Başbakanlığa bağlı İnsan Hakları Danışma Kurulu'nun hazırladığı "Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu", Başbakanlık binasında basın toplantısıyla kamuya sunulurken, raporu Kurul Başkanı Profesör İbrahim Kaboğlu'nun elinden kapan Kamu-Sen Genel Sekreteri Fahrettin Yokuş tarafından kameraların önünde yırtılıverdi. Milliyetçi Hareket Partisi güdümündeki bu sendikanın sekreteri aracılığıyla bütün şovenist çevreler azınlık haklarını ve kültürel hakları tanımayacaklarını bir kez daha ilan ettiler.
İnsan Hakları Danışma Kurulu'nun hazırladığı rapor, 80 yıldır uygulanan baskıcı ve assimilasyoncu politikaların aslında Lozan anlaşmasının hükümlerine de ters düştüğünü, bu anlaşmayla sadece gayri müslim cemaatlere değil, bütün ahaliye tanınan kendi dilini serbestçe kullanma ve kültürünü yaşama haklarının bir türlü uygulanmadığını belirtiyordu. Gayri müslim cemaatlere genel olarak tanınan hakların Lozan'a aykırı olarak sadece Rum, Ermeni ve Yahudiler'le sınırlı olarak yorumlandığını; diğer gayri müslim cemaatlerin yok sayıldığını; uygulamada Rum, Ermeni ve Yahudi vakıflarının önüne sürekli engeller getirilerek onların yurttaşlık haklarının çiğnendiğini; egemen konumdaki Sünni Türklerin dışındaki müslüman bütün yurttaşlara da tanınan dil ve kültür haklarının ise daha en baştan, toptan ve kesinlikle reddedildiğini açıklayan rapor, bu durumun düzeltilmesini öneriyordu.
Öneriye göre, bir etnik alt kimlik olan Türklüğün üst kimlik olarak dayatılması yerine Türkiyelilik üst kimliği benimsenmeli; bütün alt kimlikler bu üst kimlik çerçevesinde kendi dillerini ve kültürlerini geliştirebilmeli; resmi dili Türkçe olan üniter devlet ve Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğü korunarak bütün azınlıklara eşit dil ve kültür hakları verilmeliydi. Rapora göre, Avrupa Birliği'nin öngördüğü insan hakları anlayışı da zaten böyle bir modeli öngörüyordu.
Rapor, siyasal meşruiyet kaynağını Lozan anlaşmasına dayandıran bütün iktidar çevrelerinde büyük bir hoşnutsuzluk ve düşmanlıkla karşılandı. Avrupa Komisyonu'nun İlerleme Raporu'nda özellikle Kürtlere ve Alevilere atfen yer alan "müslüman azınlıklar" tanımlamasından hoşnut olmasalar da konuyu geçiştirmeye çalışanlar, harekete geçtiler. Raporu hazırlayanlar gaflet içinde olmakla, bölücülük sapkınlığıyla ve egemen siyasal zihniyet dünyasının meşhur formülü "gaflet, dalâlet (sapkınlık) ve hıyanet" üçlemesinin son ayağı olan vatan hainliğiyle suçlandı. Yazarlar, ülkeyi bölüp parçalamayı amaçlayan Sevr özlemcileriydiler!
Seçimle değil, Başbakanlığın atamasıyla göreve gelen, siyasal kültürümüzün egemen ideolojisi olan Kemalizmi benimsemekte herhangi bir tereddüdü olmayan, Kemalizmi siyasal liberalizmle kaynaştırarak devletin Avrupa Birliği'ne girme hedefine uygun hale getirmeyi amaçlayan Baskın Oran ve İbrahim Kaboğlu gibi ülkenin önde gelen kurumlarında görevli önde gelen reformcu aydınların bile ihanetle suçlanması, egemen düzen adına gerçekten ibret vericidir. Ne var ki, cin artık şişeden çıkmış bulunuyor. Tartışmaların önünü kesme girişimleri ters tepecektir.
İşin tuhafı, çoğunluğa göre nüfusça az olmayı ifade eden "azınlık" kavramının tarihsel yüklerinden hiç hoşnut olmayan, bu adlandırmayı kabul ederlerse, çoğunluğun gözünde "dış düşmanların uzantısı" olarak algılanacaklarından ve öyle muamele göreceklerinden korkan Kürt ve Alevi çevreleri, kendilerinin azınlık olmadıklarını, asli unsur olduklarını ve çoğunluğun parçası olduklarını ilan ettiler. Kürt ulusal hareketi adına konuşan kimi sözcüler, Kürtler'in öteki azınlıklarla eşitlenemeyeceğini, Türkler gibi asli unsur olduğunu, Anayasada yapılacak bir değişiklikle bu durumun belirtilmesini istediklerini açıkladılar. Alevi-Bektaşi örgütleri ise azınlık tanımından rahatsız olduklarını, ancak bir inanç grubu olarak tanınmak istediklerini açıkladılar, cemevlerinin yasal statüye kavuşturulmasını ve hükümetin kendilerini taraf olarak kabul edip masaya oturması çağrısında bulundular.
Soruna proletaryanın bütün emekçilerin birliğini esas alan eşitlikçi ve özgürlükçü bakış açısıyla yaklaşanların tutumu açıktır. Bizler tutarlı olarak enternasyonalistiz. Şovenizmi her biçimiyle reddediyoruz. Nüfuslarına, sayılarına, bölgelerine, ırklarına, renklerine, kökenlerine, inançlarına, yaşam tarzlarına bakmaksızın bütün halkların tam eşitliğinden yanayız. Hiçbir dile ve kültüre ayrıcalık istemiyoruz. Toplum yaşamının her alanında her dilin ve kültürün serbestçe varolmasından yanayız. Anayasaların ve yasaların her halkın tam eşitliğini güvenceye almasını istiyoruz. Ulus anlayışını bir dil veya din grubuna ayrıcalık tanıma üzerine kuran baskıcı ve asimilasyoncu yaklaşımlara karşıyız. Aynı topraklar üzerinde yaşayan bütün halkların her açıdan eşit ve özgür olduğu, toprak birliğine dayalı bir ulus anlayışını savunuyoruz ve bu eşitlikçi ve özgürlükçü ulus anlayışını insanlığın ulus kategorisini aşan enternasyonalist birliktelikler oluşturma özlemiyle kaynaştırıyor, onu savaşsız, sömürüsüz, sınırsız bir dünyaya giden yolda geçici ve gönüllü bir aşama olarak değerlendiriyoruz. Sorun şu ya da bu adın, şu ya da bu tanımlamanın ötesinde, insanları azınlık ve çoğunluk, güçlü ve güçsüz durumuna düşürmeyecek hakların ve güvencelerin hem yasal düzlemde hem fiili yaşamda sağlanmasıdır.
İşte bu anlayışı yaygınlaştırdığımızda, emperyalizmin ve kapitalizmin, ulusal ve dinsel bağnazlığın halkları birbirine düşürmesini, düşmanlıkları ve savaşları körüklemesini önleyebilir, yeryüzünü insanlığa yaraşır bir dostluk ülkesi haline getirebiliriz.