Sosyalist Dergi: 8 |  Fatma Şenden |
MEDYANIN BİLDİK YÜZÜ

     Geçen yılın son ayında yaşadığımız olaylar, silinmeyecek derin toplumsal bir yaraya sebep oldu. Köşeye kıstırılmış, gencecik insanların, kadınlarımızın, erkeklerimizin yarı yarıya yanmış veya alevler içindeki bedenlerinin görüntüleri hiçbir zaman aklımızdan çıkmayacaktır.


     19 Aralık 2000 günü fütursuzca saldırıldı cezaevlerine. "Hayata dönüş" adı altında, adı ile çelişkili olması yetmiyormuş gibi, içinde bulunduğumuz şiddete meyilli toplumsal haleti-ruhiyeye uygun olarak "operasyon" adı verilen müdahale sonucunda çok önceden planlandığı ortaya çıkan F tipi cezaevine yerleştirme girişimi hayata geçirilmiş oldu.
     Tekelleşmiş medya yine bu olayda da o bildik yüzü ile egemen ideolojinin temsilciliğini üstlendiğini bize kanıtladı. Ölümler meşrulaştırıldı. Gerek boyalı basın, gerekse televizyonlar yargısız infaz yaptı, azraile ortak oldular. Gazetelerin semirmiş kimi köşe yazarları her türlü gazetecilik ahlâkından uzak tutumlarını takınma konusunda bizi yanıltmadılar.
     Milliyet gazetesi cezaevlerine yapılan saldırının ertesi günü, manşetten "Sahte Oruç" haberini verdi. Yine aynı manşet haberinde şu açıklamalar yer alıyordu: "Tantan Milliyet'e açıkladı: Ölüm orucu yapıyoruz diye kandırdılar. Hastaneye kaldırılanların çoğu sağlam çıktı. 61 gündür hepimizi kandırdılar". En basit nesnel gazetecilik kuralına göre, tek kaynaktan alınan haber en azından "iddia" olarak yansıtılır ve hiç olmazsa mahşetten verilmezdi. Tarafsızlık ilkesine göre böyle bir manşet atılamazdı. Nesnel gazetecilikten yakından uzaktan ilgisi bulunmayan bu tavır, en masum kelimelerle dezenformasyonu amaçladı, kamuoyunu yönlendirmeyi hedefledi. Dezenformasyon örneklerini çoğaltmak mümkün.
     Milliyet gazetesinden bir köşe yazarı, operasyon için "bir kereye mahsus ölünecekse, varsın ölsünler" demeye gelen bir yazı yazabildi. Üstelik bunu, onbir yaşındaki bir çocuğun ağzından verebildi. Belki de, kendisi buna cesaret edemediği içindir.
     Peki, operasyondan önce ölüm oruçlarıyla ilgili olarak çıkan haberlerin dayanağı yok muydu? Sanki saldırıdan önce gün be gün gelişmeleri yazan aynı gazete değildi! Binlerce avukatı temsil eden Barolar Birliği, İstanbul ve Ankara Barolarını temsilen cezaevlerini ziyaret eden, tutuklu ve hükümlülerin taleplerini dinleyen Baro başkanları, avukatlar yalan mı söylüyordu? Onların ölüm orucundakiler hakkında basına ve televizyonlara yansıyan açıklamaları uydurma mıydı? Ayrıca, binlerce doktoru ve sağlık görevlisini temsil eden Türk Tabipler Birliği adına yapılan cezaevlerindekilerin gün be gün dışarıya yansıyan sağlık durumları hakkındaki beyanlar "sahte" miydi?
     Tutuklu ve Hükümlü ailelerinin kritik günlere yaklaştıkça cezaevindeki yakınlarının ağırlaşan durumu karşısında feryatları, seslerini duyurmaya çalışmaları, hatta kendilerinin de açlık grevlerine başlamaları yalan mıydı? Hepsi uydurulmuş muydu? İşte size Milliyet gazetesinin manşetten verdiği "Milliyet yazarsa doğrudur" iddiası, işte size objektif gazetecilik.
     Milliyet gazetesiyle aynı holding üyesi, biraz "sivil toplumcu" kılıf giydirilmiş Radikal gazetesinin tutumu ise pek farklı değildi. Bu gazete de hükümetin ve özellikle Adalet Bakanı'nın verdiği, ama tutmadığı sözlerini ön plana çıkarıyor, nedense sonucunu görmediğimiz yaklaşımları "sağduyu" olarak nitelendiriyordu. Radikal gazetesinin bir köşe yazarı ise, yaşanan olayları kaydadeğer facia derecesinde görmemiş olacak ki, "Söz konusu operasyonlar, endişe ettiğimiz boyutta bir faciaya dönüşmediği içindir ki, sebep olanlar üzerinde durmadık." diye yazıyordu.
     Radikal gazetesi operasyonun ertesi günü "Korkulan Oldu"; daha sonraki günde ise, "Derin Karanlık" manşetlerine yer verdi. Korkulan neydi? Niye oldu? Ne oldu? O günden önceki günlerde belirtilen korkuya ilişkin haber yer almadığı halde, nasıl böyle bir manşet atılabiliyordu? Yani, bu gazete böyle bir manşet attığına göre, operasyonun yapılacağı bilgisini çok önceden farklı haber kaynaklarından almış mıydı? Bu sonucu mu çıkarmak gerekiyor? Öyleyse, bu konuda o günden önce niçin hiçbir şey yazılmadı? Böylece, dezenformasyona bir katkı da Radikal gazetesinden gelmiş oldu. Bu gazetenin de gazeteciliğe katkıları, herhalde iyiniyet göstergesi saydığı, "Bakanların rastgele beyanları kafa karıştırdı" ve "Spekülasyon", "Nihayet Bitti", "Bu Son Olsun", "Bir An Önce Reform" türü başlıklardan öteye gidemedi. Böylece, "bilançonun ağırlığı" sebebiyle daha duyarlı bir çizgi yansıtmaya çalışsa da, koğuş malları arasında çanak antenden şarjöre, kalaşnikoftan uyduğu telefonuna kadar herşey vardı türünden, kendini yakarak öldürdüğü iddia edien mahkumlara kadar haberlerin çarpıtılmasına hizmet edecek bolca malzemeyi de kullandı.
     Kimi köşe yazarları, cezaevlerine müdahaleden sonra günlerce bu konuya değinmemekte diretti. Örneğin, Radikal gazetesinin bir köşe yazarı, operasyonun devam ettiği günlerde, "araya" ölüm oruçları, af gibi konular girdiği için önemli Japonya izlenimlerini ve Japonya'da patrolara peşkeş çekilen geyşa kızları hakkındaki övgülerini bir türlü aktaramamış olmaktan ötürü şikayet edici bir yazıyı kaleme alabildi. Ne de olsa, cezaevleri, ölüm oruçları vs. gibi konular can sıkıcı olaylardı!
     Gelelim Hürriyet gazetesine. Hürriyet'in manşeti "Devlet Girdi" şeklindeydi. Sürmanşette ise yok yoktu. Teröristler cezaevlerine kalaşnikof ve el bombası bile sokmuş ve hatta militanlar birbirlerine cep telefonlarıyla talimatlar yağdırıyormuş. Operasyonun ne kadar "haklı" olduğunu kanıtlamak için, hükümlülerin cep telefonlarıyla haberleştikleri iddiası ortaya atıldı. Halbuki daha sonra, söz konusu cezaevlerinde cep telefonunun çekmediği ortaya çıktı. "Devlet Girdi" manşetini atan zihniyetteki hastalıklı ruh halini hiç tartışmıyorum bile. Ama yine manşetteki devletin, cezaevlerine "10 yıldır giremediği" haberine ne demeli? İnsanın "vay be" diyesi geliyor. Okuyucu kitle de "vay be" demiştir herhalde. Öyleyse yakın, yıkın, dört duvar arasında olmaları yetmiyor, canlarını alalım. Hatta onlar kendi canlarını ölüm orucunda almadan biz alalım. Nitekim saldırının ardından bir milletvekili "zaten ölüm orucunda öleceklerdi" demedi mi?
     Medyayı sınayan bir turnusol kağıdı niteliği taşıyan F tiplerine karşı cezaevleri olaylarında, sosyalist ve duyarlı muhalif basın hariç, diğer basın kuruluşları ve televizyonlar sınıfta kaldı.
     Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, cezaevlerinde "hayata dönüş operasyonu" adıyla bir operasyon onlarca insanın ölümüne yol açabiliyor ve üstelik "zaten öleceklerdi" denilerek huzur içinde uyunabiliyor. Bir milletvekili, son derece duyarlılık gerektiren bir konuda ölümün eşiğine gelindiği bir sırada "Bırakalım gebersinler" diyebiliyor. Toplumun bir kesimi F tipine karşı bu kadar tepkili ve duyarlı iken, bir gün önce F tipi cezaevine nakillerin erteleneceği sözü verilip ertesi gün operasyon düzenlenebiliyor ve hiç birşey olmamış gibi insanlar kan revan içinde F tipi cezaevlerine yerleştiriliyor. Ama görüldü ki dört duvar arasında tıkmakla sesi yok etmek mümkün değil, bu ses duvarları aşmaya devam ediyor.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 Tarih Zülfü Dicleli'yi Nasıl Yazacak?
 Sosyal Politikada Dönüşümler
 Sosyal Güvenlikte Yıkıma İzin Vermeyelim!
 Görünmeyen Fabrikanın Görünmeyen İşçileri
 8 Mart Niçin Emekçi Kadınlar Günüdür?
 Almanya'da İşçi Sınıfı Sosyal Kazanımlarına Sahip Çıkabilecek mi?
 Yoksullaşma Diz Boyu
 Neo-Liberal "Yükselen Değerler"
 İş Kanunu Kıskacında Kadın
 HÜRRİYET'TEN ALINTILAR
 MALUMU İLAMIN ÖTESİNE GEÇEBİLMEK
 Sosyal güvenlik reformu
 8 MART VE KADINLAR
 BOZ MEHMET’İ ANLAMAK
 11 EYLÜL'ÜN ARDINDAN