Sosyalist Dergi: 2 |  Fatma Şenden |
Sosyal güvenlik reformu

     Liberalizmin 1970'lerin ortalarından bu yana benimsediği Yeni Sağ yönelim, sosyal güvenlik haklarının dünya çapında gerilemesi sonucunu doğurdu. Uluslararası Para Fonu İMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların etkisiyle neo-liberalizm bütün dünyaya yayıldı. Türkiye'ye de 12 Eylül rejimi ve ardından da Turgut Özal'ın başkanlığındaki Anavatan Partisi iktidarı döneminde ithal edilen neo-liberalizm, daha sonraki iktidarlar tarafından da sürdürüldü.


     Sosyal güvenlik haklarının kısıtlanması girişiminin ne boyutlara ulaştığını görmek için 53. Hükümet Programı'na giren bir hükmü aktarmak gerekir. Mesut Yılmaz başkanlığında kurulan ANAP-DYP koalisyon hükümetinin 7 Mart 1996 tarihinde güvenoyu alan hükümet programı sosyal güvenlik sistemi konusunda çarpıcı hükümler içeriyordu: "Emekli Sandığı, Sosyal Sigortalar Kurumu ve Bağ-Kur zaman içerisinde tasfiye edilerek, çalışanların emeklilik işlemleri ve tasarrufları özel sigorta şirketleri ve özel emeklilik fonları aracılığıyla yürütülecektir." 1
     ANAP-DYP koalisyon hükümetinin programında resmen dile getirilen bu niyet, Türkiye'deki üç sosyal güvenlik kurumunun tasfiye edilmesi ve böylece emekçi erkeklerin ve kadınların sosyal güvenlik alanında elde ettikleri bütün hakların ortadan kaldırılması tehdidinin hangi boyutlara ulaşacağının işaretlerini veriyordu. Şimdiki DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin başbakanlığını yürüten Bülent Ecevit, daha ANAP-DYP koalisyon hükümeti döneminde muhalefette olduğu halde programa güvenoyu vermişti. İşte bu hükümetin uygulamaya sokmaya çalıştığı ve ‘reform' adı altında meclise getirilen sosyal güvenlik yasa tasarısı adım adım gerici hükümetlerce gündeme getirildi ve bugünkü yasal çerçeveye oturtuldu.
     Şimdi sosyal güvenlikte bugün var olan tabloya bir göz atalım. Türkiye'de sosyal güvenlik sisteminin üç temel kuruluşu olan Sosyal Sigortalar Kurumu, Emekli Sandığı ile Bağ-Kur, halen hastalık, analık, maluliyet, yaşlılık, ölüm, iş kazası ve meslek hastalıkları sigortası biçiminde uygulanan sosyal güvenlik hizmetlerini sunuyor. Buna karşılık, Türkiye'de çok yaygın bir işsizlik olduğu halde işsizlik sigortası ve aile ödenekleri mevcut değildir. Türkiye, hem işsizlik sigortasının hem aile ödeneklerinin olmayışı açısından dünya ülkeleri içinde Meksika ile birlikte benzersiz bir konumdadır. Ancak, hükümetin bugün işsizlik sigortasını oluşturmaya çalışmak istiyor görünmesi de bir aldatmacadan ibarettir. Çünkü yeni işsizlik sigortası için gereken fonun, çalışanlardan şimdiye kadar kesilen zorunlu tasarruf fonlarına el konularak sağlanacağı açık açık belirtildi. Sonra işsizlik sigortası olarak verilecek olan paraların komik rakamlarda kalmasının planlandığını görmek hiç de zor değil.
     Türkiye'de sosyal sigorta sistemi toplumun bütün bireylerini kapsamıyor. Sigorta kapsamına giren nüfusun büyük çoğunluğu doğrudan (aktif) sigortalı olmayıp sigortalının aile ferdi olarak sınırlı ölçüde sosyal güvenlik şemsiyesi altında bulunuyor. 1995 yılı itibarıyla doğrudan sigortalıların toplam nüfusa oranı yalnızca yüzde 15 iken, sigorta kapsamındaki nüfusun toplam nüfusa oranı yüzde 79.8'tir. Özellikle kadın işgücünün sadece yüzde 22.4'ü aktif sigortalı olarak doğrudan sosyal güvenlik kapsamındadır. Buna karşın, kadınların en büyük kesimini oluşturan ev kadınları veya eviçi üretimde bulunan kesim doğrudan sosyal güvenlik ağından yoksundur. Ancak eşleri ya da ebeveynleri sigortalı ise sınırlı olarak sigortadan yararlanırlar. Hiçbir şekilde sigortadan yararlanmayan yüzde 20.2 oranındaki nüfus ise yaklaşık 12.5 milyon kişiye denk düşüyor. Ücretliler içinde de sigortasızların oranı yaklaşık yüzde 24'ü buluyor.2
     Sosyal güvenlik fonlarına kapitalistlerin ve devletin katkısı dünya ülkeleriyle karşılaştırıldığında Türkiye'de çok düşüktür. Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya göre işveren katkısının AB ülkelerindeki ortalaması yüzde 7.1 iken, Türkiye'de bu oran sadece yüzde 2'dir. Yine devlet katkısı AB ortalamasında yüzde 37.4 iken, Türkiye'de bu oran binde 6 gibi yok sayılacak bir rakamdır. Bu rakamlar sosyal güvenlik açısından dünya ölçütlerine göre çok geri bir durumda olduğumuzu ortaya koyuyor.
     Çalışanların gelirlerine göre sosyal güvenlik ödemelerine katkıları açısından bakıldığında ise, Türkiye yüzde 11.7 oranı ile AB ortalaması olan yüzde 11.9 ile neredeyse aynıdır. Görüldüğü gibi kapitalistlerden yapılan kesintilerde Avrupa'nın çok gerisinde kalan Türkiye, çalışan halktan yapılan kesintilerde nedense Avrupa'nın hiç de gerisinde kalmıyor.
     Sosyal güvenlik kurumlarının üyeleri tarafından yönetilen özerk kurumlar olmayışı, kaynakların değerlendirilmesinde hükümetlerin tercihini öne çıkarıyor ve böylece bu kurumların kaynakları kapitalistlere ve devlete ucuz kredi kaynağı olarak akıyor. Kapitalistlere ucuz kredi, temel olarak, patronların ödemekle yükümlü oldukları sigorta primini ve ayrıca çalışanlardan kestikleri primleri ödememeleri biçimini alıyor. Aynı durumu değerlendiren Petrol-İş Sendikası'nın saptamalarına göre, "1996 Yılı itibarıyla SSK toplam alacakları 270 trilyon TL'dir. Her yıl katlanan SSK alacakları konusunda hükümetler, hem özel sermayeyi desteklemek ve hem de SSK'yı batırmak amacıyla SSK alacaklarını tahsile yanaşmamaktadırlar. Aksine af peşinde olmuşlardır. Oysa af edilen işçinin kazanılmış hakkıdır".3 İşverenlerin ödemedikleri sigorta primlerinin çıkarılan mali aflarla silinmesi, sosyal güvenlik kurumlarının mali durumlarında işçilerin ve emekçilerin aleyhine büyük bir gerilemeye yol açmaktadır. Yine Petrol-İş Sendikası'nın değerlendirmesine göre: "SSK kaynakları, devlet tarafından ucuz kredi olarak kullanılmıştır. Oysa SSK gelir-gider fazlası, enflasyonun yüzde 5 üzerinden çeşitli tasarruf araçlarına yatırılsaydı 1994 Yılı itibarıyla SSK'nın 19 milyar Dolar birikmişi olacaktı. Kaldı ki enflasyonun yüzde 5 üzerinin çok üstünde bir getiri sağlanabilirdi".4
     İç karartıcı olan bu tablo karşısında yeni yasa tasarısı daha da ağır koşullar öngörüyor. Mevcut yasaya göre hem yaş, hem de prim esasına göre emekli olunabiliyor. Yaş esasına göre, 15 yıllık sigortalı olarak ve 3600 gün prim ödeyerek kadınlar 50 yaşında, erkekler 55 yaşında emekliliğe ayrılabiliyor. Prim esasına göre ise, kadınlar 20 yıl, erkekler 25 yıl sigortalı olarak ve 5000 gün prim ödeyerek yaş sınırına bağlı olmadan sigortalı olabiliyorlar. Yeni yasa tasarısına göre ise kadınların emeklilik yaşı 58'e ve erkeklerin emeklilik yaşı 60'a çıkartılıyor ve 8300 gün prim ödenmesi öngörülüyor. 3600 gün prim ödeyerek ise kadınlar ancak 61, erkekler 63 yaşında emekli olabilecekler. Emeklilik yaşının yükseltilmesi kapitalistlerin ve devletin çalışanların kazanılmış haklarına daha da fazla göz koydukları anlamına geliyor. Yeni uygulamayla prim ödenecek gün sayısı artacağından, sigorta sistemine daha fazla girdi ama daha az çıktı sağlanmış oluyor. Çünkü emeklilik yaşı o kadar yükseltiliyor ki, sigorta kurumundan emekli olan kişiye emekli aylığı ödeme süresi eski sisteme göre kısalıyor. Bu durumda emekliliğe hak hazanma olanağı ortadan kaldırılıyor. Mezarda emeklilik ve yüksek prim nedeniyle geçici çalışma ve kısmi sürekli çalışmalarla emeklilik milyonlarca işçi için hayal oluyor. Bunun sonuçlarından birisi de sigortasız işçi çalıştırmanın, işten çıkarmaların yaygınlaşması olacaktır.
     Yeni tasarıyla SSK bir yandan tasfiye edilmeye çalışılırken bir yandan mevcut fonlar hızlandırılmaya çalışılan özelleştirmeyle birlikte özel sigortacılık sektörüne akıtılacaktır. Bu ise işçi sınıfı ve emekçiler için daha büyük bir talan anlamına gelmektedir.
     Bu tasarı, sosyal güvenlik sisteminde yalnızca emeklilik yaşının yükseltilmesiyle kalmıyor, sağlık sigortasında da işçi sınıfının aleyhine uygulamalar öngörüyor. Özelleştirme yoluyla SSK hastaneleri özel hastanelere dönüştürülecek, zaten taşeronlara devredilmeye başlanan kimi sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi daha da hız kazanacaktır. Böylece, işçi ve emekçilere sunulan sağlık hizmetinin kalitesi şu andaki içler acısı durumundan daha da geriye gidecek. Hiçbir şekilde kamusal sosyal güvenlik sisteminden yararlanamayan düşük ücretli işçi ve emekçiler özel sigorta sisteminin yaygınlaştırılması sonucunda tümüyle sigorta sisteminin dışına itileceklerdir. Prim ödendiği halde ilaç, ameliyat vs. sağlık malzemelerine ödenen oranlar yükseltilecek, bunları özel sektörden sağlama zorunluluğu getirilecek veya protez vs. gibi bedelsiz sunulan malzemelerden ilave bedeller talep edilecektir. Bunun devamında sağlık hizmetlerinin tümüyle tasfiye edilerek özelleştirilmesi planlanmaktadır.
     Özelleştirme, ekonomik yaşamda kuralsızlaştırma (deregulation), sendikasızlaştırma, sosyal güvenlik kuruluşlarının zayıflatılması ve hatta ortadan kaldırılması, sosyal yardımların kısıtlanması ve hatta kaldırılması, kadınlara, çocuklara, azınlıklara yönelik sosyal programların yürürlükten kaldırılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin güdükleştirilmesi gibi bir bütün oluşturan tüm bu uygulamalar, toplumun çoğunluğunu 18. ve 19. yüzyılın vahşi kapitalizm ortamına geri götürmektedir. Yeni Sağ anlayışın Türkiye'yi de etkisi altına almasıyla, zaten evrensel ölçülere ulaşamayan ve birçok temel eksiklikleri olan Türkiye'deki sosyal güvenlik hakları, ciddi bir tehdit altındadır. Ama 24 Temmuz'da Ankara'da Kızılay meydanını dolduran yüzbinlerce işçi ve memur hükümete gerekli mesajı gönderdi ve meclisten geçirilmeye çalışılan sosyal güvenlik ‘reform'u yasa tasarısının derhal geri çekilmesini talep etti. Hükümetin bundan sonra bu tasarıda ısrar etmesi, işçi sınıfının bu talebine kulak vermemesi, onun gücünü küçümsemesi anlamına gelecektir. Görünen o ki, önümüzdeki günler hep bir ağızdan haykırılan ‘genel grev'e gebedir.

1 53. Hükümet Programı, Başbakanlık Basımevi, 1996, s. 8.
2 Petrol-İş 1995-96 Yıllığı, Petrol-İş Yayınları, İstanbul, 1995, s. 497.
3 a.g.e., s. 503-504.
4 a.g.e., s. 504.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 ÖZELLEŞTİRME
 MEDYANIN BİLDİK YÜZÜ
 GELECEĞE KORKUSUZ BAKABİLMEK
 ÖDP ÜZERİNE
 BATI CEPHESİNDE YENİ BİRŞEY YOK
 LİBERAL FEMİNİZME BAKIŞ
 MEDYA VE KADIN
 SOSYAL GÜVENSİZLİK REFORMU
 BOZ MEHMET’İ ANLAMAK