I. "İyi ki gökyüzünün bu kadar dar olmadığını biliyorum. İçimdeki o sınırsız
'genişlik' duygusunu da yok edemezler ya." diye düşünüyordum. Sonra gri, beyaz,
süt mavisi tonlarıyla başıboş ve tembelce dolaşan bulutları izlemeye koyuldum.
Yaz mevsiminin o ışıltılı, uçarı havasından sıyrılmak istercesine durgunluk
içindeydiler. Gökyüzünün dört köşe bir dilimiydi avludan görebildiğim. Ufku
göremiyorum diye içimdeki o delice "ufuk" duygusu da körlenir miydi? Olamazdı
bu.
II. Yakın köşede bir umut ışığı görür gibi oluyorum bir an. İki gölge kafa
kafaya. Sanki dertleşiyorlar. Kulak kabartıyorum. Birinci gölge:
-Geçen hafta yirmi ayı doldurdum. Bu duruşmada tahliyemi isteyeceğim
yeniden.
İkinci gölge:
- İsteyeceksin elbet. Seni tutmaları için bir neden yok ki.
Birinci gölgede bir umut, bir kıpırtı... Daha çok sokuluyor yanındakine:
- Tahliye ederler mi dersin?
- Gelecek ay yüzde doksan dışardasın arkadaş.
- Keşke, keşke!
Birinci gölge, gelecek ayın yüzde doksanlık umudunu yüklenip yavaşça kalkıyor
yerinden.
Rahatlamak istiyor, tuvalete doğru yürüyor. Köşesinde yalnız kalan öteki
gölgenin yanına bir başkası sokuluyor. Meraklı, sinsi, kurnaz bir karaltı bu.
Sesi, yüzündeki çarpık gülümsemeyle uyumlu, soruyor:
- Ne diyordu seninki?
- Hiç yav, hep aynı türkü. Gelecek ay tahliye olacağım, diye tutturmuş
gidiyor. Üşütecek kafayı böyle giderse.
- Yatamayacakmış madem, niye gelmiş buraya?
Gerisini dinlemiyorum bile. "Umut ışığı falan değil, aldatmacaymış." diye
düşünüyorum.
III. Bütün sorun, "ben" demekten öteye; "biz" demeye yönelebilmekti. Dünyanın
başka yerlerinde, hem de birçok yerde, insanlar bu acıları çekiyorlardı. Biz de
çekmeli, üstelik katlanmayı bilmeliydik. Çünkü acılarımız değerliydi bizim.
Acılarımıza sahip çıkmalıydık. Karamsarlığımızdan değil, bizi umuda bağlayan
köprüleri, acının düğümleriyle ördüğümüzden.
Dostoyevski, Karamazof Kardeşler'de Zoşima Dede'nin ağzından, "Sevgi, en yüce
öğretmendir." der. Doğru, ama "acı"nın da güçlü bir eğitici olabileceği
"bittecrübe sabit" değil mi?