Eşitsizliğin Bedeli
ABD’nin ulusal sendika merkezi AFL-CİO ile bir araştırma
kuruluşu tarafından ortaklaşa yürütülen bir çalışma, kadınların eşit iş için
aldığı ücretler erkeklerle aynı olsaydı, yoksulluk düzeylerinin yarı yarıya
azalacağını gösterdi. ABD eyaletlerine göre yapılan bu araştırma, eşit ücret
yasasının kabul edilmesinden 36 yıl sonra bile, Amerikalı kadın işçilere yönelik
bu ayrımcılığın kadınlar açısından yılda 200 milyar dolarlık bir gelir kaybı
anlamına geldiğini kanıtladı.
Yalnız yaşayan anneler eşit ücret alsa idi,
gelirlerinde yüzde 17’lik bir artış olurdu ve nüfusun bu kısmında yoksulluk
sınırında yaşayanların oranı yüzde 25’ten 12’ye düşerdi. Evli kadınların eşit
ücret alması durumunda ise aile gelirlerinde yüzde 6’lık bir artış meydana gelir
ve yoksul ailelerin düzeyi yüzde 2.1’den 0.8’e düşebilirdi. Son olarak, bekâr,
çocuksuz kadınlar için eşitlik, gelirlerinde yüzde 13’lük bir artışa tekabül
eder ve bu kategorideki yoksulluk düzeyeni yüzde 6’dan 3’e düşürürdü.
Kadınlara ödenen ücretler dünya çapında erkeklerin aldığı
ücretlerin yüzde 50 ila 80’i arasındadır. Kadınların dünya çapında nafakalarını
çıkartmak için yaptıkları çalışmaların ve ev işlerine harcadıkları emeğin
ödenmeyen bedelinin 1995 yılında 11.000 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Bu
meblağda bir para ise, aynı yıl dünyada üretilen malların ve verilen hizmetlerin
değeri olan 23.000 milyar doların yarısı anlamına gelmektedir. Kimi ülkelerde,
bu arada bizim ülkemizde, kız çocukları erkek çocuklarına oranla ev işleri için
yüzde 80 daha fazla vakit ayırıyorlar.
Kadınların asırlardan bu yana yürüttükleri eşitlik
mücadelesinde katettikleri yol, kadınların kurtuluşuna giden yolun kaçta kaçıdır
henüz bilemiyoruz, ama bildiklerimizle, insanlığın bu konuda nerede olduğunu
söyleyebiliriz.
Eşit işe eşit ücret talebi, kadınların toplumsal eşitlik
talebinin yalnızca ekonomik alanına yansımış olan hak taleplerinin bir
parçasıdır. Kadınların eşit işe eşit ücret talebi Uluslararası Çalışma
Örgütü’nün 1951 tarihli 100 nolu “Eşit Ücretlendirme” sözleşmesinde güvence
altına alınmıştır. Kapitalist sosyo-ekonomik düzen içinde asgari haklar olarak
ele aldığımız bu ‘güvence’ altında Türkiye’nin de imzası bulunmaktadır. Bu
sözleşmede yer alan düzenlemeye göre, “Eşit değerdeki işin kadınlar ve erkekler
için eşit ücretlendirilmesi ilkesi, cinsiyete dayalı ayrımcılık yapılmadan, tüm
işçilere uygulanır ve işverenin doğrudan ve dolaylı olarak nakit veya başka
şekillerde, işçinin çalışmasının bir sonucu olarak ödediği, temel ücret, maaş
veya diğer ek ödemeleri kapsar.”
Kadınların politik, ekonomik ve sosyal haklarını koruyan
uluslararası sözleşmeler arasında 1953’te yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi vardır ve buna göre sözleşme hükümlerinin kadın-erkek ayrımı
yapılmadan uygulanması öngörülür. Kadınları ilgilendiren ve ayrımcılığa karşı
önlemlerin yer aldığı diğer bir sözleşme Birleşmiş Milletler tarafından 18
Aralık 1979 tarihinde 34/180 sayılı önerge ile kabul edilen Kadınlara Karşı Her
Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’dir. Bu sözleşme, kadınların yaşamın her
alanında eşit işlem görmeleri için uluslararası ölçütler getirmektedir. Buna
göre, “taraf devletler çalışma alanında kadınlara karşı ayrımı önlemek ve kadın
erkek eşitliği temeline dayanarak eşit haklar sağlamak için ... bütün önlemleri
alacaklardır.” Yine bu sözleşmeye göre kadınlar “sosyal yardımlar dahil, eşit
ücret hakkı, eşdeğerdeki işte ve işin cinsinin değerlendirilmesinde eşit işlem
görme hakkı”na sahiptir.
Ama, kadınların yaşadıkları deneyimler gösteriyor ki, içinde bulunduğumuz
kapitalist düzen sınırları içerisinde belirlenen kimi haklar sadece kağıt
üzerinde kalıyor. Ve sistem değişmedikçi kalmaya devam edecek.
Halbuki şimdi dağıtılan Sovyetler Birliği’nde yaşanan
deneyimden biliyoruz ki, kadınların erkeklerle eşit haklardan yararlanabilmesi
hayal değildir. Sistemde buna uygun değişikliklerin yapılmasıyla kadınların
hakları hem ekonomik, hem siyasal, hem hukuksal bütün alanlarda güvence altına
alınabilir. Buna en güzel örnek olarak, 1917’den itibaren yürürlüğe giren
düzenlemelerin kadınlara yönelik olarak içerdiği özel hükümler gösterilebilir.
Herşeyden önce sosyalist sistemde kadın-erkek tüm ücretli işçilere sekiz saatlik
işgünü hükmü getirildi. Ayrıca, eşit işe eşit ücret, kadın sağlığına zararlı tüm
sanayi dallarında kadınların çalıştırılmasının önlenmesi gibi, hiçbir ücret
kaybı olmadan ve parasız tıbbi yardım ve ilaç yardımı yanısıra doğumdan önce
sekiz, doğumdan sonra sekiz hafta çalışmayı bırakması gibi temel bir hakların
ötesinde hastalık, yaralanma, maluliyet, yaşlılık, meslek hastalığı, doğum,
dulluk, öksüzlük ve işsizlik gibi iş göremezliğin her biçimi için tam bir sosyal
sigorta sistemi kurulmuştu. Ve tüm bunlar uygulamaya konulmuştur, hem de
1914’ten 1918 yılına kadar dünyada birinci dünya savaşının diğer halkları kırıp
geçirdiği en amansız yıkımların yaşandığı o bunalım yıllarında!
Ancak, günümüzün kapitalist sisteminde kadınların aynı işi
yaptıkları halde, erkeklerle aynı ücreti alamamaları uygulaması halen yaygın
olma özelliğini koruyor. Eşit olmayan ücretlendirme sonucunda kadın ve erkek
arasındaki gelir dağılımında ortaya çıkan adaletsizlik sorunu ve dünya
gelirinden kadınların aldıkları pay gibi konular, halen çözüm bekleyen ve kadın
mücadelesinin üzerinde durmaya devam ettiği konulardır.
Dünyayı Doyuran Kadınlar
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) genel müdürü Jacques Diouf’un
belirttiğine göre, dünyanın toplam gıda üretiminin yarısından fazlasını kadınlar
üretmektedir. Başlıca faaliyetin gıda üretimi olduğu geri kalmış ülkelerin
kırsal bölgelerinde, evlerde tüketilen yiyeceklerin yüzde 80’i kadınlar
tarafından temin ediliyor. Devamlı açlık çeken 800 milyon insanın büyük
çoğunluğunu köylü aileler oluşturmaktadır.
Bu veriler, Türkiye’de de kadınlar açısından kanayan yara olan ücretsiz aile
işçiliğini akla getiriyor. Kentlere doğru gidildikçe, kadın nüfus içerisindeki
ücretsiz aile işçisi oranı düşüş kaydederken, en geri kalmış kırsal bölgelerde
bu oran artmaktadır. 1996 Devlet İstatistik Enstitüsü Hanehalkı İşgücü Anketi
Sonuçları’na göre, kadınların 4 milyon beş yüz bini, yani % 88’i ücretsiz aile
işçisi konumundadır. Yani tarlada, evde çalıştığı halde, yaptığı iş karşılığında
hiçbir ücret almayan kadınların sayısı görüldüğü gibi, hayli yüksek. Öyleyse,
kadınların ürettikleri tarımsal ürünlerden hak ettikleri payı alamadıklarını
söyleyebiliriz. Kırsal kesimdeki kadınların sosyal ve kültürel yaşam düzeylerini
gözönünde bulundurursak, ekonomideki bu adaletsiz gelir dağılımının ortadan
kalkması gerektiği sonucu çıkıyor. Kapitalist sistemin hiç de rahatsız olmadığı,
bilakis, sistemin kendini yeniden üretmesinin en ‘kıyak’ araçlarından biri
olduğu görülen ücretsiz aile işçiliği sorununa, biz kadınlar sisteme alternatif
sosyalist çözümler üretebilirsek çözüm bulabiliriz, yoksa aynı tas aynı hamam
kadınlar dünyayı doyurmaya devam edecek ve erkekler (ve kapitalistler!) bundan
rahatsızlık duymayacak!
Eğitim Hâlâ Erkekler İçin
Geri kalmış ülkelerde ilk okula gönderilmeyen 130 milyon
çocuğun yüzde 60’ı kız çocuğu. Aşağı Sahra Afrikasındaki erkek çocuklarının
yüzde 39’u okula gönderilmezken kızların yüzde 45’i gönderilmiyor. Geri kalmış
ülkelerdeki kız çocuklarının yüzde 59’u orta okula kaydolmazken, bu oran erkek
çocukları için yüzde 48. Yeryüzünde eğitimsiz yetişkinlerin üçte ikisini
kadınlar oluşturuyor.
Türkiye’de de kadınların eğitime katılımları erkeklere oranla
çok daha düşük. Kadın-erkek eşitsizliğinin eğitim alanında da vahim boyutlarda
olduğunu biliyoruz. Ailelerin kız çocukların ve erkek çocukların eğitim
görmeleri konusundaki yaklaşımı halen çok geri.
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 1997 Yıllığı’na göre 1990’da
okur yazar olmayan erkeklerin oranı % 29 iken, okur yazar olmayan kadınların
sayısı % 71’dir. Yani okur yazar olmayan kadınların oranı erkeklerin iki buçuk
katıdır.
Peki öğrenim kurumunua devam eden kız ve erkek öğrencilerin durumu
nedir?
Kızlar, eğitime başlasalar da, eğitimi tamamlama şansları
erkeklerin gerisinde kalmaktadır. 1994 verilerine göre ailenin izin vermemesi
sebebiyle okulu yarıda bırakan kızların oranı erkeklerin üç katı, ev işlerinde
ailesine yardım etmek zorunda kaldığı için öğrenimini yarıda bırakan kız sayısı
erkeklerin neredeyse 4 katıdır.
Halen ilkokuldan mezun olan kız ve erkek öğrenci sayısı
birbirine yakınken, ortaokul, lise ve yüksek öğrenime gelindiğinde, mezun olan
kız ve erkek öğrenci oranları arasında büyük bir uçurum gözleniyor. Eğitim
düzeyi yükseldikçe okullaşma oranı kız öğrencileri aleyhine gelişmektedir. Yine
1990 verilerine göre ortaokuldan mezun olan kızların sayısı neredeyse erkeklerin
yarısıdır. Bu oran yüksek öğrenimde de neredeyse aynıdır. Üniversitede okuyan
kız öğrenci sayısı erkeklerin yarısı kadardır.
Peki, sayısal veriler neyi ifade eder? Mevcut şoven ve cins
ayrımcı eğitim sistemiyle toplumdaki kadın ve erkek rolleri genç beyinlere
yerleştirilmeye devam edildikten sonra, kızların ve erkeklerin eğitimden
yararlanma düzeyleri de hep kadınların aleyhine gelişmeye devam
edecektir.
Kadın Parlamenter Oranı
Kendi parlamentosuna sahip olan ülkelerin sayısı, 1945 yılında
26 devletten, 1995 yılında 176 devlete yükselerek tam yedi kat arttı. Aynı dönem
içinde parlamento üyesi kadınların oranı dört kat artarak ortalama yüzde 13.8’e
ulaştı. Ancak, dünyadaki kadın oyverenlerin sayısı ile kadın milletvekili oranı
arasında hiçbir ilişki yok. Daha da kötüsü, gerçekleşen bu görece ilerleme her
an yok olma tehlikesiyle de yüzyüze. Kadın milletvekillerinin oranı 1945 yılında
yüzde 3, 1965 yılında yüzde 8.1 ve 1988 yılında yüzde 14.8 olmuştur. Ama, bu
oran 1995 yılında bir anda yüzde 11.6’ya düşmüştür. Ayrıca, çok genç kadın
parlamenterler dahi eski davranış kalıplarını benimsemeye devam ediyorlar. Şu
anda Filistin parlamentosunda kadın milletvekili oranı yüzde 4.5, Kamboçya’da
ise yüzde 6. Güney Afrika yüzde 29.5’lik kadın milletvekili oranıyla iyi bir
örnek olurken, Eritre parlamentosundaki oran yüzde 21 ile yükseklerde yer
alıyor. İskandinav ülkeleri, yüzde 36.5’lik oranlarıyla bu konuda dünya
liderliğini elinde bulunduruyor.
Türkiye’de kadının siyasete katılımının göstergelerinden birisi
olan kadın milletvekili oranında büyük bir düşüşün olduğunu biliyoruz. Son
seçimlerde Meclis’e yirmi üç kadın milletvekili seçildi. Bu oran yüzde dörtlerde
kalmaktadır. Ecevit-Bahçeli-Yılmaz hükümetinde hiçbir kadına bakanlık görevi
verilmedi. Hatta kadından sorumlu devlet bakanımızın da erkek olduğunu biliyor
muydunuz? Bu oranlar, örneğin İskandinav ülkelerinin % 40’lara varan oranı ile
karşılaştırıldığında çok gülünç kalıyor; hatta dünya ortalaması olan % 13.8’in
bile tutturulamadığı düşünülürse durum içler acısı. Peki bir ülkenin
milletvekili sayısında kaydedilen artış veya gerileme kadın haklarının
savunulduğu anlamına gelir mi veya kadının sosyal, siyasal, ekonomik
gelişmişliğinin bir göstergesi olabilir mi? Bir nebze olabilirdi belki. Ama
milletvekili seçilen kadınların herşeyden önce düzenin ataerkil yapısına uygun
yapılara sahip olmamaları koşuluyla. Çünkü öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, kendini
başbakan seçtirebilmiş bir kadının hükümet döneminde kadınların sosyal, siyasal,
ekonomik ve kültürel haklarına yönelik bir milimetre ilerleme kaydedilemedi.
Milletvekili sayısı ne olursa olsun, erkek kafalar değişmedikçe ve düzenin
sınırlarını zorlayan talepler öne sürülmedikçe, kadın milletvekilleri de
Meclis’in vitrinini süslemekten öteye gidemeyecekler, siyaset alanına egemen
olan erkekler bu alanı kontrol etmeye ve belirlemeye devam edecektir.
Türkiye’de kadının siyasal katılımını bireysel katılım ve
toplumsal katılım şeklinde ele aldığımızda, bireysel katılımın genellikle
vatandaşlık görevini yerine getirmek üzere yalnızca oy kullanma biçiminde
gerçekleştiğini, buna karşılık toplumsal siyasal katılımın açıkça insan ilişkisi
kurup sosyal faaliyetler yürüterek siyasi partilere üye olmak, seçimlerde aday
olmak şeklinde gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Kadının siyasete katılımında yalnızca seçme hakkını kullanması
teşvik edildiği halde, toplumsal katılım söz konusu olduğunda siyaset alanının
daha çok “erkek işi” olarak görüldüğünü biliyoruz.
Bu iki durumda toplumun böyle farklı bir yaklaşım göstermesinin
sebebi bireysel siyasal katılımın kadın için ev dışında faaliyet yürütme
gereğini doğurmaması, diğer şekilde ise aktif faaliyete katılım gereğinin ortaya
çıkmasıdır. Bu katılım da ancak erkek egemenliği altında gerçekleşiyor. Ayrıca,
toplum, erkek egemen yapı nedeniyle kadını siyaset alanında görmeye alışık
olmadığından, ailede politikaya atılmak isteyen kadınların önü kesilir.