Sovyetler Birliği'ni ortadan kaldıran gelişmelerin başlangıcını, bilindiği gibi, Mihail Gorbaçov'un l985 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin Genel Sekreterliğine getirilmesi oluşturmuştu.
Gorbaçov ve kafadarları l987'ye kadar sosyalizmin rönesansından, Sovyet toplumunda yıllar içinde biriken çeşitli sorunları sosyalist bakışla düzeltmekten, emekçilerden kopmuş bürokrasinin kendini beğenmiş tutuculuğunu kırmaktan dem vurdular. Ne var ki, ülke içinde ve uluslararası alanda başlangıçta devrimci ve ilerici güçler tarafından sevinçle karşılanan Glasnost (açıklık) ve Perestroyka (yeniden yapılanma) sloganlarının içi l987'den sonra kapitalizme ve emperyalizme teslimiyet politikalarıyla doldurulmaya başlandı. "Yeni politik düşünce" adı verilen bu politikalar ülkede karşı devrimci bir ortam yarattı ve l991 yılında Sovyetler Birliği tarihe karıştı.
1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi'nden bu yana ezilen halkların dostu ve emperyalizmin korkulu rüyası olan ilk sosyalist ülkenin dağılması Sovyet işçi ve köylülerine olduğu kadar bütün ilerici insanlığa da ağır zarar verdi. Eski sosyalist ülkeler yeni kapitalist "soyguncu baronlar"ın yönetiminde birer mafya cumhuriyetine dönüştüler ve emperyalizmin boyunduruğuna düştüler. Sovyet gücünün yarattığı tehditten kurtulan ABD önderliğindeki kapitalist-emperyalist cephe, tek kutuplu bir dünyada keyfince at oynatmaya başladı. Varşova Paktı'nın kendini feshettiği bir ortamda NATO, eski Varşova Paktı ülkelerini de içine alarak daha da genişledi.
Zamanında karşı konulması güç bir akım haline gelen "yeni politik düşünce"nin, dünya proletaryasının ve ilerici insanlığın bütün kazanımlarını yok eden bir sam yeli olduğu bu kadar kısa süre içinde apaçık ortaya çıkınca, modası aniden geçti. Tarihin en büyük karşı-devrimine ebelik eden bu programın gözden düşmesi kuşkusuz olumluydu. Ne var ki, adı geçen çizginin, derinliğine irdelenmeden, bileşenleri incelenmeden, verdiği zararlardan köklü dersler çıkarılmadan ve bu dersler devrimci saflarda özümsenmeden çabucak unutulmaya terk edilmesi olumsuz sonuçlar doğurdu. Yara devrimci ve ilerici cephede için için işlemeye devam etti, bünyemizi zehirlemeyi sürdürdü ve ne yazık ki hâlâ sürdürüyor.
Karşıtlarımızı Ortak Saymak
Uluslararası işçi sınıfının kurtuluş öğretisi olan Marksizm-Leninizmin yerine geçirilen "yeni politik düşünce"nin özünü oluşturan ilke, "karşıtlarımızı partner (ortak) olarak görmek" şeklinde formüle ediliyordu. Buna göre, sınıf kavramı, dar ve eskimiş bir anlayışın ürünüydü ve bir tarafa atılmalıydı.
İddiaya göre emek ile sermaye, proletarya ile burjuvazi, yoksul köylüler ile büyük toprak beyleri, ezilen halklar ile emperyalistler ve sosyalizm ile kapitalizm arasında bağdaşmaz çelişmeler yoktu. Bu güçleri birleştiren noktalar ayıran noktalardan çok daha önemliydi. Bilimsel ve teknolojik ilerlemeler öylesine baş döndürücü değişmeler yaratmıştı ki, bilgi ve girişimcilik öne geçmişti.
Böylesi bir ortamda, kapitalist ve emperyalist sömürü, sınıf mücadelesi, toplumsal ve siyasal devrim kavramları her türlü geçerliliğini yitirmişti. Devrimler çağı sona ermişti, büyük toplumsal çatışmalar dönemi bitmişti. Günün parolası çatışma ve devrim değil, işbirliği ve evrimdi.
Artık farklı sınıfları değil olsa olsa farklı üretim faktörlerini temsil eden toplumsal kesimler, sınıfsal niteliğini kaybetmiş evrensel bir demokrasi içinde işbirliği ve evrim yoluyla insanlığın sorunlarına çözüm arayacak, "uygarlık krizi"ni aşacaklardı.
Yoksulluk, cehalet, azgelişmişlik, çevre kirliliği, silahlanma ve savaş gibi sorunlar kuşkusuz vardı ama bunların kaynağını kapitalizme ve emperyalizme bağlamak yanlıştı. Bağımsızlığın ve bağımsızlık mücadelesinin yerini karşılıklı bağımlılık gerçeği almıştı. Kapitalist ve emperyalist sisteme son vermeden genel refaha, silahsızlanmaya ve barışa kavuşmak mümkündü. Militarist olmayan bir kapitalizm gerçek bir olasılıktı. Kapitalizm ile sosyalizmin bir sentezini yapmakla dünya sorunları kestirmeden çözülebilirdi; sosyalizm kapitalist piyasanın verimli araçlarından, kapitalizm ise sosyalizmin sosyal politikalarından çok şey öğrenebilirdi.
Karşıtlarımızı Düşmansız Bırakmak
"Yeni politik düşünce" savunucuları, çeşitli toplumsal ve siyasal güçler arasında görüş ve anlayış birliğinin olmadığını kabul ediyorlardı. Ama onlara göre, bu görüş ve anlayış farklılıkları, köklü ekonomik ve siyasal çıkarlardan kaynaklanan sınıfsal bir nitelik taşımıyordu. Daha çok, çağın gerçeklerini daha iyi kavrayan ilericilerle bu konudaki kavrayışları daha dar olan tutucular arasındaki bir zihniyet farkının sonucuydu.
Günümüzde devrimci, karşı-devrimci, gerici gibi sıfatların anlamı kalmamıştı; üstelik ilerici ve tutucular arasındaki fark da gayet göreceliydi. İlerici politikalar, daha geniş görüşlü olan ilericilerin daha dar görüşlü tutucuları ikna etmeleri yoluyla hayata geçirilmeliydi. Bu amaçla "karşıtlarımızı düşmansız bırakmak" taktiğini sık sık kullanmak gerekebilirdi.
Karşıtlarımızı düşmansız bırakmak, onların tehdit olarak algıladıkları radikal amaçlarımızı yumuşatmak, köklü hedeflerimizi küçültmek, ılımlı bir çizgiyi benimseyip adım adım ilerlemeye razı olmak ve hatta tutucuların ellerindeki son kozları almak için kendi örgütsel varlığımıza son vermek anlamına geliyordu. Çatışmanın ve gerilimin taraflarından biri olarak biz örgütsel varlığımızdan bile vazgeçme fedakârlığını göze aldığımızda, karşıtlarımızı iyi niyetimize inandırabilir, onları gerçekten partnerimiz olarak gördüğümüzü kanıtlayabilirdik. Böylece yaratılan yumuşama ortamında uygar yaşamın gerektirdiği reformları yapmak mümkün olurdu.
"Yeni politik düşünce" bayraktarlarına göre, "karşıtlarımızı partner olarak görmek" ilkesini hayata geçirmek için mutlaka uygulanması gereken "karşıtlarımızı düşmansız bırakmak" taktiğinin şüphesiz riskleri vardı, ama çağdaş politika risk almayı gerektirirdi; büyük politika ancak böyle yapılabilirdi. Çağımız aynı zamanda medya çağıydı; radikal amaç ve hedeflerden böylesine radikal bir şekilde vazgeçmek ister istemez medyanın ilgisini çeker, böylece kamuoyunu etkileme olanağını ele geçirirdik.
Politik ve Örgütsel İntihar
Marksizm-Leninizmin temel kavramları açısından bakıldığında "yeni politik düşünce" tepeden tırnağa revizyonistti; felsefi olarak anti-diyalektik bir idealizm, siyasal olarak son derece sığ bir reformculuk, ekonomik olarak kapitalizm hayranlığı, örgütsel olarak likidasyonizm anlamına geliyordu. Liberalizmin, reformizmin ve milliyetçiliğin tutarsız bir bulamacı komünist öğretiye dayalı enternasyonalist projenin yerine geçiriliyordu. Bu çizgi, komünistler ve devrimciler açısından intihar demekti.
Sovyetler Birliği'nde yeni çizgiyi eleştirenler çeşitli yollarla karalanıp tasfiye edildiler. "Yeni politik düşünce"yi Sovyetler Birliği Komünist Partisi'ne ve Sovyet devlet aygıtına egemen kılan Gorbaçov ve çevresi, dünya komünist hareketine ve ulusal kurtuluş hareketlerine de aynı çizgiyi dayattı. Komünistlere ve kurtuluş savaşçılarına kendilerini yeni politikalara uydurmaları "tavsiye edildi"; uyum sağlamayanlar kendileri bilirlerdi, herhalde başlarının çaresine bakabilirlerdi.
Gorbaçovcular, "yeni düşünce"yi emperyalist ve kapitalist çevrelere tanıtmak için dünya çapında yoğun bir kampanya açtılar. Kös dinlemiş dünya emperyalist burjuvazisinin kaşarlanmış temsilcileri, "şeytani imparatorluk" diye ilan ettikleri Sovyet sosyalizminin başına geçen çaylakların "kapitalizm ile sosyalizmin üstün yönlerini kaynaştırma, evrensel işbirliği, silahsızlanma ve sonsuz barış" vaazlarını tatlı bir ninni niyetine hoşnutlukla dinledi ama soğuk bir edayla, "Bunlar güzel sözler, ama yetmez. Size neden inanalım; belki taktik yapıyorsunuzdur. Sizi iş başında görelim; dünyanın dört bir köşesinde çıkarlarımıza zarar vermekten vazgeçtiğinizi somut olarak gösterin bize" yanıtını verdi.
Bunun üzerine Gorbaçov ile Reagan ve daha sonra Bush arasında art arda zirveler yapıldı. Her zirvede Gorbaçov karşılıksız daha da ileri ödünler verdi. Silahsızlanmada sıfır çözüm, nükleer silah kullanımında moratoryum, NATO'nun ve Varşova Paktı'nın aynı anda dağıtılması teklifleri, ortak Avrupa evi projesi derken Afganistan, Küba, Filistin, Ortadoğu, Afrika; ardından, Doğu ve Orta Avrupa'daki sosyalist ülkeler masaya sürüldü. Avrupa'da Faşizme Karşı Büyük Savaş'ın bütün kazanımları 1989'da bir çırpıda emperyalizme teslim edildi.
Sıra Sovyetler Birliği'nin kendisine gelmişti. "Yeni düşünce" taraftarları artık söylemlerini hızla değiştirmeye başlamışlardı: Kapitalizm ile sosyalizmi kaynaştırmak aslında imkânsızdı; çünkü, sosyalizm insanlığın normal gelişim yolundan bir sapmaydı; sosyalizmi kurma girişimi, tarihi bir hata, tehlikeli bir hayaldi. Toplumsal eşitlik insan tabiatına aykırıydı; işçilerin tembelliğini teşvik etmekten başka bir şeye yaramazdı; özel mülkiyet kutsaldı; piyasa her derde devaydı; bencillik, bireycilik, kâr peşinde koşmak gelişmenin motoruydu; milliyetçilik sağlıklı bir duyguydu; bireyler ve halklar arasında elbette bir hiyerarşi olacak, yetenekli ve çalışkan bireyler ve topluluklar böylece ödüllendirilecekti. Kapitalist ideoloji mükemmeldi; komünist ideoloji saçmalıktan ibaretti.
Kısacası, merkez kendisini inkâr etmiş, intihar etmişti. Bu hava içinde Aralık 1991'de Sovyetler Birliği Komünist Partisi kapatıldı, Sovyetler Birliği dağıtıldı: İpler artık Gorbaçov'un değil, Yeltsin'in elindeydi. Gorbaçov'a ve "yeni düşünce"ye artık ihtiyaç yoktu. Vahşi liberalizm yeter de artardı. Komünizm her görüldüğü yerde ezilmeli ve yasaklanmalıydı. Sonrası biliniyor: Kapitalist emperyalizm "yeni düşünce" sayesinde neredeyse taş atıp kolunu yormadan tarihin en büyük ganimetine konmuş oldu. Artık gün ABD'nin önderliğindeki yedi emperyalistler grubunun ve NATO'nundu. Şimdilik hâlâ onların.
Türkiye'de "Yeni Düşünce"
"Yeni düşünce" Türkiye'de önce TKP'ye musallat oldu. 1983 yılında yapılan 5. Kongre'de kabul edilen programın ve NATO'cu faşist diktatörlüğe karşı genel direnişi örgütleme kararının daha mürekkebi kurumadan, Haydar Kutlu yönetimi Gorbaçov'un papağanlığına başladı. "Barış ve Ulusal Demokrasi Alternatif Programı" kabul edildi. TKP'nin Türkiye'deki egemen kesimler dahil herkesle "demokrasi ve barış için" işbirliğine hazır olduğu ilan edildi.
Buna göre, NATO'dan çıkmak, faşizme karşı mücadele etmek, tekelci sermayeye karşı direnmek, militarizme son vermek artık söz konusu değildi. Başta TÜSİAD olmak üzere eskiden sınıfsal karşıtımız olan bütün güçlerin partner olarak görülmesi gerekiyordu. Programdan günlük çalışma tarzına, sloganlardan kavramlarımıza kadar herşey yenilenmeli, genel zihniyetimiz kökten değişmeliydi; gün çağdaşlık günüydü.
Sermayeye uyum sağlamayı amaçlayan yenilenmeci program, kapitalizmin ve emperyalizmin sadık uşağı 12 Eylül faşizminin zulmünü iliklerine kadar yaşayan partililere ve sempatizanlara bu teslimiyet çizgisini kabul ettirebilmek için TİP ve TKP birliği ambalajıyla sunuldu. İki partinin TBKP adıyla birleşmeye karar verdikleri açıklandı ve Kasım 1987'de Haydar Kutlu ile Nihat Sargın ülkeye dönerek teslim oldular.
Haydar Kutlu, TBKP'ye en yakın partinin kapitalistlerin gözdesi ANAP olduğunu açıkladı. Sağcı çevreleri memnun etmek için, solun en haklı olduğu bir konuda bile günah çıkardı: Solcuların zamanında Boğaz köprüsüne karşı çıkarak hata ettiklerini ilan etti. Likidatörlerin burjuvaziye ve emperyalizme yaranmak için böylesine alçalması bile, devletin kılını kıpırdatmadı. Yasal olarak kurulan TBKP bir süre sonra Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı.
Peki, "yeni düşünce" Türkiye'yi, demokrasi, bağımsızlık, eşitlik, hukuk ve barış açısından bir santim ileriye götürdü mü? Türkiye'de yaşayan herkes bu sorunun yanıtını kendi deneyimlerine dayanarak kolayca verebilir.
TBKP'den sonra "yeni düşünce" art arda başka yapılara da sıçradı. Örnekleri herkes tarafından biliniyor. Şimdi sıra Kürt ulusal hareketine gelmiş görünüyor. Öcalan, yeni dünya düzenine uyum sağlamakta geciktiklerini, demokrasinin erdemlerini yeni anlamaya başladıklarını, ama bu yolda yürümeye kararlı olduklarını açıkladı. Sovyet sisteminin çözülüşünün başta Doğu Avrupa olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde demokratikleşmeye yol açtığını, birey özgürlüğüne değer veren Amerika'nın sapasağlam ayakta olduğunu, ama bireyi geliştirmeyen totaliter sosyalizmin yıkıldığını bildiklerini söyledi. Demokrasinin yirminci yüzyılda faşizmin total amansız diktatörlüğü ile zıt yöndeki reel sosyalizmin totaliter rejimlerine karşı direnerek yüzyılın sonunda kesin zaferini ilan ettiğini, toplumun yüceltilmesi gereken ifadesi olarak devlete saygılı ve bağlı olduğunu, sorunların çözüm dilinin isyan veya devrim olamayacağını, barış içinde anayasal evrim yolunun geçerli olduğunu, yirminci yüzyılın sonunun bunu böyle emrettiğini, üniter devlete inandığını, siyasi kimlik değil, demokratik ve kültürel kimlik istediğini, Misak-Millinin gereklerinin çağdaş ölçüler içerisinde geliştirilmesine yani büyütülmesine çalıştığını, Türkiye'nin iç barışından aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşmasını arzuladığını, Ortadoğu'da liderlik döneminin Orta Asya'dan Balkanlar ve Kafkasya'ya kadar etkili olma anlamına geleceğini, Türkiye'nin genel ekonomik yapısının bölge olanakları kadar, oradan Ortadoğu'ya taşırılmasıyla gerçekten bir hamle sürecine gireceğini, yasal sürecin işlemesiyle devletle bütünleşmek için kendisinin ve taraftarlarının herşeyi yapacağını belirtti. Son olarak, silahları bırakma kararı aldıklarını ve bunun samimiyetini kanıtlamak için bir grubun silahlarıyla birlikte devlete teslim olacağını ilan etti.
Süreç devam ediyor. Sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.
Sonuç
Yazıyı Ürün kitap dizisinin 15-16 Haziran 1997 tarihli ikinci sayısında yayımlanan "Ölümü Gösterip Sıtmaya Razı Etmek" adlı makaleden yapılacak uzun bir alıntıyla -"yeni düşünce"yi çözümlememize belki bir ölçüde yardımcı olabilir umuduyla- bitirelim:
"Süleyman Demirel'in de sık sık tekrarladığı gibi, 'ölümü gösterip sıtmaya razı etmek' kapitalist politikanın en etkili yöntemlerinden birisidir. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek, insanları 'ya diz çökersin, ya ölürsün', 'ya sürünmeyi kabul edersin, ya yok olursun' dışında başka bir seçenek düşünemez noktaya getirecek kadar korkutmaya, korkutarak mantıklarını felce uğratmaya dayanan bir şiddet yöntemidir.
Bu yöntemle rakibin sağlıklı düşünebilme yetisi kısa yoldan köreltilir; soğukkanlılıkla kapsamlı bir değerlendirme yapması, imkânları ve riskleri tartıp kendi hedefine erişmenin yolunu bulması engellenir.
Yöntemin esası kuşkusuz fiilen şiddet uygulama gücüne dayanır. Duruma göre katliam, faili meçhul cinayet, yargısız infaz, kaybetme, yaralama, tutuklama, işkence, zindana kapatma, sürgün, yasaklama, yasadışı ilan etme, işsiz bırakma vb. şeklinde uygulanan fiili şiddet maddi etkisinin yanı sıra psikolojik bir etki de doğurur, 'ibret olur'. Uğranılan şiddetin hatırası kurbanların ve izleyicilerinin zihninde varlığını sürdürdükçe, yeni tehditlerle -ister gerçek olsun, ister abartılı veya hayali olsun- rakibin iradesini kırmak, onu olağan koşullarda kabul etmeyeceği çözümlere razı ederek kendi öz programından caydırmak kolaylaşır.
Sermaye ile devletin emeğe karşı mücadelesinde ölümü gösterip sıtmaya razı etme yöntemine sistemli olarak başvurulduğu görülür. Yöntemin amacı, kapitalist sisteme karşı başkaldırmaya cüret edenleri 'terbiye etmek', işçi sınıfına 'haddini bildirmek', komünistleri ve dostlarını yeni bir dünya idealinden vazgeçirmek, kapitalizmin oyun kurallarına boyun eğdirip çizmeyi aşmamalarını sağlamak, kısacası onları kapitalist egemenliğe razı etmektir.
Ölümü gösterip sıtmaya razı etme yönteminin tamamlayıcısı bellekleri silme yöntemidir. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme fiili savaş, bellekleri silme ise psikolojik savaştır. Fiili savaşla psikolojik savaş sürekli birbirini doğurur ve tamamlar; her ikisi birden topyekün sınıf savaşının eşgüdümlü öğeleri olarak işlev görür.
Bellekleri silme, bir tür beyin yıkamadır. Amacı, rakibin referans noktalarını, temel kavramlarını, tarihini ve toplumsal dilini unutmasını sağlamaktır. Bellekleri silme operasyonuyla, rakibin kollektif belleği, mücadele deneyimi, tarihi kazınarak atılır ve zihinlere düzmece bir tarih, uydurma bir yazılım yüklenir. Toplumsal dil tersine çevrilir; zalim mazluma, katil kurbana, eğri doğruya, kötü iyiye, yalan gerçeğe dönüştürülür.
Sonuçta, korkutularak iradesi felce uğratılan, kendi programından vazgeçirilen rakip, bellekleri silme operasyonuna tabi tutularak daha da yumuşatılır ve hatta kendisine şiddet uygulayan gücün karşıt programına kazanılır. Yüce ideallerle işe başlayan korkusuz savaşçı, egemenliğini yıkmak için yola çıktığı gücün bir uydusuna, düşmanının çekip çevirdiği iradesiz bir zavallıya dönüşür."
Ama tarih devam eder. Kapitalizme ve emperyalizme karşı eşitlik ve özgürlük mücadelesi durmaz. Zulüm sonsuza kadar sürmez.