanma felsefesi arasındaki uyumsuzluğu; aydınlanma, hümanizm, eşitlik, özgürlük, evrenselcilik ve enternasyonalizm kavramlarıyla Kemalist ideoloji ve politikalar arasındaki karşıtlığı gördük. Kant ve Rousseau'yu incelemek aydınlanma devriminin iki büyük akımı olan felsefi-siyasal liberalizm ve eşitlikçi devrimci demokrat akım ile Türkiye'deki uygulamalar arasındaki köklü bir açı farkı bulunduğunu ortaya koyuyor. Aydınlanma felsefesinin mirasçısı olan ve onu geliştirerek, aşarak sürdüren Marksist-sosyalist akıma hiç girmedik, çünkü Cumhuriyet tarihi boyunca egemenlerimizin Marksizme nasıl düşmanca yaklaştığını ve yaklaşmaya devam ettiğini biliyoruz. Öyleyse hem liberalizme, hem devrimci demokratizme, hem de bu akımları aşarak bir üst düzlemde sürdüren Marksizme karşıt bir ideolojiye aydınlanma payesini vermenin felsefi, siyasal ve pratik ciddi bir hata olduğunu teslim etmek gerekiyor.

Cumhuriyet gazetesinin yayımladığı Dünya Klasikleri serisini takip eden herkes, dizide felsefi-siyasal liberalizmin, eşitlikçi devrimci demokrasinin, sosyalizmin ve Marksizmin, diyalektik ve materyalist felsefenin temel eserlerine ne ölçüde yer verildiğini, tek parti rejiminin seriye neleri katıp neleri dışarıda bıraktığını değerlendirirse çok öğretici bir sonuca ulaşabileceğimize inanıyorum. Bu saydıklarıma yer vermeyen; aksine, idealist, obskürantist, spiritüalist, metafizik felsefeye, her türden anti-demokratizme dengesiz ağırlık veren bir sonuçla karşılaşmak belki kimileri için şaşırtıcı olur, ama böyle bir sonucu saptamış olmanın efsanelerden kurtulmak ve daha eleştirel, daha sağlıklı bir politik tutuma ulaşmak açısından kesin bir yarar sağlayacağı açıktır.84*

NOTLAR
1 'Aydınlanma Nedir?' Sorusuna Yanıt, Kant, Political Writings, ed. Hans Reiss, Cambridge University Press, Cambridge, New York and Victoria, 2nd enlarged edition, 1993, s. 55
2 Aynı eser, s. 54
3 Aynı eser, s. 54-55
4 Aynı eser, s. 57
5 'Bu Söylediğiniz Belki Teoride Doğrudur ama Pratikte İşe Yaramaz' Özdeyişi Üzerine, aynı eser, s. 74
6 Aynı yerde
7 Ahlâk Metafiziği, aynı eser, s. 151
8 Aynı eser, s. 231-232
9 Kozmopolit Amaçlı Bir Evrensel Tarih Düşüncesi, aynı eser, s. 51
10 Sürekli Barış: Felsefi Bir Deneme, aynı eser, s. 93-130 ve Ahlâk Metafiziği, aynı eser, s. 174
11 Aynı eser, s. 95
12 Eğitim Üzerine Konferanslar, aktaran Robert R. Rusk, The Doctrines of the Great Educators, MacMillan, Melbourne, London and Toronto, 1965, s. 313
13 Fragmente aus dem Nachlasse, aktaran, aynı eser, s. 206-207
14 Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Social Contract, Essays by Locke, Hume, and Rousseau, with an introduction by Sir Ernest Barker, Oxford University Press, Oxford, 1969, s. 217
15 J.J. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Say Yayınları, İstanbul, 1995, s. 178
16 Toplum Sözleşmesi, s. 260
17 Eşitsizliğin Kaynağı, s. 157
18 Toplum Sözleşmesi, s. 260
19 Aynı eser, s. 175
20 Aynı yerde
21 Aynı eser, s. 174
22 Eşitsizliğin Kaynağı, s. 156
23 Toplum Sözleşmesi, s. 190
24 Aynı eser, s. 264. Herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için Rousseau'nun terimlerini nasıl tanımladığını belirtmek uygun olur. Rousseau kuruluş sözleşmesiyle oluşan tüzel kişiliğe Cumhuriyet veya Siyasal Varlık adını verir ve şu açıklamayı yapar: "Üyeleri bu Cumhuriyete edilgen bir rol üstlendiği zaman Devlet, etkin bir rol üstlendiği zaman Egemen Halk, başka benzer varlıklarla karşılaştırıldığında Erk derler. Kurucu üyeleri açısından ele alındığında topluca Halk adını alır, onu meydana getiren bireylere egemen otoritede pay sahibi oldukları için Yurttaş, Devletin yasalarına uymakla yükümlü oldukları için Uyruk denir." (Aynı eser, s. 181-182)
25 Aynı eser, s. 263
26 Aynı eser, s. 266
27 J. Bronowski ve B. Mazlich, The Western Intellectual Tradition, Harper and Row, New York, 1975, s. 267
28 Toplum Sözleşmesi, s. 260
29 Lucio Colletti, From Rousseau to Lenin, New Left Books, London, 1972, s. 184
30 Toplum Sözleşmesi, s. 260
31 Aynı eser, s. 261
32 Eşitsizliğin Kaynağı, s. 177
33 Emile, Everyman, s. 43, aktaran, Rusk, a. g. e., s. 180
34 Aynı eser, s. 183
35 Aynı eser, s. 184
36 Aynı eser, s. 183
37 Emile, s. 217, aynı eser, s. 174
38 Aynı eser, s. 278, aynı eser, s. 199
39 Aktaran, John Viscount Morley, Rousseau and His Era, in two volumes, MacMillan and Co., London, 1923, vol. II, s. 226-227
40 Emile, Book I, aktaran Rusk, a. g. e., s. 162
41 Aynı eser, s. 158, aktaran, aynı eser, s.190
42 Dialogues III, O. C., I, 971, aktaran Jean Starobinski, Jean-Jacques Rousseau, Transparency and Obstruction, The University of Chicago Press, Chicago and London, 1988, s. 74
43 Emile, s. 159, aktaran, Rusk, s. 191
44 Aynı eser, s. 163, aktaran, aynı eser, s. 183
45 Aynı eser, s. 94, aktaran, aynı eser, s. 182
46 Aktaran Deniz Som, Vaziyet Köşesi, Cumhuriyet, 7 Temmuz 1998, s. 15. 1936 yılında faşist Hitler Almanyası'nda bastırılan Fotoğraflarla Türkiye albümünün, Deniz Som'un teklifi üzerine tıpkıbasımının yapılarak Türkiye Cumhuriyeti'nin 75. kuruluş yılı anısına Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü tarafından yeniden yayımlanacağını Genel Müdür Aydın Sezgin açıklamış bulunuyor. Deniz Som'un "Yaşasın cumhuriyet!" diyerek sevinçle karşıladığı bu bilgi için, bakınız, Cumhuriyet, 10 Temmuz 1998, s. 17
47 Atatürkçülük (Birinci Kitap) Atatürk'ün Görüş ve Düşünceleri, Genelkurmay Başkanlığınca hazırlanmıştır, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1988, s. 296. Alıntılar günümüz Türkçesine çevrilmiştir.
48 Aynı yerde
49 Aynı yerde
50 Hasan Ali Yücel, Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçler, T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1993, s. 118
51 Atatürkçülük (Birinci Kitap) , s. 290
52 Hasan Ali Yücel, Türkiye'de Orta Öğretim, T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1994, s. 25
53 Atatürkçülük (Birinci Kitap) , s. 48
54 Aynı eser, s. 50
55 Aynı eser, s. 226
56 "Ödemiş'te Nutuk", Hakimiyeti Milliye, 19 Eylül 1930
57 Atatürk, "Milletvekillerinde Aranılan Nitelikler Üzerine", aktaran, Taha Parla, Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP'nin Altı Ok'u, İletişim Yayınları, İstanbul, 1992, s. 225
58 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri I-III, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Türk tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989, II, s. 167
59 Aynı eser, s. 168
60 Ne var ki bu cümle yabancı sermayenin reddedildiği anlamına gelmiyor. Yine Atatürk'ün sözleriyle, "Benliğimize, varlığımıza hiçbir zarar vermeksizin dış sermaye memleketimize girebilir." Atatürkçülük (Birinci Kitap) , s. 442
61 Aynı eser, s. 96-98.
62 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri I-III, I, s. 419
63 Aynı yerde
64 Aynı yerde
65 Cavit Binbaşıoğlu, Türkiye'de Eğitim Bilimleri Tarihi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1995, s. 231 66 Köy Enstitüleri için bkz., aynı eser, s. 238-247 ve Necdet Sakaoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, İletişim Yayınları Cep Üniversitesi, İstanbul, 1992, s. 89-98
67 Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçler, s. 142
68 Aynı yerde
69 Nevzad Ayas, Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitimi: Kuruluşlar ve Tarihçeler, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1948, s. 338-339
70 Sakaoğlu, a. g. e., s. 95
71 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri I-III, III, s. 125
72 Atatürkçülük (Birinci Kitap) , s. 240
73 Aynı yerde
74 Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçler, s. 1
75 Aynı eser, s. 2
76 Aynı eser, s. 17
77 Aynı eser, s. 2
78 Aynı eser, s. 128-129
79 Aynı eser, s. 237. Şiir Millet Meclisi kürsünde okunduktan sonra İlk Öğretim dergisinde yayımlanmıştır.
80 Aynı yerde
81 Aynı eser, s. 236
82 Aynı eser, s. 274
83 Aynı eser, s. 235. Tabii despotik-sağcı bir dünya görüşünü ve siyaset felsefesini ortaya koyan bu kadar açıklamasından sonra Yücel'in "sağ ve sol temayüller bizim için başkalık ifade etmemektedir" sözünün havada kaldığı söylenebilir.
84 Kemalizmi bu kısa yazının sınırları dışında kapsamlı ve çok yönlü değerlendirmek için bu konuda öncü ve kapsayıcı çalışmalar yapan Taha Parla'nın eserlerine, özellikle Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye'de Korporatizm (İletişim Yayınları) ile Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt I, II, III 'e (İletişim Yayınları) bakılmalıdır.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 MHP PROGRAMI ÜZERİNE
 CUMHURİYET'İN 75. YILINDA
 MERKEZİN İNTİHARI