Bilindiği gibi, 29 Ekim 1998 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti 75. yaşını tamamlıyor. Cumhuriyetin 75. yılı, devletin öncülüğünde bankaların, holdinglerin, medya kuruluşlarının, DİSK ve Türk-İş dahil "sivil toplum örgütleri"nin katılımıyla kutlanıyor. Kutlamalar, mevcut rejimin propagandasını esas alan uzatmalı ve yoğun bir kampanyaya dönüştü. Toplumsal gerçeklerimizin üzerini örtmek, beyinlere kakılan çeşitli efsanelerle insanlarımızı zincirlerinden memnun uysal köleler durumunda tutmak amacını taşıyan bu propaganda kampanyasının dağdağasına kapılmadan Cumhuriyetin 75 yılını işçi sınıfının bakış açısından, siyasal bilincin duruluğuyla değerlendirmek gerekiyor.
Cumhuriyet, yine bilindiği gibi, egemenliğin kayıtsız şartsız halka/ulusa ait olmasıdır. Cumhuriyetle egemenliğin kaynağı değişir. Egemenlik göklerden alınıp dünyaya indirilir, Tanrı'dan topluma devredilir. Kutsallıktan arınıp insan işi olur. Tanrı adına iş gören, Tanrı'nın vekili olan bir kişi, aile ya da zümreden koparılarak şu ya da bu şekilde topluma verilir. Devleti yönetenler, meşruiyetlerini Tanrı'dan değil, halktan/ulustan alırlar.
Bu açıdan, 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanması, 1921 Anayasası'yla "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesinin kabul edilmesi, 1 Kasım 1922'de saltanatla halifeliğin birbirinden ayrılarak padişahlığa son verilmesi, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in ilan edilmesi ve 3 Mart 1924'te halifeliğin kaldırılması aşamalarını içeren süreç, kuşkusuz, olumlu ve ilerici bir süreçtir.
Ne var ki, egemenliğin göklerden dünyaya, Tanrı'dan topluma indirilmesiyle iş bitmez. Bu egemenlik Hobbes'ta olduğu gibi, tek bir yöneticiye koşulsuz olarak devredilebilir. Locke'ta olduğu gibi, mülk sahiplerinden oluşan oligarşik bir parlamentoya koşullu olarak devredilebilir. Rousseau'da ve Marks'ta olduğu gibi, toplumdan ayrı, onun üzerinde yer alan bir siyasal iktidara devredilmeden bütün siyasal süreç boyunca halkın elinde kalabilir. Hobbes esas alındığında, faşist ve despotik siyasal rejimlere; Locke esas alındığında, iktidarın fiilen kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin elinde bulunduğu burjuva parlamenter rejimlere; Rousseau ve Marks esas alındığında, iktidarın emekçi kitlelerin elinde bulunduğu özyönetimli sistemlere varılır. Demek ki, siyasal sistem olarak cumhuriyeti benimsemekle yetinemeyiz; "nasıl bir cumhuriyet?" sorusunu da yanıtlamamız gerekir.
Siyasal Sistem
İşte bu yüzden, Türkiye işçi sınıfının siyasal örgütü Türkiye Komünist Partisi, daha 10 Eylül 1920'de kabul ettiği programında, "işçi halk[ın] müstebit [despotik] hükümdar ve memurların zulmü altında ezildiği" mutlak yönetimlere ve "idare[nin] parlamentarizm ve halkçılık namı altında, ...imtiyazlı sermayedarlar sınıfının" elinde bulunduğu meşruti hükümetlere kesinlikle karşı olduğunu belirtmekle kalmaz, nasıl bir cumhuriyet sorusuna da yanıt vererek "emek sarf etmeksizin yaşayan tufeylî [asalak] sınıflar hariç olmak üzere, halkın çokluğunu etrafında toplayan" ve "halkçılığın en yüksek bir şekli olan amele ve rençber şûrâlar cumhuriyetinin tesisi yolunda" çalıştığını ilan eder.1 Kısacası, hedefinin herhangi bir cumhuriyet değil, demokrasinin en yüksek şekli olan işçi ve köylü meclisleri cumhuriyeti olduğunu vurgular.
Çağdaş Türkiye'nin 75 yılı boyunca siyasal rejim, bırakın egemenliğin emekçi kitleler elinde bulunduğu bir işçi ve köylü cumhuriyetini, demokratik parlamenter bir sistem bile olmamıştır. 1946 yılına kadar ülke tek şef, tek parti ilkesine dayanan despotik rejimle yönetilmiştir. TKP'nin 1926 yılında kabul ettiği ikinci programına göre, "milli burjuvazinin ve büyük emlak ve arazi sahiplerinin hakimiyeti"ni temsil eden, "milli kurtuluş devriminin ... kazanımlarını bir yeni Türk burjuvazisinin hakimiyetine ve zenginleşmesine bir temel haline getirmeye koyulan" Halk Partisi'nin mutlak iktidarı, "halk aleyhtarı mahiyet" taşıyor, "emperyalizm ile uzlaşmaya doğru başkalaşım" geçiriyor, "işçi ve köylülerin sınıf mücadelesini bastırmak hususunda gerici teşebbüsler"de bulunuyordu.2
Bu çerçevede, Türkiye Komünist Partisi daha Cumhuriyet ilan edilmeden 12 Eylül 1922'de yasaklanmış, bu yasak günümüze kadar aralıksız sürmüştür. 1946 yılında çok partili rejime geçildiğinde Türkiye Komünist Partisi'yle bağlantılı Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ile Türkiye Sosyalist Partisi hemen kapatılmış; meydan, başkanlığını tek parti rejiminin başbakanlarından Celal Bayar'ın yaptığı sağcı-muhafazakâr Demokrat Parti'ye bırakılmıştır. Siyasal sistem tıpkı tek parti yönetimi döneminde olduğu gibi komünistlere ve sola sımsıkı kapalı tutulmuştur. 75 yıl boyunca sosyalizmin Parlamento'da temsil edildiği tek dönem 1965-1971 yılları arasındaki dönem olmuştur. Bu dönemde Meclis'e giren Türkiye İşçi Partisi 12 Mart 1971 askeri rejimi sırasında kapatılmıştır. 12 Eylül 1980 faşizmi işçi sınıfı ideolojisini benimseyen veya bu ideolojiye yakınlık duyan her örgütü ve akımı yasaklamıştır. 12 Eylül diktatörlüğünün dayattığı anayasanın ve diğer temel yasaların hâlâ yürürlükte olduğu günümüzde de siyasal rejim, aynı şekilde, anti-komünist ve anti-demokratik bir zenginler oligarşisi olmaya devam ediyor. Yıllardır parti başkanlığı, ana muhalefet partisi liderliği, bakanlık ve başbakanlık yapan, günümüzün Başbakanı Mesut Yılmaz gibi çok yetkili bir tanığın ifadesiyle, "Türkiye mafya cumhuriyetine dönüşmüştür. Bu olayların içinde siyasiler, devlet görevlileri ve mafya vardır" ve Türkiye burjuvazisinin kaymak tabakasını biraraya getiren TÜSİAD üyelerinin "büyük kısmı ihale almak için çetelerle işbirliği yapmıştır".3
Başbakan'ın bu tanıklığından da anlaşılabileceği gibi, cumhuriyet vardır, cumhuriyet vardır. Demek oluyor ki, günümüzün koşullarında tanımlamasız bir cumhuriyet hayranlığı kendi başına bir erdem sayılmaz. İnsan, "yaşasın cumhuriyet" diye bağırırken kendini mafyayla içli dışlı, çürümüş bir oligarşi düzeninin savunucusu olarak bulabilir.
Sosyo-Ekonomik Politika
75 yılın ekonomik politikasını incelediğimizde, ekonomik kaynakların sistemli biçimde bir azınlığın hizmetine sunulduğunu, kamu kaynaklarının yağmalanması temelinde "devlet eliyle burjuvazi yaratma" politikası güdüldüğünü görüyoruz.
Daha 1923 yılında Mustafa Kemal Paşa sosyal ve ekonomik hedefini şöyle ilan ediyordu: "İsteriz ki, efendiler memleketimizde çok ve çok milyonerler ve milyarderler olsun. O zengin insanlar başlı başına bu memlekete bankalar, demiryolları, fabrikalar, şirketler vb. sanayi müesseseleri kursunlar."4
1950'lerde Celal Bayar ve Adnan Menderes'in en ünlü sloganlarından biri "her mahallede bir milyoner yaratacağız" oldu. 1980'lerde Turgut Özal, aynı tercihi "ben zenginleri severim" sloganıyla dile getirdi.
İnönü'den Demirel'e, Kenan Evren'den Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz'a kadar her dönemde, "devlet erkânı"nın akraba ve dost çevresinden başlayarak yeni zenginlerin yaratıldığını, büyük zenginlerin servetlerinin katlandığını sağır sultan bile biliyor.
Vehbi Koç'tan Sabancı'ya, Eczacıbaşı'ndan Karamehmetler'e, Cavit Çağlar'dan Sönmez'e, Hüsnü Özyeğin'den Cıngıllıoğlu'na, Toprak'tan Ceylan'lara, Erol Aksoy'dan Aydın Doğan'a, Dinç Bilgin'den Süzer'lere, Enver Ören'den Fethullah Gülen'e... banka ve holding sahibi iş adamlarımızın yükseliş hikâyelerine bakıldığında bu kapitalist politikanın 75 yıl boyunca nasıl şaşmaz bir kararlılıkla uygulandığını görmemek mümkün değildir.
Devlet destekli bu sermaye birikimi politikası işçi ve emekçi sınıfların her yönden baskı altına alınmasını gerektiriyordu. 1923'ten 1963'e kadar 40 yıl boyunca işçi sınıfının grev hakkı düpedüz yok sayıldı ve greve kalkışan herkes ağır biçimde cezalandırıldı. 1945 yılına kadar "sınıf fikirlerini yayma ve sınıf kavgası amacı ile cemiyet kurmak" yasaktı. Bu yasak kaldırıldığında kurulan bağımsız sendikalar Aralık 1946'da kapatıldı ve yöneticileri ağır hapis cezasına çarptırıldı. Böylece, "komünistlerin yıkıcı etkisinden kurtarılan" sendikalar CİA ajanı uzmanların yardımıyla "ılımlı" bir rotaya sokuldu. 1967 yılında kurulup sınıf ve kitle sendikacılığını ilke edinen DİSK, sürekli baskılara uğradı. Kurucu başkanı Kemal Türkler öldürüldü. 12 Eylül faşizminin ilk işi DİSK'i kapatmak oldu.
İşçi sınıfı bugün hâlâ çok çeşitli yasaklarla karşı karşıya bulunuyor. Bankacılık, enerji (su, elektrik, havagazı vb.), toplu taşıma, eğitim ve öğretim işkollarında, hastanelerde, Milli Savunma Bakanlığı ile Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı'na bağlı işyerlerinde, petrol rafinelerinde, "memur" olarak tanımlanan kamu emekçilerinin hizmet alanlarında vb. grev yapmak yasaktır. Bu yasak sınırlarına girmeyen işkollarında bile sendikalaşma çalışmaları işten atılma dahil çok çeşitli baskıları göze almayı gerektirmektedir. Düşük ücret, sendikasız ve sigortasız çalıştırma, kötü ve sağlıksız çalışma koşulları, kadın ve çocuk emeğinin insafsız biçimde sömürülmesi 75 yıl boyunca sermaye birikiminin temelini oluşturdu.
Emekçi köylü kitleleri de aynı kapitalist politikanın kurbanı oldu. Cumhuriyetin temeli olarak halkçılık ilkesi etrafında inanılmaz bir efsane yaratıldığı halde, köylüleri büyük toprak sahiplerinin sömürü ve zulmünden kurtaracak bir toprak devrimi ya da köklü bir toprak reformu en başından reddedildi. "Efendiler, bizim memleketimizde menfaatine zarar verilecek büyük arazi ve çiftlik sahibi adam yoktur" iddiası öne sürüldü. Bu gerekçeyle, "onların [toprak beylerinin] çiftliklerini imha etmek, arazisini bölüştürmek" insafsızlık olarak değerlendirildi.5 Cumhuriyet tarihinin her kritik noktasında köylüye toprak politikasını geri çeviren sistem, büyük toprak sahiplerini adım adım kapitalistleştirme ve böylece güçlerine güç katma politikasını uyguladı.
İşçi ve köylü kitlelerinin menfaatine aykırı ekonomi politikasının semirttiği yerli burjuvazi ve büyük toprak sahipleri adım adım emperyalizmle işbirliğini geliştirdi. Bu ilişki temeli üzerinde Türkiye emperyalist-kapitalist sisteme bağımlı bir ülke konumunda kaldı. Yerli ve yabancı sermayenin ortaklığına dayalı tekeller düzeni Türkiye'yi dünyanın en adaletsiz gelir dağılımına sahip ülkelerinden biri durumuna getirdi. Bizzat Başbakan Mesut Yılmaz'ın yaptığı açıklamaya göre, bugün "nüfusun en üst yüzde 1'i milli gelirin yüzde 17'sini, yüzde 20'si ise yüzde 55'ini alıyor".6 Bu toplumsal adaletsizlik ortamında küçük bir azınlık lüks içinde yüzerken halkın büyük çoğunluğu zorunlu ihtiyaç maddelerini bile bulmakta zorlanıyor. Resmi istatistiklere göre, milyonlarca insan işsiz bulunuyor. Türkiye'de 10 milyon yetişkin okuma-yazma bilmiyor. Okula başlama yaşı geldiği halde okula gönderilmeyen kız çocuklarının oranı yüzde 29 gibi yüksek bir rakamla İran, Irak, Birleşik Arap Emirlikleri ve Cezayir'den daha geri durumda bulunuyor. 25 yaşın üstündekilerin okula devam ettiği ortalama süre ise hâlâ 3.5 yıl düzeyinde seyrediyor.7
Toplumsal adalet çizgisine bu kadar aykırı bir sosyo-ekonomik politikanın, yine en baştan, "İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütleyiz" sloganıyla yürütülmüş ve hâlâ yürütülmekte olması ise ayrıca incelenmesi gereken bir fenomendir.
Şovenizm
Demokratik cumhuriyet halklar arasında hiyerarşiyi reddeder, ulusların eşitliğini tanır. Ulusların eşitliğini inkâr eden, bir ulusa ayrıcalık tanıyan, halkların ulusal eşitlik temelinde dostça kaynaşmasını reddeden assimilasyoncu-şovenist yaklaşımların demokratik cumhuriyet kavramına ters düştüğü açıktır. Bu açıdan 75 yılın bilançosuna bakıldığında "üstün millet" psikozunun toplum yaşamını ne kadar derinden zehirlediğini görmemek mümkün değildir.
"Sermayedarlık münasebetinden doğan her türlü savaşa ve boğazlaşmaya son vermek ve bu suretle insanlık alemini barış ve selâmete erdirmek maksadını takip" eden Türkiye Komünist Partisi, 1920 programında "dinlerin ve milliyetlerin insanlar arasında nefret ve düşmanlık doğuran hurafelerine karşı mücadeleyi bir görev" bildiğini vurgulamış ve halkların dostluğunu sağlamak için şöyle ilan etmiştir:
"Türkiye Komünist Partisi, muhtelif milletlere mensup inkılapçı amele ve rençber sınıfları arasındaki eski düşmanlıkları kaldırmak için aşağıdaki en kesin çarelere girişir:
a- Dil ve kültür açısından her milletin tam hürriyetini temin ve bu itibarla bir veya diğer milllete mahsus olan her türlü imtiyazları kaldırır.
b- TKP, hükümet teşkilatında çeşitli milletlere mensup amele rençber şûrâlar cumhuriyeti teşkilini kabul ve 'hür milletlerin hür birliği' esasında olmak üzere, federasyon usulünü tercih eder.
c- Parti, amele ve rençber sınıfları da tamamen ayrı ve müstakil yaşamak cereyanlarına kapılmış olan milletlerin arasında kanlı kavgalar çıkmasına yer vermemek için bu gibi meselelerin 'plebisit' usulüyle: umumi reye müracaatla çözülmesine ön ayak olur."8
Her türlü ulusal ayrıcalığı reddetmek, her ulusun dil ve kültür özgürlüğünü eksiksiz tanımak, özgür ulusların özgür birliği esasına dayalı federasyon usulüne açık olmak, kanlı ulusal kavgalara yol açmamak üzere kendi kaderini tayin hakkını tanımak gibi temel demokratik ilkeler 75 yıl boyunca asla benimsenmemiş, aksine düşmanca karşılanmıştır. Daha 5 Mayıs 1925 tarihinde dönemin Başbakanı İsmet İnönü, Muallimler Birliği'nde verdiği söylevde şöyle demişti:
"Bütün bu topraklara Türk mahiyetini veren bir Türk var, fakat bu millet henüz istediğimiz yekpâre millet manzarasını göstermiyor. Eğer bu nesil şuurla, ilmin ve hayatın rehberliğiyle ciddi olarak, bütün ömrünü vakfederek çalışırsa siyasi Türk milleti kültürel, fikri ve sosyal tam ve olgun bir Türk milleti olabilir. Bu yekpâre milliyet içinde yabancı kültürler hep erimelidir. Bu milliyet kütlesi içinde ayrı medeniyetler olamaz. Dünya üzerinde her millet mutlaka bir medeniyet temsil eder. Kendilerini Türk milletinin medeniyetinden başka camialarına bağlı görenlere işte açıkça teklif ediyoruz: Türk milletiyle beraber olsunlar, fakat alaşım halinde değil, 'konfedere' olmuş medeniyetler halinde değil, bir tek medeniyet halinde. Bu vatan işte tek olan bu milletin ve bu milliyetindir."9
19 Eylül 1930 tarihinde dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt şöyle konuşmuştu: "Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da, düşman da dinlesin ki, bu memleketin efendisi Türktür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır."10
Şükrü Saraçoğlu hükümetinin 5 Ağustos 1942 tarihinde Millet Meclisinde okunan programında açık bir dille şöyle söylenmişti: "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lâakal [en az] o kadar vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız."11
Hitler faşizminin ırkçı anlayışını dile getiren "Deutschland, Deutschland über alles auf der Welt" [Dünyada herşeyden üstün Almanya, Almanya] marşı bütün insanlık tarafından mahkûm edilirken 75. yıl törenlerinin değişmez öğesi haline getirilen Onuncu Yıl Marşıyla "Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri/Türküz, bütün başlardan üstün olan başlarız" diyerek yeri göğü inletiyoruz. Bu anlayışın egemen olduğu bir ortamda halklar arasında eşitliğin, dostluğun, kardeşliğin sağlanamamasına, kanlı kavgaların doğmasına şaşılmaz. "Yasak dil" kavramını getiren ve anadilde eğitim gibi, rejimi ne olursa olsun, neredeyse dünyanın bütün ülkelerinde tanınan bir hakkı bile hâlâ tanımaya yanaşmayan bir siyasal düzen dünyada ister istemez hor görülür.
Tek İdeoloji
İşçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizm veya marksizm-leninizm ülkemizde 75 yıl boyunca asla meşru bir ideoloji olarak kabul edilmedi. Çoğu zaman açıkça yasaklandı, emekçi kitlelerin mücadelesinin yükseldiği dönemlerde açıkça yasaklanamadığı durumlarda da sürekli baskı altında tutuldu.
Burjuvazinin serpilip gelişmesine, özel kapitalist tekellerin hızla oluşmasına olanak verecek ölçüde iktisadi liberalizme kapıyı açık tutan korporatist kapitalist sistemimiz, siyasal ve felsefi liberalizme de asla hoşgörüyle yaklaşmadı. Düşünce özgürlüğünden, örgütlenme özgürlüğünden, siyasal ve felsefi çoğulculuktan hâlâ uzak bulunuyoruz. Bütün toplum tek bir düşüncenin, tek bir öğretinin, tek bir "izm"in dar kalıplarına hapsedildi. Herkes tek bir ideolojik mezhebi benimsemeye zorlandı. Üstelik bu açıkça ve övünerek yapıldı.
1936 yılında Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından bastırılan ve Cumhuriyet'in 75. kuruluş yılı anısına Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü tarafından yeniden yayımlanan Fotoğraflarla Türkiye albümünün "Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine" başlıklı sunuş yazısında belirtildiği gibi, "Kemalizm Türk Cumhuriyetinin ideolojik mezhebidir. Bu mezhebin cihanı telakki tarzı Avrupaîdir; fakat temeli Türktür".12
Bu mezhebin dışında kalan her türlü öğretinin, özellikle de marksizmin zararlı olduğu açıkça ilan edildi. Hasan Ali Yücel'in sözleriyle, "Ciheti ve cepheleri her ne olursa olsun, Kemalizm dediğimiz ve Atatürk'e, onun koyduğu prensiplere bağladığımız inan sisteminin dışında her ne kalıyorsa bizim için zararlıdır. Bunlar, okul içine sokulmadığı gibi, memleket içine de sokmamak zaruretinde bulunduğumuz mahzurlu fikirlerdir".13
Sabah akşam laiklik vurgusunun yapıldığı gözönüne alındığında, kimileri hiç olmazsa dinsel dogmalara karşı düşünce ve inanç özgürlüğünün sağlandığını, hiç olmazsa bu açıdan 75 yıl bilançosunun olumlu olduğunu, "Cumhuriyet'in aydınlanmayı gerçekleştirdiğini" iddia edebilir. Ne var ki, olgular bu iddianın tersini gösteriyor.
Türkiye Komünist Partisi laikliğin tutarlı biçimde uygulanması, aydınlanmanın gerçekleşmesi için 1920 programında, "dini kurumların hükümetten ayrılarak cemaat teşkilatı halinde bırakılmasını gerekli görür" ve "Sırf dini nitelikteki eğitim, öğretim ve ibadet meselelerini her milletin isteğine bağlı bir cemaat işi olarak sayar"ak dinin, eğitimin ve devletin dışında tutulmasını savunuyordu.14
Buna karşılık, daha 1924 yılında devlet teşkilatının içinde Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Yani din ve eğitim, din ve devlet işleri tutarlı bir laikliği gerektirdiği şekilde ayrılmadı; devlet kontrolündeki bir din, daha doğrusu bir dinin bir mezhebi (Sünni Hanefi İslam), hiçbir din veya mezhebe inanmayan veya farklı dinlere ve mezheplere inanan bütün yurttaşların vergileriyle bütün vicdanlara dayatılan ayrıcalıklı bir statüye sahip olmaya devam etti.
1940'ların ikinci yarısından itibaren dinin siyasal ve sosyal yaşamdaki rolü sistemli olarak arttırıldı. Komünizme karşı panzehir olarak şeriatçılık bilinçli ve planlı biçimde pompalandı, tarikatlar güçlendirildi. Tarikat şeyhleri devlet desteğiyle banka, holding ve finans şirketi sahibi büyük işadamlarına dönüştürüldü. Diyanet İşleri Başkanlığı birçok bakanlıktan daha büyük bütçesi olan dev bir kuruluş haline getirildi. İmam-Hatip Liseleri yaygınlaştırıldı. 1982 Anayasasıyla din dersi ilk ve orta öğretimde zorunlu ders durumuna getirildi.
Bu arada irtica tehdidinden bu kadar söz açılan günümüzde de zorunlu din dersinin ne yazık ki hâlâ devam ettiğini belirtmek gerekiyor. Cumhuriyet'in laiklik alanında getirdiği kazanımlara sahip çıkmaya çalıştıklarını iddia eden ve bu gerekçeyle sosyalizm ve devrim mücadelesini bir yana bırakan kimi aydınların bu bahiste bile Diyanet İşleri Başkanlığı'nı ve zorunlu din dersini sorun saymayacak kadar geri düştüklerini görmek insana gerçekten acı veriyor.
Emperyalizme Bağımlılık
Türkiye Komünist Partisi'nin 1926'da saptadığı gibi, "emperyalizm ile uzlaşmaya doğru başkalaşım" geçiren yeni kapitalist rejim, 1930'larda emperyalizmle işbirliğini yoğunlaştırmaya başladı. Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler Birliği'nin yakın desteğini alan Türkiye yönetimi, Sovyetler'den uzaklaştı ve gittikçe hızlanan bir tempoyla Batılı devletlerle yakınlaştı.
Başlangıçta İngiltere, Fransa ve Almanya arasında bir denge politikası güden Türkiye, 1930'ların ikinci yarısında Hitler Almanyasıyla ilişkilerini çok sıkılaştırdı. Ülkenin ihracat ve ithalatında Almanya'nın payı yüzde elliyi geçti. Cemil Koçak'ın değerlendirmesiyle, "Gerçekten ithalat ve ihracatında Almanya'nın toplam payı yaklaşık olarak yüzde 50'yi geçen Türkiye için, ekonomik bakımdan Almanya'ya ve kısmen diğer Orta Avrupa ülkelerine bağımlılık ciddi bir sorun oluşturmaktaydı. Aslında sorun, yalnızca ekonomik alanla da sınırlı kalmıyordu. Çünkü ekonomisi Almanya'ya bağımlı bir Türkiye, dış politikada istediği biçimde denge oyunu oynayamazdı."15
Bağımsızlık rotasından saparak yeniden emperyalizme bağımlı bir ülke durumuna gelmek ile dış politikada militarist ve yayılmacı eğilimlerin kabarması iç içe yürüdü, tek bir sürecin iki yüzünü oluşturdu.
Hatay'ın 1939'da Türk topraklarına katılmasından ve Hitler faşizminin 1941'de Sovyetler Birliği'ne saldırmasından sonra Turancılık hevesleri güçlendi. "Saraçoğlu 10 Ekim 1942'de Clodius'a panturanizm sorunu hakkında yaptığı açıklamada, Türkiye'nin Sovyetler Birliği'nde bulunan Türk kökenli 40 milyon kişinin geleceğine ilgisiz kalmamasının son derece doğal olduğunu bir kez daha söylemiştir. Coğrafi nedenlerden dolayı, mevcut koşullar altında Rus devletinin alacağı yeni düzende bu bölgelerin Türkiye ile birleşmesi hemen hemen hiç mümkün olamazdı, fakat belki bu bölgeler Türkiye'nin güçlü kültürel etkisi altında yönetim özerkliği elde edebilirlerdi. Önce bu bölgelerden binlerce genci Türkiye'ye öğrenim görmeleri için yollamak ve öğrenimleri sırasında da şimdiye dek baskı altına alınmış nüfusta bir Türk ulusal ruhu yaratmak gerekmekteydi."16
Bu dönemde Almanya'nın güdümü altında Sovyet topraklarına doğru yayılma planları yapıldığı gibi, güneyde eski Osmanlı topraklarına doğru yayılmayı gerçekleştirmek için bir yandan İngilizlerle, bir yandan Almanlarla pazarlıklar yürütülmekteydi. "Almanya, İngiltere'nin -güney bölgesindeki sınır değişiklikleri ile ilgili- bazı Türk taleplerini reddettiğini bilmektedir. Almanya, Türkiye'nin bu alandaki taleplerinin ancak kendisi tarafından karşılanabileceğini duyurma eğilimindedir. Gerçekten, Saraçoğlu, ocak ayı içinde, Türkiye'nin Kuzey Suriye (Halep ve Bağdat Demiryolu) üzerinde hakkı olduğu konusunda İngiliz onayını almak üzere harekete geçmiş ve K-Hugessen'e bu yoldaki arzularını açıklamıştı. Alman Hükümeti, Türk taleplerini karşılayabileceğini resmen Türk Hükümetine bildirmiştir."17
Bilindiği gibi, bu Turancı planlar faşizm cephesinin İkinci Dünya Savaşı'ndan yenilgiyle çıkması ve savaştan sonra eski sömürgecilik sisteminin çözülmeye başlamasıyla boşa çıktı.
Ne var ki, Türkiye İkinci Dünya Savaşı'nın ardından adım adım Amerika Birleşik Devletleri'nin yeni sömürgesi durumuna düşürüldü. Amerika'nın sömürgeci çıkarlarını korumak üzere Kore'ye asker gönderildi. Ardından da, Türkiye 18 Şubat 1952'de NATO'ya girdi. Sovyetler Birliği'ne ve Ortadoğu halklarına karşı soğuk savaş boyunca bir üs olarak kullanıldı. 1974'te Kıbrıs çıkarması yapıldı. 1983'te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kuruldu. Sovyetler Birliği'nin 1991'de dağılmasının ardından, "21. asır Türk asrı olacaktır" ve "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar" sloganları ortalığı sardı. Amerikan emperyalizminin stratejik planları çerçevesinde Kafkasya, Ortadoğu ve Balkanlar'da gitgide aktifleşen bir askeri rol üstleniyoruz. Körfez Savaşı sırasında Turgut Özal'ın "Musul ve Kerkük'ü geri alma" hayaliyle Amerikan şemsiyesi altında Irak'a karşı karadan da bir cephe açma ve "Türkiye'nin himayesi altında bir Kürt-Türkmen Federasyonu" oluşturma planı devletin çeşitli katlarında direnişle karşılaştı. Ne var ki, daha sonraki yıllarda "PKK kamplarını yok etme" gerekçesiyle Kuzey Irak topraklarına yönelik askeri harekâtların çapı büyüdü ve bu harekâtlar gitgide sıklaştı.
Kanlı Zincir
İşçi ve köylü kitlelerinin kapitalizme, emperyalizme ve büyük toprak sahiplerine karşı mücadelesini bastırmak, özellikle de işçi sınıfının siyasal örgütlenmesini yok etmek amacıyla 75 yıl boyunca anti-demokratik birçok yasa çıkarıldığını biliyoruz. Ancak, ne kadar anti-demokratik olursa olsun, bu yasalar devrimci mücadeleyi engellemeye yetmedi. Bu durumda, düzen kendini korumak amacıyla kendi yasalarını da çiğneyen, mevcut hukuk çerçevesinin dışına taşan birçok baskıya girişti.
28-29 Ocak 1921'de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi, 4 Aralık 1945'te Tan Matbaası'nın yıkılması gibi büyük sindirme operasyonları, Türkiye'nin NATO'ya girmesinden sonra daha da sistemli hale geldi. 6-7 Eylül 1955 olayları, 1960'larda ülkücü komando kamplarının kurulması, MHP'nin ve bağlı teşkilatlarının kontr-gerilla faaliyetlerinin paravan örgütü olarak oluşturulması, Kanlı Pazar, 12 Mart'ın balyoz harekâtı, 1 Mayıs 1977 katliamı, Kahramanmaraş ve Çorum kırımları, 16 Mart 1978 katliamı, 7 TİP'linin öldürülmesi, Doğan Öz'den Kemal Türkler'e, Vedat Aydın'dan Musa Anter'e, Abdi İpekçi'den Uğur Mumcu'ya siyasal cinayetler kampanyası, Sivas katliamı, Susurluk'tan sonra Mehmet Ağar'ın itiraf ettiği "bin operasyon" vb. vb. kanlı bir zincirin halkaları oldu.
Sonuç
Bütün bu gerçekler tanımlamasız bir cumhuriyet hayranlığının ne kadar temelsiz olduğunu, böyle bir anlayışın özgürlük ve eşitlik için mücadele eden insanların bilincini karartmaya hizmet edeceğini galiba göstermeye yeter. Son "kaset savaşları"nın gösterdiği gibi, gırtlağına kadar suç ilişkilerine batmış bir oligarşinin hakimiyetine dayanan, milyonlarca kişiyi işsizliğe, yoksulluğa, eğitimsizliğe mahkûm eden çürümüş bir düzeni olumlamak yerine herkesin eşitlik ve özgürlük içinde yaşayacağı, sömürü ve baskı ilişkilerine son veren, halkların kardeşliğine dayanan, ülkenin bağımsızlığını sağlam temellere kavuşturan bir düzen için bilinçli ve örgütlü olarak mücadele etmek gerekiyor. Kapitalist bir cumhuriyetle yetinmektense bir emek cumhuriyetini kurmaya çalışmanın ülkemiz, bölgemiz ve dünya halkları için çok daha hayırlı olacağı açıktır.
NOTLAR
1 TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, Ürün Yayınları, İstanbul, 1997, s. 15.
2 Aynı eser, s. 29-30.
3 Cumhuriyet, 21 Ekim 1998, s. 7.
4 Atatürkçülük (Birinci Kitap) Atatürk'ün Görüş ve Düşünceleri, Genelkurmay Başkanlığınca hazırlanmıştır, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1988, s. 98.
5 Ibid., s. 96.
6 Milliyet, 29 Kasım 1997.
7 Cumhuriyet, 8 Eylül 1998, s. 6.
8 TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, s. 15-16.
9 Muallimler Birliği Mecmuası, sene: 1, sayı: 4, altını ben çizdim.
10 "Ödemiş'te Nutuk", Hakimiyeti Milliye, 19 Eylül 1930.
11 Nuran Dağlı, Belma Aktürk (haz.), Hükümetler ve Programları, I. Cilt, 1920-1960, TBMM Basımevi, Ankara, 1988, s. 105, altını ben çizdim.
12 Cumhuriyet, 7 Temmuz 1998, s. 15; 10 Temmuz 1998, s. 17.
13 Hasan Ali Yücel, Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçler, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1993, s. 235.
14 TKP Programları ve Mustafa Suphi Tezleri, s. 15-16.
15 Cemil Koçak, Türkiye'de Milli Şef Dönemi (1938-1945), Yurt Yayınları, Ankara, 1986, s. 245.
16 aynı eser, s. 201.
17 aynı eser, s. 182.