İnsan Hakları Mücadelesinin ve Örgütlenmelerinin Yeniden Yapılandırılması Sürecinde İnsan Hakları Savunucularına Bir Çağrı
İnsan hakları savunucuları olarak bizler ne yapmak istiyoruz? Bu hareketin, bu örgütlenmenin içinde niye varız? Bir takım alışkanlıklardan mı? Zamanımızı öldürebileceğimiz başka yerimiz olmadığından mı? Bir insan hakları örgütünün üyesi olmanın sağladığı sosyal statü mü bizi çekiyor? Arkadaşlık ilişkileri mi bizi buraya yöneltiyor? Politik beklentilerimiz mi? Öncelikle bu sorulara cevap vermeliyiz.
Bizler, her birimiz ne yapmak istiyoruz? İnsan hakları mücadelesine neler kat-mayı düşünüyoruz? İnsan hakları sorunlarının çözümü için hangi yolları öneriyo-ruz? Sonra da bu soruları cevaplandırmalıyız?
İnsan hakları mücadelesi mevcut sistem içinde mer'i, yürürlükteki hukuk içi bir mücadeledir diyebiliriz. Ülke içi ve uluslar arası hukuk yollarını kullanarak, insan hakları ihlallerine karşı mücadele edebiliriz. Bu takdirde insan hakları mü-cadelesinin öznesi sınırlı sayıda hukuk insanları olur.
İnsan hakları mücadelesi toplum bireylerinin devletin ve kurumlarının üstün gücüne karşı hukuksal dayanağını 1948 Evrensel İnsan Hakları İlkelerinden alan bir hak mücadelesidir diyebiliriz. Bu takdirde insan hakları mücadelemizi devletin insan hakları ihlallerine karşı yöneltmiş oluruz. Bu takdirde belirli insan hakları ihlalleri öne çıkar: İşkence, tecrit, cezaevi uygulamaları, ulusal ve kültürel haklar gibi.
İnsan hakları ihlallerinin önlenmesi için salt politik tek bir çözüm vardır, onun için insan hakları mücadelesi ve onu yürüten kurumlar politikleşmeli, politik tavır almalı, iktidarı değiştirmeyi hedeflemeli de diyebiliriz; insan hakları mücadelesi yürüten kurumlar iktidarı değiştirmeyi hedefleyen politik örgütlenmelerin parale-linde tavır almalıdırlar da diyebiliriz. İnsan hakları mücadelesinin öznesini belirli politik eğilim ya da eğilimlerle sınırlandırmış oluruz.
Evrensel İnsan Hakları İlkeleri, toplumsal sistem farklılığı gözetmeksizin dün-yada genel kabul görmüş ilkelerdir, 1948'den bu yana yürürlüktedir, insan hakları mücadelesinde toplumsal sistem, felsefi bakış, dini v.b. farklılıklar gözetilmeksizin, insan hakları mücadelesine destek vereceğini beyan eden tüm devlet, kurum ve kuruluşlardan destek alabiliriz diyebiliriz.
1948 Evrensel İnsan Hakları Bildirgesinde yer alan ilkelerin birbirleri ile tama-men uyumlu olduğunu, çelişen yönleri olmadığını düşünebilir; bu nedenle tümü ile savunulmasını gerekli görebilir, değiştirilmesi, geliştirilmesi için ayrıca bir çaba içine girilmesine gerek göremeyebiliriz.
Yaşam hakkı, sağlıklı yaşam hakkı, sağlıklı bir çevrede yaşam hakkı, düşünceyi açıklama hakkı, örgütlenme hakkı, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, kültürel haklar, çocuk ve kadın hakları gibi sayısız insan hakkı ihlallerine neden olan sa-vaşların sonuçlarına karşı çıkar, nedenlerine karşı, dolayısıyla çağımızda savaşın temel nedeni olan emperyalizme karşı bir tavır almayabiliriz. İnsanlara savaşın nedeninin emperyalizm olduğunu söylemeye gerek görmeyebiliriz. İnsanların aklı yok mu; kendileri düşünsünler diyebiliriz.
Bütün bu tercihlerde belirleyici nitelikler olarak, insan hakları mücadelesinin öncelikli konularında sınırlama, insan hakları mücadelesinin öznesini hukuk in-sanları ile ya da belirli politik eğilimlerle sınırlama, 1948 Evrensel İnsan Hakları İlkelerinin birbiri ile uyumlu olduğunu varsayma sonucu emperyalizme karşı tavır almama, insanların insan hakları örgütlenmesi ve mücadelesi ile bir biçimde ilişki-lenerek; daha sonra da katılarak insan hakları bilincine ulaşmalarına ve bu bilinci geliştirmelerine gerek görmeme, insan hakları mücadelesine destek vereceğini sadece beyan eden devlet, kurum ve kuruluşlardan destek alma, bekleme, umma, insan hakları evrensel kriterlerinin geliştirilmesi mücadelesine gerek görememe öne çıkar.
İnsan Hakları Mücadelesinin öncelikli konularının sınırlanması aynı zamanda tabanının, katılımın sınırlanması sonucunu verir. Kendi sorunları için bir çaba görmeyen insanlar, insan hakları bilinçlerinin o anki seviyesi ile de uyumlu olarak, mücadelenin bütününe de katılmazlar. Dolayısıyla insan hakları bilincine sahip olamazlar, geliştiremezler. İnsanın mücadeleye sırf kendi için olsa dahi bir tara-fından katılması insan hakları bilincinin gelişmesinin başlangıcıdır. İnanıyorum ki, burada bulunan hiçbir insan hakları savunucusu insanın duymak, görmek, okumak yanında ve onlardan daha kalıcı ve etkin olarak pratikle,yaparak, emek harcayarak, örgütlü, ortak kollektif emeğe katılarak öğrendikleri bilimsel gerçeğini ret etmeyecektir.
İnsan hakları mücadelesinin konusunun ve öznesinin, katılımcı tabanının sınırlanması sonucu, insan hakları mücadelesinin toplumsal desteği sınırlı kala-cağından hem kurum içi demokratik işleyiş ikinci plana düşecektir, hem de sınırlı
41
toplumsal destek sonucu insan hakları mücadelesi yeterli güçten, şimdiye kadar olduğu gibi yoksun kalacaktır. Ve gözler insan hakları mücadelesinin dışından, hatta onunla çelişen güçlerden yararlanma arayışına dönecektir. İnsan hakları ih-lallerine uğrayan insanların katılmadığı; insan hakları ihlallerinin nedeni olanla-rın kendi çıkarları için, kendi çıkarlarına uygun ölçü ve zamanda destek verdikleri, işlerine gelmediğinde de köstekledikleri bir insan hakları mücadelesi ... mi acaba? Nasıl bir yaman çelişki değil mi?
Somut yaşadığımız örnekte AB'den insan hakları mücadelesinde destek bekle-mek, AB'yi oluşturan devletlerin ve bir emperyalist devletler üstü kuruluş olarak AB'nin kendi insan hakları ihlallerini görmezden gelmek, insan hakları mücadele-sinden AB'nin emperyalist emelleri için yararlanmasına izin vermek; AB ile ABD arasındaki hegemonya savaşında emperyalist merkezler arasında taraf durumuna gelmek, NGO'ların ABD ve AB vakıfları, fonları, çok uluslu tekelleri tarafından yönlendirilmeye çalışıldığını, önemli ölçüde de yönlendirildiğini görememek. İşte insan hakları mücadelesine geçmişte zarar veren yakın gelecekte de dar-be vuracak körlükler.
Kopenhag kriterleri, Helsinki Nihai Sözleşmesi, Yoko-hama Bildirisi... Emperyalist merkezler arası mücadelenin şiddetlendiği, bu mücadelenin Afganistan, Irak gibi ülkeler-de çoğu kez piyonların savaşı görüntüsü altında sıcak savaş haline dönüştüğü günümüzde, emperyalistler arası denge-lerin ürünü belgelere, kriterlere bel bağlamak insan hakları mücadelesini iğdiş etmekten başka ne sonuç verebilir?
İşte, eğer, burada, bu mücadelenin içinde bulunmamızdaki kişisel nedenimiz hem bir insan olarak kendi insan haklarımız hem de toplumsal sorumluluğumuz gereği tüm insanların hakları için mücadele etmek ise ve mücadeleden mutlaka bir sonuç almak istiyorsak, bu mücadelenin insan haklarını tüm yönleri ile kapsaması ve insan haklarına duyarlı tüm insanların katılımı ile olanaklı olduğunu da kabul etmemiz gerekir.
Nedenleri araştırmadan sadece sonuçlarla, katılımcılığı reddederek tek başına insan hakları mücadelesi yürütmek Don Kişot vari, şövalyece, feodal bir mücadele anlayışı olmaz mı?
İşte, bütün bu nedenlerle ben, insan hakları mücadelesinin geleceği için sizlere şu seçeneği sunuyorum. Daha doğrusu her birimizin düşüncesinde, farklı anla-tımlarla kendini bulan bir seçeneği şu şekilde dile getiriyorum:
İnsan hakları örgütlenmeleri bir STK anlayışında değil bir DKÖ anlayışında olmalıdır. Bir uzmanlar kurulu ya da belirli siyasi eğilimlerin buluşma noktası değil, insan hakları ilkelerine inanan, insan hakları mücadelesine katılan hangi siyasal görüşten olursa olsun insanların buluşma noktası olmalıdır. Tepeden tırnağa demokratik olmalıdır. Düşünceyi açıklama özgürlüğü önünde örgüt içi ihlaller olmamalıdır. İletişim kanalları yatay ve dikey, açık olmalıdır. Kurulların, organla-rın, kararların oluşumunda doğrudan demokrasi uygulanmalıdır. İnsanların kendi deneyimleri ile öğrenmelerinin önü açılmalıdır, kesilmemelidir. İnsan hakları ör-gütlenmeleri demokratik ve kitlesel olmalıdır.
Demokratik ve kitlesel olmanın bir önemli koşulu da, insan hakları mücadele-sini konuları açısından zenginleştirmektir. Güncel olarak öne çıkan tecrit, işkence, cezaevi baskıları, ulusal haklar konularının yanında, kadınların, çocukların, has-taların, özürlülerin hakları da güncel eylem kapsamına alınmalıdır. Konu insan hakları ihlalleri olunca, yaşam anlayışı, felsefi görüşü, inanışı, toplumsal statüsü, kariyeri, toplum içinde saygınlığı, politik eğilimi, yürürlükteki hukuka göre ve toplumun değer yargıları açısından suçlu sayılıp sayılmaması insanların hakları-nın korunması yönünde çekinme nedeni olmamalıdır. Politik içerikli konuların yanında sosyal içerikli konular da gündeme alınmalıdır. Devlet ve kurumlarından kaynaklanan ihlaller yanında sermaye güçlerinden, işverenlerden kaynaklanan ihlaller, fabrikalarda, işyerlerinde, aile içinde, okul içinde, örgüt içindeki ihlaller, köyde, tarlada, camide, kuran kurslarında oluşan ihlaller, feodal kalıntıların yol aç-tığı ihlaller ve toplumun sayamayacağımız çok çeşitli kesimlerinde oluşan ihlaller gündeme alınmalıdır. Devletin insan haklarını yok sayan anlayışı yanında top-lumun, bireylerin, çeşitli sosyal kategorilerin, örgütlerin insan hakları anlayışları sorgulanmalı, insan hakları bilinci toplumun tümü itibarı ile geliştirilmelidir.
Eğitim sistemi, müfredatı, kitapları ve uygulamaları kapsamında insan hakları ilkeleri açısından ele alınmalıdır. Çünkü eğitim sistemi insan haklarına duyarsız yığınlar oluşturmaktadır. Aynı zamanda diğer insanların haklarına çekinmeden zarar veren insan tipleri yaratmaktadır. Bu tipler her meslekten karşımızdadır: Hak arayanlara şiddet uygulayan polis, aile içi şiddet yaratan erkek, çocuğunu döven kadın, öğrencisini döven öğretmen, işkence raporu vermeyen doktor, insan haklarına aykırı eylem ve işlemleri savunan avukat v.b. Toplumda insan haklarının kavranmamış olmasının ve duyarsızlığın, devletin ve kurumlarının uygulamaları-na zemin oluşturduğu gerçeğini tartışabilir miyiz?
İnsan hakları örgütlenmeleri insan hakları açısından diğer bütün kurumlar, kuruluşlar, örgütlenmeler ile iletişim ve ortak pratik olanakları yaratmalıdır. İnsan hakları mücadelesi, İnsan hakları örgütlenmelerinin merkezinde ve asli unsuru olduğu, örgütler arası böylesine bir örgü yoluyla etkin olabilecektir.
Ve hepsinden önemlisi bir takım ummalara, beklentilere değil kendi öz gü-cümüze güvenmeliyiz. Gücümüz halkımızın aklında ve yüreğinde yarattığımız meşruiyetimizden gelecektir.
İnsan hakları örgütlenmeleri, insan hakları ilkelerini geliştirme mücadelesi vermelidir. İnsan hakları ilkelerinin 1948'de donduğunu kabul etmek insanlı-ğımızı inkar etmek olur. Durağan hiçbir şey yoktur. Her şey değişir. Tek mutlak değişimin kendisidir. Bugün 1948'deki dünya, 1948'deki dengeler yok. Kapitalist emperyalist sistemin1929 bunalımından çıkışı için savaş ihtiyacı vardı. Hem silah üretimi ve tüketimi ile talep yaratmak, hem de yeni doğmuş sosyalist sistemi boğ-mak için Alman nazizmi eli ile savaş ihtiyacı karşılandı. Evdeki hesap çarşıda şaştı. Sovyetler boğulamadı. Güçlendi. Doğuşunda destekledikleri Alman Nazizmini tu kaka yaparak, yargıladılar.Çünkü kendilerini insanlık önünde aklamaya ve insan-lığın gözlerini boyamaya ihtiyaçları vardı. Güçlü bileği öptüler. Sovyetler Birliği ve enternasyonal emek hareketi ile uzlaştılar. Bir çok insan hakkını kabul etmek zorunda kaldılar.
Fakat karşısına da tarihin çok eski dönemlerinden başlayarak insan emeğinin ürünlerine zorla el koymaktan kaynaklanan mülkiyet hakkının kayıtsız koşulsuz kullanılabilirliğini koyarak sistemlerini korudular. Emperyalist merkezlerin tarihin her döneminden daha saldırgan, bahanelere bile gerek görmeyen bir pervasızlıkla savaş çıkarttıklarını gözlerimizle gördük ve yaşadık. Bu gerçeği göre göre, yaşaya yaşaya hala savaşların temel nedeninin emperyalizm, emperyalist merkezler ve diğer ülkelerdeki işbirlikçileri olduğunu toplumun bilincine çıkarmaktan kaçın-manın insan hakları mücadelesi açısından kabul edilebilir bir gerekçesi olamaz.
Mülkiyet Hakkını Sınırlayalım
Şiddete karşı kendini savunan insanın, haklarını kullanmaktan alıkoymak için üzerlerine şiddet uygulanan insanların, toplulukların, ulusların; sömürünün sürdürülmesi için üzerlerine zor, şiddet uygulanan sömürülen sınıf ve tabakaların, emperyalist saldırıya karşı ülkelerini savunan ulus ve halkların savaşlarını genel bir savaş karşıtlığı kapsamı içinde bilerek, bilmeyerek mahkum etmenin savaş karşıtı mücadele ile, insan hakları mücadelesi ile nasıl bir tutarlığı olabilir? Sadece sonuçlara karşı durarak nedenleri göz ardı etmenin bizi getireceği yer başka neresi olabilir?
Emperyalizmin kapitalizmin tekelci ve saldırgan aşaması olduğunu bugün söyleyenler sadece marksistler değildir. Kapitalistler de değneksiz köyde başıboş kalmanın rahatlığıyla bugün kendi söylemlerince söylüyorlar bunu. 1948 Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi'nin mülkiyet hakkına ilişkin maddesinin yeniden düzen-lenmesi zorunluluğu doğmuştur. Mülkiyet hakkının kapitalist ve emperyalistlerce başıboş kullanımı gerek ülke içinde gerek dünya ölçeğinde insanların en temel hakkı yaşam hakkını dahi ortadan kaldırıyor. Mülkiyet hakkı diğer insan haklarını önleyici, engelleyici, yok edici yönde kullanılamaz.
Aynı zamanda bir çevreci olarak dünya çevrecilerinin bir sloganını sizlere ak-tarmak istiyorum: En büyük çevre sorunu insanın yoksulluğudur.
Sağlıklı, doğal bir çevrede yaşama hakkı temel insan haklarından biridir. Dün-ya ormanlarının yok edilmesinden, atmosferin, suyun ve toprağın kirletilmesine, açgözlü rant hırslarıyla çarpık yapılaşmaya kadar tüm çevre sorunlarının gerisinde üretim araçları mülkiyetini elinde tutan az sayıda kapitalistin, çok uluslu tekellerin bulunduğunu biliyoruz. İşte yine mülkiyet hakkının sınırsız, koşulsuz kullanımı-nın diğer insan haklarının çiğnenmesi sonucunu verdiğini gösteren bir örnek.
Bu nedenle insan hakları örgütlenmeleri mülkiyet hakkının kullanımının sınırlandırılmasını savunmalıdır. Bu politik bir program değildir. İktidar ve sistem değişikliğine de yönelik değildir. Sadece bu hakkın kullanımının diğer insan hak-larına vereceği zararın önlenmesi hedefleniyor.
Çok ilginçtir ki, insan hakları mücadelesinin ve örgütlenmelerinin yeniden yapılandırılması sürecinde, dar bir uzmanlar kurulunu savunanlar da farklı ama dar mücadele anlayışlarını savunanlar da aynı zamanda insan hakları mücadele-sinde kendi öz gücümüzü hareket geçirmek yerine, uluslar arası kuruluşlara bel bağlayanlar oluyor. AB gibi, AB'nin insan hakları kriterleri gibi. Hatırlar mısınız? Türkiye'nin bugün kafasını duvara tosladığı bu yola girişi 1950'lerde ABD'nin demokratikliği propagandaları ile başlamıştı. Ne yalan söylemeli, ABD süttozları ve eritme peynirlerinden nasiplenenlerden biriyim ben de. Ne hikmetse ters etki yaptı. Şimdi de Avrupa'nın demokratikliği masallarını mı dinleyeceğiz? Bilirsiniz, Avrupalıların eli Amerikalılardan çok daha sıkıdır.
Yine çok ilginçtir, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin insan hakları ihlallerine karşı, onun stratejik ortakları AB ve hatta ABD'den umutlanılıyor. Güncel hukuk-sal olanaklardan yararlanmak başka bir şeydir; bu beklentileri, umutları örgütün politikası, yapısı, içeriği haline dönüştürmek başka bir şeydir.
Sonuç olarak sizleri, insan hakları örgütlenmelerini bir uzmanlar kurulu ha-linde ya da politik eğilimler paralelinde daraltılarak, kitleselliği, demokratikliği ortadan kaldırılarak ve emperyalizmden söz etmekten çekinilerek yeniden yapı-landırılmasına karşı çıkmaya çağırıyorum:
Öneriyorum:insan hakları örgütlenmeleri, demokratikleşerek, kitleselleşerek, toplum içinde ve örgütsel planda etkin ilişkiler ağı örerek, insan hakları ihlalleri-nin asıl kaynaklandığı merkezlerden ve onların yan kuruluşlarından bir beklenti içine girmeyerek; savaşın ve insan hakları ihlallerinin bugünkü dünyada temel kaynağının emperyalizm olduğunu halkın bilincine çıkararak, insan hakları kri-terlerini geliştirme mücadelesi vererek, mülkiyet hakkının kullanımının sınırlan-masını talep ederek yeniden yapılanmalıdır.
İnsan hakları savunucularını yeniden yapılandırma konusunda özetlediğim iki görüş karşısında açık ve kesin tutumlarını ortaya koymaya çağırıyorum.