Son yıllarda, özellikle yoksul ülkelerde meydana gelen salgın
hastalıklar dünyanın gündemini sık sık meşgul eder oldu. "Ne var bunda, sonuçta
insanlar kitlesel ölüm tehlikesi altında. Bundan daha önemli bir gündem mi
olur?" diye düşünülebilir. Ama durum görünenden biraz farklı. Çünkü zaten bu
ülkelerde insanlar, günümüzde tedavisi çok basit olan hastalıklardan bile
ölebiliyorlar ve hatta birçok hastalık, kronikleşen salgınlar halinde insanları
kırıp geçiriyor. Yani bu durum, "gelişmekte olan (!)" ülkeler için olağan bir
tablo. Öyleyse yoksul ülkeleri dönem dönem gündemin birinci sıralarına taşıyan
bu hastalıkların sırrı ne? Mesele gayet basit: Son yıllarda yaşanan salgınlar
(ebola, sars vb.) bütün bir dünyayı, özellikle de gelişmiş ülkeleri etkileyecek
kadar tehlikeli. Bu yüzden emperyalist tekellerin denetimindeki dünya medya
ordusu, dönem dönem dikkatini bu ülkelere çeviriyor. "Medeniyet"i tehdit etmeyen
durumlarda ise dünya medyasının dikkatini bu ülkelere çevirebilmesi için ancak
kıyametin kopması gerekiyor.
Yaşadığımız günlerde ise dünya yeni bir salgından bahsediyor:
Kuş gribi (tavuk vebası). Kuş gribi salgını, yine yoksul ülkelerde ortaya çıktı
ve dünyayı tehdit eden bir hastalık halini aldı. Böylece bütün dikkatler bu
hastalığın yayılmasına çevrildi. Hastalık, dünyanın çeşitli ülkelerinde
görülmeye, bu ülkelerde günlük yaşamı, ekonomiyi etkilemeye hatta insanların
ölümüne neden olmaya başladı. Biz de bu gelişmeleri ana haber bültenlerindeki
dikkat çekici konular arasında sayarak, yarı ilgili, yarı üzgün bir şekilde
seyretmeye koyulduk. Ta ki hastalık bizim kapımızı çalıncaya kadar! İlk önce
yaşanan salgın "ucuz" atlatıldı. Virüs tam gündemimizden düşecekti ki yeni bir
salgın baş gösterdi. Bu sefer hastalık, Türkiye'nin birçok ilini kapsayan, belli
bölgelerde günlük yaşayışı etkileyen ve şimdilik 5 insanımızın yaşamına mâl olan
bir felâket olarak ortaya çıktı. Böylece, bu salgın ile nasıl mücadele edildiği
ya da edilmesi gerektiği; kuş gribi virüsünün ortaya çıkışının Dünya Sağlık
Örgütü'ne zamanında bildirilip bildirilmediği; kuş gribi salgınının
önlenebilmesi için yeterli önlemlerin alınıp alınmadığı konusunda bir sürü
tartışma yaşandı ve daha da yaşanacak gibi. Bu vesileyle genel olarak sağlıkla,
özel olarak da salgın hastalıklarla ilgili konular hayli dikkat çekici bir hale
geldi. Bence bu konularda yapılan tartışmaların ışığında, bazı başlıkların
altını kalınca çizmek gerekiyor.
Emperyalist-kapitalist sistemin kendisi bir
hastalıktır!
Yukarıda anlattığım tablo çok önemli bir tezi kanıtlıyor:
"Sağlık ile ilgili konular tüm dünyanın ortak sorunudur ve bu alandaki
sorunların çözümü ancak tüm dünyanın kaynaklarının seferber edilmesi ile
mümkündür." Buradan bakıldığında çözüme oldukça uzak görünüyoruz. Çünkü, sağlık
konusunda birçok alanda ilerlemiş olan gelişmiş emperyalist ülkeler, modern tıp
imkânlarını sadece kendileri için kullabilecek kadar bencilce davranıyorlar.
Emperyalist ülkeler, ellerindeki imkânları tüm dünyadaki sağlık sorunlarının
çözümü için kullanmaktan çok kendi sınır duvarlarının arkasında güvenli bir
dünya yaratma çabalarına yönelik olarak seferber ediyorlar. Bu çabaların
sonuçları ise "gelişmekte olan" ülkelerin halklarının, tedavisi mümkün olabilen
hastalıklardan ölmeleri ve rahatlıkla durdurulabilecek salgın hastalıkların,
yoksul-sömürge ülkelerin insanlarını kırıp geçirmesidir. Ancak bu sömürgeci
düşünce sistemi kendi kendini etkisiz hale getirmeye başladı bile. Çünkü artık
üçüncü dünyada yaşanan sağlık sorunları bir çığ gibi büyüyüp gelişmiş ülkelerin
güvenli sınırlarını da zorlayabiliyor. Bunun yanında bu ülkelerde yaşanan
sıkıntılardan ötürü oluşan ekonomik açmazlar ve yıkımlar, buralarla sömürge
ilişkileri kuran gelişmiş ülkelerin ekonomilerini de etkiler hale dönüyor. İşte
bu iki olgu birleşince durum daha "vahim" bir hâl alıyor. Fakat bu durumun bile
emperyalist ülkelerin istifini henüz bozmadığını görüyoruz. Çünkü büyük bir
kesimi sömürülen ülkelerin sırtından kazanılan ekonomik kaynakların en önemli
bölümü, hâlâ gelişmiş ülkelerin lüks harcamalarına yönelik kullanılıyor.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı'nın (BMKP) yayınladığı "2003 Yılı İnsani
Kalkınma Raporu" bu gerçeğin altını kalınca çizmektedir. Rapora göre, "dünya
genelinde yapılan araştırma-geliştirme (AR-GE) harcamalarının ancak %10'u dünya
nüfusunun %90'ını ilgilendiren sağlık çalışmaları gibi temel konulara
ayrılıyor." Ayrıca, "son 10 yılda ishal hastalığından ölen çocukların sayısı 13
milyon. Bu sayı 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana yaşanan çatışmalarda ölen
insanların sayısından fazla. Yine her yıl yaklaşık yarım milyon kadın, başka bir
deyişle, her dakikada bir kadın, gebelik sırasında ya da doğum sırasında ölüyor.
Yılda yaklaşık 1 milyona ulaşan sıtmaya bağlı ölümlerin önümüzdeki 20 yıl içinde
iki katına çıkmasından korkuluyor. Verem her yıl yaklaşık 2 milyon insanı
öldürüyor. Verem, AİDS ile birlikte en büyük tehlike olarak güncelliğini hâlâ
koruyor. Yaklaşık 42 milyon kişi AİDS virüsü ile birlikte yaşıyor ve bunların 39
milyonu gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanlar." Bu manzaranın kaynaklarını
yine BMKP raporunda görebiliyoruz:
Dünyamızda 1.2 milyar insan günde 1 dolardan az bir parayla
geçinmeye çalışıyor. Bu sayı aynı zamanda dünyadaki her beş insandan biri demek
oluyor. Bu oran Sahra Çölü'nün güneyindeki ülkelerde daha da artıyor. Bu
ülkelerde yaşayan insanların yarısı günde 1 dolardan az gelire sahip.
800 milyon insan açlık sınırının altında yaşıyor. Güney Asya
ülkelerinde her dört kişiden biri, Sahranın güneyindeki ülkelerde ise her üç
kişiden biri açlıkla boğuşuyor. Dünyadaki her beş kişiden biri sağlıklı içme
suyuna ulaşamıyor. Yaklaşık 800 milyon insan ise toplumsal yaşama katılmalarını
engelleyecek, fizyolojileri bozulacak kadar yetersiz besleniyor.
Dünyadaki her altı kişiden biri okuma-yazma bilmiyor.
Yaklaşık 115 milyon çocuk okula gitmiyor. Okuma-yazma bilmeyen yaklaşık 876
milyon yetişkinin üçte ikisi ise kadın. Zengin ülkelerde, her inek başına
sağlanan tarımsal destek, Afrika ülkelerinde insan başına yapılan yardımdan daha
fazla.
Tüm bu manzaranın sorumluluğunu taşıyan zengin ülkeler ise,
küresel kalkınma projelerine ancak göstermelik olarak destek oluyor. Uygulamaya
devam ettikleri ekonomi, tarım ve sanayi politikaları gelişmekte olan ülkelerin
aleyhine sonuçlar yaratıyor. Gelişmekte olan ülkelerin borçlarını affetmeye
yanaşmadıkları gibi borçların ötelenmesine de soğuk bakıyorlar.
Yoksul ülkeler, acımasızca sömürüldükleri için dev boyutlarda
ekonomik kaynak sıkıntısı çekiyor. Üstelik bu ülkelerdeki gelir dağılımı da son
derece adaletsiz. Çünkü onlar da kapitalist sistem ile yönetiliyorlar ve bu
ülkelerdeki paralar da bir avuç asalak sınıfın lüks harcamalarına gidiyor.
Ayrıca buralardaki kamu kaynakları da liberalleşme dalgasıyla birlikte bu bir
avuç sömürücünün talanına uğruyor.. BMKP'nin 1998 verilerine göre, sömürge
ülkelerde yaşayan 4.4 milyar insanın 2.6 milyarı hijyenik koşullarda
yaşayamıyor. 1.1 milyarı ev sahibi değil. 880 milyarı modern tıp hizmetlerine
ulaşamıyor. 1.4 milyarı içecek temiz su bulamıyor. Tüm bu koşullara, eğitim ve
sağlık hizmetlerinin dünya genelinde paralı hale getirilmesini de eklediğimizde
durumun vahameti apaçık görülüyor. Bu durum, "Sağlık ve eğitim hizmetlerinden
yararlanmak için insan olmak yeterli olmalıdır!" sloganının önemini bir kez daha
ortaya koyuyor. Bu slogan hayata geçirilmeden böylesi dengesiz koşullarda dünya
genelinde salgın hastalıklarla düzgün bir mücadele yürütülemeyeceği ortadadır.
Görülüyor ki, "Kapitalizmin kendisi bir hastalıktır, sürekli hastalık
üretmektedir. Sağlıklı bir dünya için kapitalizme son verilmelidir."
İlaç sektörü emperyalist tekellerin kâr hırslarına
bırakılamaz!
Genel olarak sağlık sorunlarının giderilmesi ve özellikle de
salgın tehlikelerinin savuşturulmasında temel gereksinimlerden biri ilaçtır.
Böylesine önemli bir konuda dünyadaki genel manzara tüm dünya halklarının
aleyhine görülmektedir. Dünya genelinde ilaç geliştirme, üretme ve dağıtma
işlerinde kamusal denetim neredeyse etkisiz bir hale getirilmiştir. Bu alan
tamamıyla, kâr etmek için milyonlarca insanın ölümünü göze alabilecek
emperyalist tekellerin insafına bırakılmış durumda. Bu son derece tehlikeli bir
durum! Çünkü uluslarası tekellerin, dünya genelinde ya da tek tek kendi
ülkelerinde yaşanacak sağlık krizlerinden önemli kazançlar sağlayabilecek
durumda olmaları, böylesi sağlık krizlerini körüklemeleri için son derece
yeterli bir koşuldur.
Aslına bakılırsa ilaç tekelleri, yoksul ülkelerdeki sağlık
sorunlarını düzenli olarak körüklemek gibi bir politikaya da sahipler zaten.
Hemen hemen hepsi emperyalist ülkelerin sermaye grupları olan ilaç devleri,
kendi ürettikleri ilaçları ya da bu ilaçların eş değerlerini yoksul ülkelerin
üretmesini önlemek için olağanüstü bir çaba içerisinde. Böylece bu ülkelerin
ilaç yönünden kendilerine bağımlılığını sağlamlaştırıp ülke yönetimlerine ve
halklarına ekonomik ve siyasal baskılar uygulayacak zeminler yaratıyorlar. Bu
politikanın sonucunda, dünyadaki ilaç ihtiyacının önemli bir bölümünü karşılayan
ve ilaç dağıtım ağlarını kontrol eden güçler, gelişmiş ülkelerde toplanmış
oluyor.
Altını tekrar çizelim; bu güçlerin kâr dışında hiçbir düşüncesi
bulunmuyor. Bu durumda önemli bir tehlike daha beliriyor. Gelişmiş ülkeler,
bütün bir dünyayı tehdit eden tehlikeli bir salgında, ilaçların önemli bir
kesimini, hatta salgın tehlikesinin boyutuna göre belki de hepsini kendileri
için ayırmaya kalkışabilir. ABD'nin kendi emperyalist çıkarları için,
uluslararası kuralları dahi çiğneyerek ve tamamen insanlık dışı yöntemlerle
Irak'ı işgal ettiğini hatırlarsak, ilaç üzerindeki denetimini kötüye kullanma
olasılığının ne kadar yüksek olduğunu anlayabiliriz. Bu koşullar altında,
aralarında Türkiye'nin de olduğu bir çok ülke, bütün bir dünyayı saran ya da
sarma olasılığı yüksek olan bir salgın hastalık tehlikesi ortaya çıktığında,
gelişmiş ülkelerde depolanmış olan ilaçları, piyasa değerlerinin çok çok üstünde
paralar verdikleri halde alamayacak ve kritik bir anda ilaç sıkıntısına
düşmekten kurtulamayacaktır. O saatten sonra gerekli ilaçları kendi
ülkelerimizde üretmeye başlamamız ise kaçmış bir trenin peşinden koşmaya
benzeyecektir.
Öyleyse, ilaç üretiminde, dağıtımında ve depolanmasında
emperyalist tekellerin saf dışı edilmesi ve bu alanın onların histerik kâr
arzularından tamamen temizlenmesi gerekmektedir. İlaç üretimi, dağıtımı ve
depolanması tamamen kamunun çıkarını koruyan kamu kuruluşları tarafından
yapılmalıdır. Bununla birlikte, ilaç sektöründe gelişmiş ülkelerin hakimiyetine
de son verilmeli, ilaç üretimi tüm dünyaya yaygınlaştırılmalıdır. Böylece ilaç
sektörü ekonomik ve siyasi baskı aracı olmaktan çıkabilir ve bu alandaki
deneyimler insanlığın kollektif hazinesine katılarak tamamen insanlığın çıkarı
için kullanılabilir. Ayrıca tüm bunların yanında, öncelikle bulaşıcı
hastalıkların ilaçları olmak üzere, tüm tıbbi olanak ve araçlar, insanların her
hangi bir bedel ödemeden kullanabileceği duruma getirilmelidir. Hiçbir koşulda
hiçbir sağlık hizmetinden para alınmamalıdır.
Buna paralel olarak eğitim alanında da benzeri dönüşümler
acilen yapılmalıdır. Çünkü hastalıklarla mücadelede en önemli araçlardan biri
eğitimdir. 115 milyon çocuğun okula gitmediği, 876 milyon yetişkinin okuma-yazma
bilmediği bir dünyada, insanlara gerekli sağlık tedbirlerinin anlatılabilmesi
mümkün değildir. Daha birçok sebebin yanında, salgın hastalıklarla mücadelede de
başarı kazanmak için, eğitimin her kademesi parasız olmalı ve bütün insanlık
eğitimin olanaklarından yararlanabilmelidir. "Sağlık ve eğitim alınıp satılan
bir şey olamaz!"
Türkiye'nin acizliği
Kuş gribi gibi ölümcül bir salgınla karşı karşıya kalan
Türkiye'de, sağlık alanına genel olarak baktığımızda, karşımıza oldukça vahim
bir tablo çıkmaktadır. Türkiye, ilaç konusunda, neredeyse tamamen dışarıya bağlı
bir konumda bulunmaktadır. Ülkede yapılan üretim, ihtiyaçları karşılamaktan
uzaktır ve zaten önemli bir kısmı dış patentli olarak yapılmaktadır. Arkalarında
küçümsenmeyecek sermaye birikimleri bulunan yerli ilaç şirketleri, bu
varlıklarını, ilaç üretmeye değil de daha kârlı bir alan olan ithalâta yönelik
kullanmaktadırlar. Böylece uluslararası tekellerin sofralarından düşen bir kaç
kırıntının kavgasını verirken, halkımızı büyük bir sıkıntıya terk etmekte ve
ilaç bulamadığından ölen bir sürü insanımızın sorumluluğunu taşımaktadırlar.
Bu korkunç tablo karşısında ülkemizin iktidar odakları ise
tamamen duyarsızdır. İlaç sektöründe kamu denetiminin neredeyse hiç olmayışı bu
çarpıklıkların düzeltilemeyeceğinden, ilaç üretiminin piyasanın insafsız
dengelerine kurban edileceğinden başka bir anlam taşımamaktadır. Hükümet, kamu
olanaklarını sağlık alanında araştırmalar yapmaya, araştırmalar sonucunda yeni
ilaçlar geliştirmeye, özel sektörün yapmaktan kaçındığı ilaç üretimini toplumsal
çıkarlar doğrultusunda yapmaya ayıracağı yerde; ilaç konusunda da bir
özelleştirme harekâtı yürütmektedir. Mesela, yaptığı üretimle ilaç sektörü
üzerinde bir fiyat denetimi sağlayan ve SSK'nın ilaç masraflarında büyük
tasarruflar sağlayan SSK ilaç fabrikasını kapatmaktadır. İMF ve AB tarafından
dayatılan tasarruf tedbirleri yüzünden, salgın hastalıklarla mücadele etmek için
kurulan kurumları ya kapatmakta ya da ödenek yetersizliğinden çalışamaz duruma
getirmektedir. Ilaç alanında araştırma ve geliştirme faaliyetlerini yürütmesi
gereken üniversiteleri ise kaynak sıkıntısı içinde kıvrandırmaktadır. Böylece
Türkiye'nin kendi ilacını geliştirme ve üretme olasılığı ortadan
kalkmaktadır.
Tüm bunların yanı sıra, genel olarak dünyada da salgın
hastalıklar konusunda en etkin kurumlardan biri olan Veterinerlik Teşkilatı da,
tasarruf tedbirleri çerçevesinde, dağıtılmaktadır. Hastalıkların ortaya
çıkmasını önlemek, hastalıkların insanların hayatlarını ve ülkenin ekonomisi
etkilememesini sağlamak gibi temel alanlarda faaliyet yürüten "koruyucu
hekimlik" anlayışı, özelleştirme saldırısına dönüşen "aile hekimliği" kurumuyla
geriletilmektedir. Bu koşullar altında, sağlık hizmetlerinin istisnasız her
kademesinde ve her vatandaşımız için paralı hale getirildiğini görüyoruz. Parası
olmayan sağlık hizmeti alamıyor, hastaneye bile gidemiyor.
Birçok temel bilgi ve becerinin yanı sıra, sağlık alanında da
temel bilgi ve becerilerin kazandırılmasını sağlaması gereken eğitim hizmetleri
de tüm dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de parası olanların
yararlanabildikleri bir "hak" haline dönüşüyor. İnsanlarımız sağlıksız ve
karanlık koşullarda yaşamaya itiliyor. Ülkemizde okuma-yazma bilmeyenlerin,
modern sağlık hizmetlerinden yararlanamayanların ve sağlıklı koşullarda
yaşayacak kadar iyi beslenemeyenlerin sayısı hiç de az değil.
Türkiye'nin bu acizlik tablosundan kurtulması için atılacak ilk
adım, bir an önce emperyalist tekellerin ülke içindeki hakimiyetine son
verilmesidir. Başta sağlık ve eğitim alanlarında olmak üzere halkın yararına
yatırımlara hız verilmeli, eğitim ve sağlık her kademede tamamen parasız hale
döndürülmelidir. İlaç üretiminden aşılama faaliyetlerine kadar her türlü sağlık
hizmeti kamu yararına çalışan kamu kuruluşları tarafından yapılmalıdır. Koruyucu
hekimlik faaliyetleri temel alınmalı, buna yönelik kurum ve kuruluşlar
güçlendirilmelidir. Çünkü İMF dayatmalarıyla bu alanlarda uygulanan "tasarruf
tedbirleri" hastalıkların artmasına, insanların hayatlarını kaybetmesine ve kuş
gribi örneğinde olduğu gibi büyük ekonomik kayıplara neden olmaktadır. Bu
uygulamalarla yapılan tasarruflar, hastalıkların verdiği zararın yanında "devede
kulak" kalmaktadır.
Sağlık sorunlarının yaşanmasının en temel unsurlarından biri
yoksulluk ve geri kalmışlık olduğuna göre ülkenin kalkınması, yoksulluğun ve
eğitimsizliğin önlenmesi için gerekli dönüşümler yapılmalıdır. Ülkemizin bu
durumu kader değildir. Sadece egemenlerin tercihlerine dayanmaktadır. Bunu
değiştirmek ise hepimizin elindedir.
Tavukları değil kapitalizmi itlâf edelim!
Yukarda anlatılan durum göz önüne alındığında Türkiye gibi
sömürgeleştirilen ülkelerde ölümcül hastalıkların ortaya çıkmasının ve tehlikeli
salgınlara dönüşmesinin hiç de şaşılacak bir şey olmadığı ortadadır. Nihayetinde
bizim ülkemizde de kuş gribi gibi ölümcül bir hastalık ortaya çıktı ve son
derece kritik bir aşamaya sıçradı. Bu aşamaya gelindikten sonra yapılacak çok az
şey kalıyor ne yazık ki. Bu çok az seçenekten biri de, hastalığı taşıyan ve
taşıması olası hayvanların itlaf edilmesi. Fakat kendisi zaten bir vahşet olan
ve insanların bir çoğunu vicdanen rahatsız eden itlaf uygulamaları, bizim
ülkemizde insanı daha da çileden çıkartıcı bir hal almıştır. Çünkü yapılan
çalışmalarda havyan hakları ile ilgili asgari kurallara bile uyulmamaktadır.
Hayvanlar torbalara doldurulup canlı canlı ateşe atılmış, kaçışan hayvanlar
görevliler tarafından tekrar ateşe atılarak öldürülmüş, bu yöntemin
kullanılmadığı durumlarda ise hayvanlar canlı canlı gömülmüştür. Öldürülen
hayvanların bir kısımı da ortalıkta bırakılmış, sonuç olarak ilkel yöntemlerle
yapılan ve son derece üzücü görüntülere yol açan bir durum yaratılmıştır. Oysa
bu gibi çalışmalar için geliştirilmiş modern yöntemlerin varlığı bilinmektedir.
Bu modern ve daha insancıl yöntemler varken bu şekilde bir çalışma yürütmenin
bahanesi asla ve asla zaman ya da para sıkıntısı olamaz. Devletin görevi böylesi
durumlara yönelik her türlü tedbiri almak, her türlü donanımı sağlamak ve
çalışmayı yürütecek personele gerekli azami eğitimi vermektir.
Kuş gribi ve benzeri salgınların ortaya çıkmasını önlemek ancak
koruyucu hekimlik ve veterinerlik uygulamalarının arttırılması ile mümkün
olabilir. Özellikle kırsal bölgelerde yaşayan insanlarımızın eğitimi, insanların
ve hayvanların aşılanması, sürekli bir sağlık kontrolünün ve eğitiminin
sağlanması gibi yöntemler böylesi bir salgın ihtimalini oldukça düşürebilir.
Oysa bizim ülkemizde, daha önce de bahsedildiği üzere, genel veterinerlik
teşkilatı dağıtıldığı gibi, koruyucu hekimlik kurumu da yine bir özelleştirme
saldırısı haline dönen aile hekimliği kurumuyla çökertilmeye
çalışılmaktadır.
Hal böyleyken, Sağlık Bakanı Recep Akdağ, basının karşına geçip
ciddi özeleştiriler vereceğine ve sağlık alanında acilen yapılması gereken
düzeltmeleri anlatacağına, "Bence köy tavuğu ve köy yumurtası kavramları tarihe
karışmalıdır" diyebilmektedir. Bu tam bir acizlik açıklamasıdır. Hükümet, bu
açıklamasıyla suçu kendi üzerinden evinde tavuk besleyen insanların üzerine
atmaktadır. Böyle bir sorunu, insanlarımızın üç tane tavuğunu ortadan kaldırarak
çözeceğini iddia ederek zavallı bir hale düşmektedir.
Sağlık Bakanı'nın açıklaması olayın bir başka boyutunu da
gözler önüne sermektedir. Bakan, endüstriyel hayvan üretimini tek yol olarak
işaret etmektedir. Bilindiği gibi bu üretim hayvanların doğal koşullardan
tamamen koparılması ve çeşitli kimyasal yöntemlere maruz bırakılmasıyla
yapılmaktadır. İlkel yöntemlere göre daha "verimli" bir üretim sağlayan bu
tarzın sağlıklı olmadığı konusunda ise ciddi kanıtlar vardır. Bu şekilde
üretilen hayvanlardan elde edilen ürünlerin kanserojen etkilere sahip
olabileceği yönünde önemli iddialar mevcuttur. Ayrıca bunların hepsi bir tarafa,
doğadan koparılan ve yürümesi bile engellenen hayvanlar sürekli bir işkence
ortamında tutulmaktadır.
Gıda üretiminde gerçekten güvenilir ve doğal yöntemlerin
kullanılmasını teşvik etmek daha akılcı bir yöntemdir. Kimse kalkıp da
endüstriyel-kimyasal yöntemlerle üretilen gıda maddelerinin daha sağlıklı ve
hijyenik olduğunu iddia edemez. Unutmamak gerekir ki, Uzak Asya'daki tavuk
vebası bu çok güvenli diye sundukları tavuk üretim çiftliklerinde ortaya
çıkmıştır.
İnsanların böylesi bir salgın karşısında geliştirdikleri yol ve
yöntemlere bakınca, doğayı sadece insanların hizmetine sunulmuş bir nimet olarak
kabul eden anlayışların yıkılması gerekliliği bir kez daha kendini
dayatmaktadır. Çünkü sınıflı toplumların bir ürünü olan bu anlayış, insana zarar
vereceği düşünülen her türlü canlının neslini tüketmek, bu hayvan ya da
bitkileri kitlesel olarak yok etmek, insanları tamamen doğadan koparıp yapay
ortamlarda yaşamaya mahkûm etmek gibi hakları kendinde görebilmektedir. Bu
anlayışla kuş gribine bakıldığında bütün kanatlıları ortadan kaldırmaktan başka
bir şey akla gelmez. Bu anlayış değişmezse, yarın bir gün ağaçlardan insanlara
geçen bir hastalıkla karşılaşıldığında yapılacak tek şey, bütün ormanları
ortadan kaldırmaya çalışmak olur. Hayvan türlerini, bitki türlerini yok eden,
doğayı tahrip eden insan aslında kendi varlık koşullarını da yok eder. İnsan
doğanın efendisi falan değildir ve asla olamaz. İnsanlar ancak ve ancak diğer
bütün unsurları gibi doğanın temel bir elemanıdır. İnsan, hayvan, bitki, doğa
bir bütündür. Geliştirdiğimiz bilim-teknik ve medeniyetler bize doğayı ve diğer
canlıları linç etme hakkı vermez. "İnsanlar geliştirdikleri imkânları
ekosistemin sağlıklı olarak işlemesi için kullanmalıdır. İnsan olsa olsa
ekosistemin hekîmi olabilir."*
SonuçSağlık, eğitim ve gıda üretimi
gibi bütün bir insanlığı ilgilendiren hayati konulardaki sorunlar ancak tüm
dünyanın ortak çabası ile halledilebilir. Bütün insanların kaderini etkileyecek
olan konularda tüm yetki ve güç, asla amacı sadece kâr elde etmek olan
emperyalist ve kapitalist tekellere bırakılamaz. Bu temel bakışın gereği olarak,
emperyalist-kapitalist tekeller sağlık ile ilgili tüm alanlardan kovulmalıdır.
Her türlü sağlık faaliyeti kamu yararına çalışan kamu kuruluşları tarafından
yapılmalı ve bu hizmetler kesinlikle parasız sağlanmalıdır. Ayrıca sağlık
alanında, emperyalist devletlerin belirleyiciliğine son verilmeli, bütün sağlık
olanakları dünya halklarına yeterli ölçülerde ulaştırılabilmelidir. Bu konularda
ülkesel, bölgesel, ırksal, dinsel ve cinsiyete dayalı ayrım yapılması, başta bu
ayrımı yapanlar olmak üzere, tüm dünya halklarını ilgilendiren sorunlar
yaratacaktır.
Emperyalist-kapitalist sistemin kendisi ölümcül bir
hastalıktır. Bu yüzden, hayvanlar değil, kapitalizm itlâf edilmelidir.
* Bu cümleler, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi
Öğretim ÜyesiProf. Dr. Rıfat Miser'in Çevre Bilimi derslerinden
alınmıştır.