Sosyalist Dergi: 4 |  Derya Özdemir |
KAPİTALİZMİN MERKEZİNDE KAHROLSUN KAPİTALİZM

     Geçen bin yılın Kasım ayında Dünya Ticaret Örgütü'nün "Milenyum Raund" olarak adlandırılan toplantısı yapılacaktı, eğer on binlerce işçi, emekçi protestolarla bu toplantıyı büyük bir kararlılıkla engellemeselerdi. Dolayısıyla karar alınamadan sonuçlandı toplantı ve 2000 yılında Cenevre'de yapılması planlanan toplantıya ertelendi istemeyerek de olsa. İşçileri ve emekçileri sokağa döken ve kısa adı WTO, bizde DTÖ olan Dünya Ticaret Örgütü nasıl bir örgüttür, ne zaman kuruldu ve neden bu kadar tepki topluyor?


     DTÖ aslında 1948'de GATT ile dünya gündemine girdi, uluslar arası platformda yıllarca süren görüşmelerle şekillendi, 1 Ocak 1995 yılında da kuruldu. 134 ülkenin kurduğu bu örgüt Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) tarafından düzenlenen "Uruguay Raund" sonrası alınan kararlar doğrultusunda oluşturulmuştur.
     "Uruguay Raund" yapılan 8 toplantının sonuncusudur ve 1986'da Uruguay'da başlayıp 1993'de Marakeş (Fas) Sonuç Bildirgesi ile sona ermiştir. Bunun ardından DTÖ kurulmuş ve son yılların en güçlü uluslararası enstitülerinden biri haline gelmiştir.
     GATT'ın Uruguay Raundu öncesinde ülkeleri gümrük tarifelerini düşürmeye zorladığını ve böylece ticaret önündeki engelleri kaldırmaya ve bu sayede de ticareti teşvik etmeye çalıştığını biliyoruz. DTÖ'nün oluşturulması ile birlikte üye ülkelerden meydana gelen bu örgütte tamamen büyük şirketlerin sözü geçmeye başladı. DTÖ ticaretin önündeki tüm gümrük engellerini ortadan kaldırmayı planlıyordu. Hedeflerinden biri aslında ticareti olumsuz etkileyebileceği varsayılan ulusal ve yerel koruyucu mevzuatı tümüyle ortadan kaldıracak olan uygulamaları hayata geçirmekti.
     DTÖ "Dünya Ticaretinin Teşvik Edilmesi"'ni amaçlıyor. Başka şekilde ifade edersek: Dünya Kapitalistleri, üye devletlerin de desteği ile, pazarı düzenlemeye çalışıyor, yani Dünya Kapitalizminin büyümesini ve hakimiyetini sağlayan yeni bir dönemi açacak düzenlemeler yapıyor. Uluslararası ticarette bir centilmenlik anlaşması niteliği taşıdığı söylenen anlaşma, bu centilmenlik kurallarına uymayan ülkeler açısından da son derece ağır yaptırımları içeriyor.
     DTÖ yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinden herhangi biri olmadığına göre hiçbir kontrole de tabi değil demektir. Bunun tam da ekonomik hakimiyeti önlemek açısından büyük bir önemi var. Büyük şirketlerin kontrolü eline aldığını düşünecek olursak, hükümetler de sorumluluğu devretmiş görünüyor. Geriye bir tek büyük şirketlerin sınırsız egemenliği kalıyor. Düzensiz ve kontrolden çıkmış bir pazar işçi sınıfının yararına olabilir mi? Sendikalar ile işçi sınıfı ve emekten yana olan güçler piyasanın işleyiş koşullarının düzenli olması talebini sürekli gündeme getirmelidirler. Burada kastedilen DTÖ'nün önerilerine benzeyen düzenlemeler değil tabii. DTÖ yönetiminin gizli amacı, dünyayı tek bir pazar haline getirmektir. Seçim yoluyla değil de atama yoluyla yönetime gelen DTÖ bürokratlarının amacı şirketlerin azami kâr elde etmesi yolundaki tüm engelleri ortadan kaldırmaktır; bunun anlamı da insanlığı daha vahşi bir kapitalizme sürüklemektir.
     DTÖ'nün asıl hedefi uluslararası alışveriş sistemini düzensiz hale getirerek yerel pazarları yabancı yatırımcılara sorunsuz bir şekilde açmaktır. DTÖ bunu bu şekilde dile getirmiyor elbette. İki ana hedefe sahip olduğunu görüyoruz DTÖ'nün, kamuoyuna yansıttığı kadarıyla: birincisini ulusal sınırları kaldırarak ticari liberalizasyonu teşvik etmek ve geliştirmek, ikincisini ise, ticari ihtilafların çözümü için işlevsel bir mekanizma oluşturmak olarak yansıtıyor.

     Para dünyaya hükmediyor
     DTÖ oldukça geniş yetkilerle donatılmıştır. Kuralları koyan DTÖ kapitalistlerinin amacı şirketleri; ticarete sınır getiren, muazzam kârı önleyen devletin yasal düzenlemelerinden kurtarmak ve sınırsız kazancın yolunu açmaktır. Paranın, sermayenin, malların ve hizmetlerin sınırsız dolaşımı ve şirketlerin mülkiyet haklarına getirilecek en kapsamlı korumayı elde etmek gibi talepler ancak, bürokrat sıfatıyla bu tür örgütlerin başında bulunan acımasız kapitalistlerin kulağına hoş gelebilir. Sözkonusu mülkiyet hakkı, şirketlerin "fikri mülkiyet hakları" olarak anılan hükümlerdir. Fikri mülkiyet hakkı örneğin, patent, faydalı model, ticari markalar, hizmet markaları, sınai tasarımlar ve sınai haklar ile telif haklarını kapsamaktadır. Oluşturulmak istenen diğer "Pazarlar" eğitim ve sağlık alanındadır. Artık McDonald's ötesinde bir de McKültür, McEğitim, McOkul, McSağlık, McYasa, McHapishanelerini de göreceğiz bundan sonra. Bu yeni merkezi iktidarı özgürlük, eşitlik, adalet ve kendi kendine yetme gibi kavramlarla bağdaştırmak mümkün değil.
     DTÖ'nün görünürdeki amacı sadece ticareti belirlemek demiştik. Bu gerçi etkilerin en ağırı ve en kapsamlısı, çünkü bu sayede gitgide artan bir oranda hepimizin tek tek yaşam koşulunu etkileyecek. İster gıda alanı, ister hizmetlerle birlikte ticaret, isterse de yatırımlar, patentler, kültür varlıkları ve çevre standartları ile ilgili olsun hiç fark etmez, artık DTÖ'süz ve arka plandaki "her şeye kadir kapitalistler" olmadan hiçbir şey yürüyemeyecek. Ülkelerin kendi yasaları eğer serbest ticaretin önüne engel oluyorsa kaldırılacak, DTÖ yasası diğer tüm yasaları ezip geçecek, örneğin sağlık standartlarını düşürecekse de veya kullanıcının korunmasını zayıflatacak ve diğer çevreyi koruma yönergelerine zarar verecekse de iptal edecek.

     Adım adım kaybediyoruz
     Üçüncü dünya ülkeleri adım adım her şeyini kaybediyor: gelişmekte olan ülkeleri koruyan gelir getiren gümrükleri, temel ürünlerle ilgili anlaşmaları, üreticilerin işbirliğini, fiyat tespitini, ihracat mallarının değerlerini korumak için tercih edilen işlemleri veya gelişme vaat eden en ufak bir mekanizmayı bile... DTÖ ne getiriyor gelişmekte olan ülkelere? Haksız ve eşitsiz ticari koşullar neden dile getirilmiyor?
     Korumacılığı ortadan tamamen kaldırıyor denen bu "serbest ticaret" rejimi, şirketler ve tekeller için en kapsamlı himaye, ancak işçiler, tüketiciler ve küçük çiftçiler için ise cezaları ağırlaştırılmış bir piyasa disiplini anlamına gelmektedir.
     DTÖ sosyal konularla ilgilenmenin alanı dışında kaldığını ve sadece ticari konularla ilgilenebileceğini iddia ediyor. Akla hemen bu nasıl ticari örgüt sorusu geliyor? Toplumsal sorunlardan uzak, onları görmezlikten gelen bir ticari işleyiş nasıl olur? Eğer sözünü ettiğimiz "ticaret", kapitalizm koşullarında ve piyasa olarak adlandırılan alışveriş mekanizmaları altında yapılıyorsa buna "evet" diyemeyiz. DTÖ'nün "biz yalnızca 'ürün'ü düzenleriz, hammaddenin mamul hale getirilmesini sağlayan 'üretim süreci' ilgi alanımızın dışındadır" iddiası, sadece kamuoyunu aldatmayı amaçlar. Çünkü, on yıllar boyunca işçi sınıfının ve emekçilerin mücadeleleriyle, o da ancak belli ölçülerde uygulamaya sokulabilen çalışma, çevre, eğitim vs. standartları normal şartlarda ürünü değil, üretim sürecini düzenler; ve ancak o zaman işçi sınıfı açısından bir kazanım sayılır.
     Bilincin artması ile birlikte tüketicilerin, işçilerin ve çalışanların, çevre hareketlerinin, insan hakları savunucularının son yıllarda şirketlerin sınırsız kâr arzularına karşı elde ettikleri başarılar, oluşturulan standartların nihai ürünün basitçe nasıl olacağını tanımlamasının ötesine geçmiş ve eşyaların nasıl yapıldığıyla ilgili olan üretim sürecinin düzenlenmesi noktasına ulaşmıştır. İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin daha kaliteli standartlara kavuşturulması, tehlikeli işlerin insan sağlığı açısından daha güvenli hale getirilmesi, daha temiz üretim süreçlerinin geliştirilmesi bu yeni anlayışın şirketlere dayatılmasından sonra gerçekleşmiştir.
     Örneğin bir buzdolabı kullanılmaya hazır hale geldiğinde, yani ambalajlanmış halde teslim aldığımızda, bu buzdolabının hangi nitelikte olması gerektiğini belirleyen standartlar -kullanılan malzemenin kalitesi, fonksiyonu, uzun ömürlü oluşu vb.- nihai ürüne ilişkindir. Ancak, ünlü DTÖ hüküm ve kurallar paketinde bu buzdolabının acımasızca sömürülen emek tarafından, kölelik benzeri koşullarda üretilip üretilemeyeceğine veya insana çok daha yaraşır şartlarda işçiler tarafından tamamlanıp tamamlanamayacağı ile ilgili en ufak bir madde bulunmamaktadır. Sesimizi çıkartmamız gereken nokta tam da bu konudadır işte. Çünkü, çalışma şartları ve buzdolabının nasıl imal edildiği sorunu "üretim sürecinin" gözlenmesi ve denetlenmesi sorunudur.
     Gördüğünüz gibi DTÖ, karşımıza kuralların tatbik edilmesi noktasında etkili olup olmadığı muğlak olan bir örgüt görünümünde çıkmaktadır. Üretim sürecine ilişkin kendisini etkisiz gösteren ve yetkisi olmadığını savunan DTÖ, yatırımcıların ve sermayenin çıkarları sözkonusu olduğunda, taslak haline getirdiği sözleşmelere göre bile derhal harekete geçebilme ve bu çıkarları tehlikeye atan devlet, hükümet, örgüt, kişi, kim ya da ne olursa olsun kuralları uygulatabilme kapasitesine sahip olacaktır. Bu konu ile ilgili muhalif durumda olanlara DTÖ'nün yaptığı açıklamalar; çokuluslu büyük şirketlerin çıkarlarının ajanı olmadığı ve dünya polisi de olmadığı doğrultusundaydı.
     Örneğin işçiler eğer iş kanunlarını ve iş güvenliği kodlarını ihlal eder vaziyette çalıştırılıyorsa, DTÖ bu durumda yapabileceği bir şey olmadığını söylüyor. Ama, eğer korsan video, CD veya taklit giysiler üretiliyorsa -kısacası bir şirketin telif hakları saldırıya uğradıysa- DTÖ derhal harekete geçecek ve şirketin "fikri mülkiyet haklarını" korumak üzere bu suça izin veren devlete karşı tüm cezai ve adli davaları açma ve tazminat talebinde bulunma hakkı olacaktır. Kısacası sermaye özgür olacak emek ise her zamanki gibi disiplin altına alınmaya çalışılacak.
     Dünya Ticaret Örgütü'nün yukarıda anlatılan niyetleri ve tarihçesi ışığında düzenlenen ve 2000 yılına devredilen bu son toplantıda DTÖ'nün amacı, ticaret alanındaki liberalizasyona devam edilmesini ve özellikle kamu hizmetlerinin de ticari bir meta haline dönüştürülmesini görüşmekti. Milenyum Raund toplantıları onların istediği şekilde gelişseydi ve bu kararlar kabul edilmiş olsaydı, DTÖ buradan yola çıkarak sağlık, eğitim sektörlerinin, su, elektrik, gaz dağıtımlarının ve bütünüyle enerji sektörünün piyasaya ve uluslararası rekabete açılmasını ve toplumların sözkonusu hizmetler üzerindeki yerel kontrol ve koruma mekanizmalarının kaldırılmasını talep edecekti. Bu nedenle daha toplantı başlamadan önce çok yönlü bir ticari sistem olmadan rekabet halindeki ticari blokların dünyayı sorunlara ve güvensizliğe iteceği propagandaları yapılıyor ve muhalif kesimler uzlaşmaya çağrılıyordu.

     Dünyanın Yeni Hakimi
     DTÖ geniş yetkilerle donatılmıştır demiştik. Bununla ilgili olarak değinilmesi gereken diğer bir nokta daha DTÖ'nün yasal işlemler için oluşturduğu hakem mahkemesi tarafından yürütülen üye devletleri arasındaki davaların eşitsiz koşullarda gelişeceğidir. Şöyle ki, bu mahkeme serbest ticaretin kuralları dışında hiçbir kural tanımayan ekonomi uzmanlarından oluşuyor. Tabi ki her ülkeye dava açma hakkı tanınıyor. Fakat bu dava parasal açıdan külfetli ve vakit alan bir şey olduğu için çoğu gelişmekte olan ülke dava açmaya yanaşamıyor bile. Yani eşit haklar sözkonusu değil, sözkonusu olan maddi olarak daha güçlü konumda olanın hakkıdır. Bu nedenle de DTÖ'yü Dünya Bankası ve İMF ile birlikte "de facto Dünya Hükümeti" olarak tanımlayabiliriz ve "yeni bir emperyalist dönemde" uluslar arası şirketlerin, bankaların ve yatırım firmalarının çıkarlarına hizmet etmek için kurulmuştur diyebiliriz.
     İnsanların sağlıklarını, güvenli bir gelecek taleplerini, temiz bir çevreyi, tüm canlılarla uyum içinde yaşama özlemini ve tüm bu niyetleri yaşama geçirme iradesini demokratik kuruluşlardan alan, bunun yerine hiçbir ahlaki ve insani değer taşımayan, çalışma şevkini bir tek kâr hırsından alan piyasaya bırakan bir "düzenleme", toplumların ezici çoğunluğunu oluşturan sıradan insanların talebi olamazdı; ve Seattle'da yaşananlar bunun olamayacağını da gösterdi. Seattle'da protestolara katılan grupların toplantıdan beklentileri ve DTÖ'ye karşı tutumları farklı farklıydı. Fakat hepsi de, DTÖ'nün serbest ticaret adıyla toplumsal karar alma mekanizmalarını yok eden yaklaşımına karşı olma noktasında birleşiyordu. DTÖ konusuna bakış açılarında kimi farklılıklar olsa da, esas olarak iki gruba ayrılıyorlardı. Bir yanda DTÖ'nün öngördüğü ticari liberalizasyon programının bütünüyle çalışanların aleyhine ve şirketlerin yararına olduğunu, bu nedenle de böylesi tehlikeli bir örgütün ortadan kaldırılması gerektiğini ileri sürenler bulunuyordu. Diğer yanda ise örgütün kararlarında kimi kusurların bulunduğunu kabul etmekle birlikte, Avrupa'da uygulanan "sosyal hüküm" benzeri şartların gündeme sokulması ve karar altına alınmasıyla çevre koruma standartlarının, işçi haklarının DTÖ aracılığıyla dünya devletlerine kabul ettirilebileceğini, bu şekilde de örgütün dönüştürülebileceğini iddia edenler mevcuttu. İşçi örgütleri ve sendikalar içinde her iki görüşün bakış açısına da uyan yaklaşımları savunanlar bulunmaktaydı. Yani farklı beklentilerle yola çıkmış olsalar da, Amerika'nın Seattle kentinde bir araya gelen onbinlerce AFL-CİO (Amerikan Emek Federasyonu) üyesi, Kamyoncular Birliği üyeleri, anarşistler, Sınır Tanımayan Doktorlar adlı uluslararası gönüllü kuruluş üyeleri toplantıyı düzenleyenlerin ummadığı ölçülerde direniş gösterdiler. Ticaret metropollerinin işçilerine iş bırakma çağrısı yaptılar.
     Bir zamanlar kendi koyduğu sınırları bugün gene kendi ihtiyacı için kaldırma gayreti içine giren uluslararası şirketler ve sermaye sahipleri, bu ölçülerdeki ilk direnişle karşılaştı. Üçüncü dünya ülkelerinden, Avrupa'nın çeşitli kentlerinden, Amerika'nın farklı bölgelerinden işçiler, çiftçiler, çevreciler, öğrenci grupları yaptıkları eylemlerle ilk gün toplantının açılışını geciktirdiler. Bu toplantı, DTÖ kapitalistlerinin yaklaşımlarına göre tamamlanmış bulunan küreselleşme sürecinin hukuki zeminini oluşturacakları, kısacası süreci taçlandıracakları bir toplantı olarak düşünülmüşken işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin kararlı ve örgütlü tepkisi, bu işin o kadar da kolay nihayete ermeyeceğini gösterdi.

Milenyum Raund'unu durdurdular
     "Kahrolsun kapitalizm", "İşçileri sömürmeyin", "Şirketlerin iktidarına son", gibi taleplerle sokakta gösteriler yapılması, DTÖ üyelerini oluşturan 3. dünya ülke temsilcilerini de rahatlattı. Emperyalist ülkelerin ağır baskısı altında halklarının çıkarlarını yüksek sesle savunamayan bu ülkeler, gösterilerin yaygınlaşması ve protestolarda benzer isteklerin farklı gruplarca dile getirilmesinden sonra, tezlerini daha büyük bir güvenle savunmaya başladılar. Arkalarına çoğunluğun desteğini alarak, huzursuzluklarını belirten az gelişmiş ülkeler, toplantının emperyalist ülkelerin istediği biçimde sonuçlanmasının da önüne geçmiş olabildiler bu sayede.
     Protestolar DTÖ toplantısının verimsiz sona ermesine neden olduğu halde, işçi sınıfının kazanımları açısından önemli olan böyle büyük bir olay her zaman olduğu gibi tekelci medyanın yönlendirilmesiyle içeriği boşaltılarak yansıtıldı. Protestocuların talepleri, eylemlerin anti kapitalist içeriği, gelişmiş ülkelerin yoksullara karşı uyguladığı sömürü politikaları ısrarla gözden kaçırıldı. Ayrıca, sınıf mücadelesi açısından daha önemli olan bir nokta ise, eylemlerin ne şekilde organize edildiği konusundaydı. Eylemcilerin niteliğine bakıldığında daha dar bir kesimi temsil eden kuralsız, gevşek organizasyonlara sahip marjinal gruplar, özellikle internet üzerinden "örgütlenen" gruplar, medya tarafından öne çıkartıldı. Ancak, en büyük, en örgütlü ve en disiplinli kitleyi meydana getiren AFL-CİO üyeleri, onların talepleri ve yöntemleri arka plana itildi. İnternetin insanların günlük yaşamlarına daha fazla girmesiyle artan bir etkinliğe sahip olduğu doğruysa da, gevşek bir örgütlülüğe sahip grupların bu çapta etkili bir eylemi gerçekleştiremeyeceğini, ancak sınıf mücadelesi veren örgütlü kesimlerin bunu gerçekleştirebileceği gerçeğini değiştiremezler. Bunun yanı sıra, bu "internet örgütleri"ne bunca ilgi gösteren medya, örneğin, ülkemizde yıllardır MAİ karşıtı çalışmalar yapan, bu amaçla eylemler örgütleyen, MAİ'den zarar görebilecek tüm kesimleri aynı çatı altında toplamaya gayret eden sendikalarımızı ve meslek odalarımızı görmezden gelmeye de devam ediyor.
     Seattle eylemlerinin sonucunda ortaya çıkan gerçek şu ki, medyanın böylesine seçici davranması, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin neleri başarabileceğini gizlemeye yetmez. Sonuçta, Seattle protestoları sırasında yakalanan birlik ve farklı taleplerle yola çıkan tüm grupların uluslararası dayanışması, DTÖ'nün şirket politikalarına karşı mücadelenin önemli bir ayağı oldu. DTÖ'nün politikalarına karşı farklı yaklaşımlar ve tanımlar bulunsa da, başta sendikalar olmak üzere hemen hemen tüm gruplar DTÖ'yü dünya ulusları arasındaki eşitsizlikleri arttırmaya çalışan bir kurum olarak nitelediler ve mücadele politikalarını buna göre geliştirdiler.
Sonuç olarak, Seattle protestoları yüzyılımızın en büyük son uluslar arası eylemi oldu. Sınıf mücadelesinin bitmediğini, örgütlü mücadelenin ne kadar önemli olduğunu, ülkelerin kendi gelecekleri hakkında kendi başlarına karar verme hakları için seslerini yükseltmeye kararlı olduklarını gösterdi. Kapalı odalarda, işçi sınıfından ve halktan gizleyerek bir şeyler kotarılmaya kalkışıldığında, buna sessiz kalınmayacağı da kanıtlandı.
Yeni bin yılda Seattle'da yapılan DTÖ protestolarının çok daha güçlü bir sınıf mücadelesi ve işçi sınıfının uluslar arası dayanışma hareketinin de başlangıcı olacağına inanıyoruz. Milenyum Raund'unu durdurmuş olan işçi sınıfının 29 Ocak 2000 yılında İsviçre'nin Davos kentinde bu yıl 30'uncusu yapılmış olan Dünya Ekonomik Forumu'na (DEF) karşı her ne kadar büyük önlemler alınıp, en ufak bir ses çıkmasına izin verilmeyeceği açıklansa da dünyadaki tüm işçilerin ve emekçilerin örgütlü sesi bir kez daha yükseldi. Bir kez daha dünya gündeminin ve ekonominin kurallarını belirleyen kapitalistlere "Hayır" denildi. Işçiler ve emekçiler eylemlerini her fırsatta sürdüreceklerini haykırdı. Ayrıca Dünya Ticaret Örgütü'nün anti-demokratik bir örgüt olduğunu, kimsenin onları seçmediğini, kimsenin onları kontrol edemediğini, ancak onların bizleri kontrol ettiğini, yaşama biçimlerimize bile müdahale edildiğini burada da dile getirdiler.
Bundan sonra da da bu tür anti-demokratik örgütlere ve toplantılara daha da yüksek sesle karşı çıkılacağını umuyoruz.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Alman Sendikal Hareketi Saldırı Altında
 KAPİTALİZMİN MERKEZİNDE KAHROLSUN KAPİTALİZM