Dünya kapitalist sisteminin 2007 sonunda patlayan ekonomik ve mali krizi, devletlerin trilyonlarca doları bankalara ve tekelci şirketlere aktarmasıyla kısa bir süreliğine yumuşadıktan sonra yeniden şiddetlendi. "21. Yüzyılın Büyük Bunalımı", 8 Ağustos 2011 Pazartesi günü dünyanın en büyük borsalarını da çökerterek gözlerden gizlenemez duruma geldi.
Devletler açgözlü bankaları ve şirketleri kurtarmak, dolar milyarderlerinin tekelci kârlarını korumak için sosyal harcamaları kökten budamalarına rağmen gırtlaklarına kadar borca battı; artık tek tek şirketler değil, ülkeler iflas ediyor. Yunanistan ve İrlanda'nın halkın yaşam seviyesini düşürerek ve bağımlılık zincirlerini kalınlaştırarak sözüm ona kurtarılması, yeniden kurtarılmalarını gerektiren bir fiyaskoya dönüştü. Mali iflas sırası Portekiz'e geldi. İspanya, İtalya ve Belçika iflasın eşiğinde karanlık bir geleceğe yuvarlanıyor. Bütün Avrupa borç krizinin girdabına kapılabilir. Amerika'nın kredi notu düştü, durgunluk yayılıyor.
Kemer sıkma politikalarıyla ücretleri düşürmek, işsizliği afet boyutlarına yükseltmek, yoksulluğu genelleştirmek, gençliği geleceksizleştirmek, küçük çiftçileri, esnafı ve küçük sanayicileri iflasa sürüklemek, durgunluğa ve hatta küçülmeye yol açıyor; krizi kısır döngüye çeviriyor.
Ekonomik ve mali krizin yükünü zaten krizin sorumlusu olan tekelci kapitalist banka ve şirketlere yıkmadan, işçi sınıfının, şehir ve köy emekçilerinin, ezilen halkların refahını öne alan eşitlikçi politikalara yönelmeden, kâr amacıyla örgütlenmiş toplum düzeninin cenderesini kırmadan, kapitalist düzenin mantık çerçevesinden çıkmadan ve bunları sağlamak üzere kapitalist sınıfın siyasal iktidarına politik bir devrimle son vermeden, toplumsal bir devrimle üretenlerin yönettiği sömürüsüz yeni bir toplum kurmadan, insanlığın büyük çoğunluğuna en ağır acıları yaşatan bu krizden halk yararına bir çıkış yok.
Bu düzen içinde kalındığında kapitalist egemenlerin izleyecekleri politikalar besbelli: Ülke içinde emekçileri yoksullaştırmaya devam etmek, bu politikaya karşı toplumsal tepkileri boşa çıkarmak üzere ırkçılığı, şovenizmi, dinciliği körüklemek ve emekçileri bölüp parçalamak; ülke dışında hammaddelere ve doğal kaynaklara daha ucuza sahip olabilmek, bu politikaya karşı tepkileri etkisiz kılmak için militarizme, savaş ve işgal politikalarına sarılmak; dünyadaki pazar paylarını korumak ve arttırmak için korumacılığa, kur savaşlarına, emperyalist rekabete, silahlanmaya, savaş tehditlerine ve savaşa yönelmek.
Bu gerçekler, içinde bulunduğumuz dönemin sınıf mücadelesinin şiddetlendiği bir dönem olacağını gösteriyor. Bu döneme ilerici ve gerici isyanlar, devrimler, karşıdevrimler ve savaşlar damgasını vuracak. Emperyalist saldırılar, işgaller, iç ve dış savaşlar, ulusal kurtuluş devrimleri ve sosyalist devrimler artık bütün dünyanın güncel konusu olacak, hatta daha şimdiden böyle olmaya başladı bile.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 27 Temmuzda yaptığı açıklamada, "Daha önce kriz Türkiye'yi teğet geçecek demiştim, beni eleştirdiler. Ama öyle oldu. Şimdi de diyorum ki, bu kriz ülkemizi teğet bile geçmeyecek" demişti.
Aslında kriz Türkiye'yi teğet geçmedi, işçileri, emekçileri, orta tabakaları yüreğinden vurup geçti. Ne var ki, bankaların ve kapitalist şirketlerin işleri tıkırındayken, borsa vurguncuları kârlarına kâr katar ve Türkiye'deki dolar milyarderlerinin sayısı hızla artarken kriz teğet geçti diye böbürlenmek neoliberal ideolojinin at gözlüğüyle bakanlar için kolay olabilir ve aynı at gözlüğünü takan egemen medyanın desteğiyle belli kesimlerde inandırıcılık da sağlayabilir.
Ne zaman ki İstanbul borsası da çakıldı, Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, "Dışarıda yağmur yağarsa elbette ıslanırsınız, ancak biz de tedbirimizi alacağız, şemsiyemizi açacağız" diyerek krizin Türkiye'yi etkileyeceğini kabul etmek zorunda kaldı.
Türkiye'nin işbirlikçi oligarşisi, sermaye birikiminin yetersizliğini gidermek için her ne pahasına olursa olsun dış finansman kaynağı arıyor ve bu amaçla yıllardır sıcak parayı çekmek için ucuz döviz politikası güdüyor. Bu yüzden ithalatı patlatıyor ve ucuz ithalatla rekabet edemeyen yerli üretimi iflasa sürüklüyor. İster istemez ithalata bağımlı hâle gelen ihracatı arttırmak için ücretleri düşürüyor, sömürüyü arttırarak ucuz işçiliğe yöneliyor. Zaten büyük kısmını yabancı şirketlere kaptırdığı iç pazarını sosyal harcamaları kısarak daraltıyor.
Bu politikalar sonucunda, yabancı sermayeye bağımlılık, büyük şirket ve devlet borçları, işbirlikçilik, dış açık, bir avuç dolar milyarderi ile yoksulluğu genelleşmiş emekçi çoğunluk arasındaki gelir uçurumu yapısallaşıyor.
Küresel durgunluk ve daralma koşullarında, Türkiye'nin ihracatının azalması ve dış finansman kaynaklarının kuruması şaşırtıcı olmaz. Bu durum emekçi halkın acılarını daha da yoğunlaştırıp yapısal krizi derinleştirecektir. Böylesi koşullarda kapitalist egemenlerin iç politikada baskı ve şiddet eğiliminin artacağı, dış politikada emperyalist merkezlerin taleplerine daha yatkın bir yaklaşım benimseyeceği öngörülebilir. Türkiye egemenlerinin NATO'nun Libya savaşına katılması, Suriye'ye karşı savaş hazırlığına başlaması, Kürt ulusal hareketine karşı seferberlik ilan etmesi, her türlü muhalefeti suçlulaştırmayı amaçlayan sistemli terör politikasına yönelmesi bu bağlamda değerlendirilebilir.
İşçi sınıfının, şehir ve köy emekçilerinin, ezilen halkların çıkarlarını temsil eden her çevrenin kendi politikalarını bu beklenti ve öngörüler doğrultusunda gözden geçirmesi gerekiyor.