Son günlerde medyada sosyal güvenlik sisteminde "kara delik"
oluştuğu yönündeki haberler tekrar yoğun biçimde gündeme geldi. Bu haberlerde
yine sistemdeki açıktan dem vuruluyor. Sistemin emeklilere ödediği maaşların,
çalışanlardan toplanan primlerin çok üzerinde olduğu iddiası yine temcit pilavı
gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze konuyor. Bu tür haberlerdeki artış, insanın
aklına ister istemez, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası
Kanunu'nun yürürlük tarihi olan 1 Ocak 2008'e az bir süre kalmasını
getiriyor.
Yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte, bugüne kadar gerilemeler
kaydedilen sosyal güvenlik sisteminde yeni hak kayıpları gündeme gelecek. Bu
yazıda, hepimizin hayatını yakından ilgilendiren bu hak kayıplarını irdelemeye
çalışacağız. Ancak, ayrıntılara girmeden önce, sosyal güvenlik sisteminde nasıl
bu günlere gelindi, kısaca hatırlayalım.
Bugünlere nasıl gelindi
Hatırlanacağı gibi, "Sosyal Güvenlik Reformu", ilk defa, 1999
yılında kurulan ve Bülent Ecevit'in Başbakan olduğu DSP-MHP-ANAP koalisyon
hükümeti (57. hükümet) döneminde gündeme geldi ve sosyal güvenlik sisteminde
önemli değişiklikler yapıldı. Bu dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar
Okuyan'dı. Sosyal güvenlik ve sağlık alanına yönelik köklü değişiklikler
yapılırken, ülkenin ihtiyaçlarından ve gerçek anlamda aksaklıkları düzeltme
amacından çok, İMF ve Dünya Bankası'nın Türkiye'ye verdiği direktifler
doğrultusunda adım atıldı. Bunun nedenlerini aşağıda tekrar irdeleyeceğiz.
25.8.1999 tarihinde yürürlüğe giren 4447 sayılı yasa, 506
sayılı Sosyal Sigortalar Yasasını değiştirerek ilk defa işsizlik sigortasını
uygulamaya sokuyordu. Ancak, yasanın en önemli özelliği, gerek prim sayısını,
gerekse emeklilik yaşını artırarak emekli olma koşullarını
ağırlaştırmasıydı.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından hazırlanan
Yaşar Okuyan'ın imzasını taşıyan "Sosyal Güvenlik Reformu Ne Getiriyor?"
adındaki kitapçığa göre, bu yasa değişikliği, sözümona "ülkemizin çalışma
hayatını uluslararası standartlar seviyesine çıkarmaya yönelik bir reform"
olarak sunuldu.
Sözü edilen kitapçıkta, "Neden Emeklilik yaşı kadınlar için 58
yaş, erkekler için 60 yaş düzeyinde olmalıdır?" sorusuna şu cevap
getiriliyordu:
"Kamu emeklilik programları geçinebilecek kadar bir emekli
aylığının garanti edildiği sistemlerdir. Çalışan nüfus emeklilerin aylıklarını
öderken, bir sonraki kuşağın da kendi emekli aylığını ödemesini bekler. Bu
nedenle emeklilik programları, genel ücret seviyesi, emekli aylıklarının düzeyi,
çalışan nüfus ve emekli nüfus arasında sürdürülebilir bir dengeye bağlıdır.
Emeklilik yaşı, çalışan nüfus ile emekli nüfusun bir dengeye kavuşturulmasında
önemli bir unsurdur. Reform Kanununda, emeklilik yaşındaki kademeli artış ve
yeni işe girecek kadınlar için 58 ve erkekler için 60 yaş demografik yapıdaki
nüfusun yaşlanma eğilimi dikkate alınarak düzenlenmiştir." (s. 8)
Çalışan nüfus ile emekli nüfus arasındaki denge meselesine
girmeden önce, "demografik yapıdaki nüfusun yaşlanma eğilimi"ne bir göz atalım.
Daha doğrusu, ağırlıklı ortalama ölüm yaşına. Sosyal Sigortalar Kurumu'nun her
yıl yayınladığı istatistiklere göre, 1977'den günümüze erkeklerin ve kadınların
ölüm yaşı şöyle bir seyir izliyor:
Ağırlıklı Ortalama Ölüm Yaşı |
Yıllar |
Kadın |
Erkek |
1980 |
68 |
65 |
1985 |
67 |
62 |
1990 |
61 |
61 |
1995 |
67 |
65 |
2005 |
67 |
66 |
2005 |
70 |
68 |
Bu tabloya göre, 1977'den günümüze, yani yaklaşık 25 yılda
erkeklerin ortalama ömrü yalnızca 3 yıl, kadınların ortalama ömrü ise yalnızca 2
yıl artmış görünüyor. Önümüzdeki yirmi beş yılda bu çalışma koşullarıyla
ortalama ömrün kaça çıkabileceğini varın siz düşünün. Prim ödeme gün sayısındaki
muazzam artış ve emeklilik yaşının bu kadar yükseltilmesi gerçek anlamda
"mezarda emeklilik" şartlarını doğuruyor.
Bilindiği gibi, 2007'ye kadar sigorta başlangıç tarihlerine
göre kademeli bir biçimde artırılan emeklilik yaşı, 2007'den itibaren ilk defa
sigortalı olanlar için artık kadınlarda 58, erkeklerde 60'a çıkarılmıştır. Bir
örnek verecek olursak, 2001 yılındaki bir veriye göre, kadınların ortalama
emekli olma yaşı 47, erkeklerin ortalama emekli olma yaşı 50 olarak
kaydediliyordu (Birleşik Metal-İş Sendikası, 2003, s. 210). Kadınların ortalama
ömrünün o yıl 68 olduğu göz önünde bulundurursak, 21 yıl boyunca emekli maaşı
alabiliyordu. Erkeklerin o yıl ortalama ömrü 66 olduğuna göre, 16 yıl emeklilik
maaşından faydalanma olanağına sahipti. Prim ödeme gün sayısı ise azami 5000'le
sınırlıydı.
Oysa, 2007'den itibaren ilk defa sigortalı olacakları bundan
sonra bekleyen emeklilik koşulları hiç de iç açıcı değil. Kadınların ve
erkeklerin ortalama yaşam sürelerine bakacak olursak, emeklilik yaşının
yükseltilmesi sonucunda, insanların geleceğini güvence altında hissedebileceği,
uzun ve insanca koşullarda bir emeklilik hayali kurması olası görünmüyor. Bakan
Yaşar Okuyan'ın kastettiği "yaşlanma eğilimi" ortada, ülkemizdeki çalışma
koşulları, sağlık koşulları, yaşam standardı ortada: son otuz yılın göstergeleri
bakımından muazzam bir ömür artışı olabileceğini öngörmek mümkün değil. Öyleyse,
söz konusu olan, sistemin yükünün emeklilere fatura edilmesinden başka bir şey
değil. Bütün hesaplar, bugünün genç nüfusunun ileride yaşlı nüfusu oluşturacağı
ve yaşlı nüfusun oranının genç nüfusa oranının yükseleceği üzerine yapılıyor.
"Çalışan nüfus ile emekli nüfus arasındaki denge" emeklilerin aleyhine bozulmak
isteniyor bu durumda. Yani ileride yaşlı nüfusu bekleyen daha kısa bir emeklilik
dönemi ve daha düşük bir maaş. Bizim kuşak ve bizden sonraki kuşaklar bunun
acısını şimdiden hissetmeye başladılar.
Yeni yasa ne getiriyor
Şimdi, 2008'de yürürlüğe girecek olan yasaya göz atalım. AKP
hükümeti başa geldiği günden bu yana, İMF'nin ve Dünya Bankası'nın
direktiflerini aynen uygulama niyetini hep açıkladı. Bu liberal yönelimi
değiştireceğine yönelik de yeni hiçbir emare görünmüyor. Önceki yasa
değişikliğinde olduğu gibi, sistemde tek sorunun çalışan nüfus ile emekli nüfus
arasındaki dengesizlik sorunu bahanesinden başka bir bahane bulunamıyor. Bu yasa
tasarısında da, emeklilik yaşının yükseltilmesi gündemde. Bu defa 2036 yılına
kadar emeklilik yaşı kademeli olarak artırılmaktadır ve emeklilik yaşı hem
erkerlerde hem kadınlarda 65'e yükseltilmektedir. Prim ödeme gün sayısı 7000'den
9000'e çıkarılacak. Bilindiği gibi, yasa tasarısı 1 Ocak 2007'de yürürlüğe
girecekti. Ancak Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer döneminde iki defa veto
edilerek, ertelenmişti.
Veto gerekçelerinde dahi, çok basit bir biçimde "mezarda
emeklilik" gerçeği, yani sistemin yükünün emeklilere fatura edileceği gerçeği
şöyle açıklanıyordu:
"Ülkemizde ortalama yaşama süresinin 66 yıl olduğu
gözetildiğinde, Yasa ile tüm sigortalılar yönünden emekli aylığı bağlama yaş
sınırının zaman içinde de olsa 65'e yükseltilmesi; sürekli çalışma olanağı
işverenin inisiyatifinde olan sigortalılar yönünden de prim ödeme gün sayısının
9000'e çıkarılmasının gelecek kuşakların emeklilik hakkına kavuşmasını olanaksız
kılacağı, bu niteliği ile adil, makul ve ölçülü olmadığı açıktır." (DİSK, KESK,
TMMOB, TTB, 2006, S. 90)
Durum bu kadar açıkken, yukarıda belirttiğimiz gibi, son
günlerde konu tekrar kamuoyunda tartışılmakta, sistemdeki "kara delik"ten,
"aktüerya dengesinde bozukluk"tan söz edilmekte ve çarenin yasayı uygulamaktan
geçtiği belirtilmektedir. İleri sürülen argümanlardan biri, sistemde bugün 1
emekliye yaklaşık 2 çalışanın düşmesi. Yine bir başka argüman, Avrupa
ortalamasına göre, 1 emeklinin yaklaşık 4 çalışanın primleriyle finanse ediliyor
olduğu. Ancak, yeniymiş gibi sunulan bu durum, aşağıdaki tablodan da
görülebileceği gibi, son sekiz yıldır çok değişmemiş ki:
|
SSK'lı Çalışan Sayısı |
SSK'dan emekli
aylığı alanların sayısı |
Aylık alanların
çalışanlara oranı |
2000 Yılı
|
5254125
|
2248287
|
42,79
|
2001 Yılı
|
4886881
|
2418992
|
49,50
|
2002 Yılı
|
5599230
|
2555965
|
45,65
|
2003 Yılı
|
6076705
|
2694834
|
44,35
|
2004 Yılı
|
6181251
|
2838422
|
45,92
|
2005 Yılı
|
6918605
|
2988054
|
43,19
|
2006 Yılı
|
7818642
|
3151374
|
40,31
|
2007 Yılı (Ağustos)
|
9127000
|
4310300
|
47,23
|
(SSK İstatistik
Yıllıklarından)
Görüldüğü gibi, SSK'dan emekli aylığı alan emekçilerin prim
ödeyen aktif çalışan sayısına oranı son sekiz yıldır yüzde 40-49 arasında olmuş.
Yani ortalama olarak zaten neredeyse 2 çalışana 1 emekli oranında olmuş. Ama,
örneğin her işçinin sigortalı olabilmesi için gerekli önlemlerin alınmamasına,
milyonlarca kişinin kayıtdışı çalıştığı halde, onları sigortalı hale getirecek
denetim sisteminin olmamasına herhangi bir ses çıkarılmadı. Bugünkü resmi
rakamlara göre, kayıtdışı çalışan sayısı toplam çalışan sayısının yarısına,
resmi olmayan rakamlara göre ise, yüzde altmışına ulaşmış durumda. Hatırlayalım,
iş kanununda değişiklikler yapılarak, esnek çalışma koşullarını teşvik edici,
patronların işçileri sigortasız güvencesiz çalıştırabilmesinin önü
açılmıştı.
Peki, sormazlar mı, bizi bugünlere getirenler bu hükümetler
olmadı mı? Esnek çalışma, kayıtdışı çalışma yine bu hükümetler eliyle teşvik
edilmedi mi? Şimdi kendi elleriyle yarattıkları koşulları, bu yasanın
uygulanmasına gerekçe olarak sunuyorlar. Patronları SSK'ya olan prim
borçlarından kurtaran, kayıtdışı çalışanların bu kadar artmasına sebep olan,
buna göz yuman bu hükümetler olmadı mı? Şimdi, herkesi kapsayacağı söylenen
genel sağlık sigortası, kayıt dışı olanları, işverenleri tarafından primi
ödenmeyenleri, gelir beyan etmeyenleri kapsamayacak. Emekçi halkımız ve işçi
sınıfımız böylesine cahil yerine konulacak kadar bilinçsiz değil!
Bakın, veto gerekçesinde prim ödeme gün sayısı konusunda ne
deniyor: "İşçiler için prim ödeme gün sayısının 7000'den 9000 güne çıkarılması,
Türkiye gerçekleriyle bağdaşmadığı gibi, esnek çalışmanın sendikasızlaştırmanın,
kayıtdışı çalıştırmanın ve yoğun işsizliğin yaşandığı ülkemizde, 9000 prim ödeme
günü gerçekçi görünmemektedir." (DİSK, KESK, TMMOB, TTB, 2006, S. 90).
Bu kadar ağır prim ödeme koşulları, birçok sektörde çalışan
işçiler için emekliliği olanaksız hale getiriyor. Bunun haricinde emekli aylığı
bağlama oranı da her yıl kademeli olarak aşağı düşürülecek. Bugünkü yaklaşık
yüzde 75 düzeyinden yüzde 50 düzeylerine çekilecek. Bunun amacı, insanları
ikinci bir alternatif olarak gördükleri özel emeklilik sigortasına yönlendirmek.
Görüldüğü gibi, pastadan özel sektöre pay aktarmak için başvurulmadık yöntem
kalmıyor. Yani, kayıtlı olup yıllarca çalışan ve sonunda hasbelkader emekli
olabilen çalışanları bekleyen ise düşük bir emekli aylığı olacak.
Ayrıca, veto gerekçelerinden bir diğeri de, emekli aylıklarının
bağlama oranının düşürülmesinin devlet memurlarına bağlanacak emeklilik
aylıklarının da bugüne göre daha düşük olmasına yol açacak olmasıydı. Bu açıdan
yasanın bir kısım maddeleri kamu çalışanları yönünden iptal edilmişti, ancak
işçiler yönünden iptal edilmemişi. Şimdi, yasa eğer yürürlüğe girerse, işçi
emeklilerinin "alt sınır aylığı" kaldırılırken, kamu emekçilerinin "alt sınır
aylığı" korunacak. Görüldüğü gibi, bu durum, emekliler arasında büyük bir
eşitsizlik doğuracaktır.
Bütün bu uygulamaların sebepleri, büyük bir pasta olan kamu
sigorta sisteminden, özel sigorta sistemine pay aktarmaktır. Özel finans
kurumlarının, bankaların bir yandan emeklilik sigortasından, diğer yandan sağlık
sigortasından oluşan sigortacılık faaliyetleri gün geçtikçe artış kaydediyor.
Bireysel emeklilik sistemine katılımcı sayısı 2007 itibarıyla yaklaşık 1 milyon
400 bine, özel sağlık sigortası yaptıranların sayısı, 2006 yılında 1 milyon 200
bine ulaşmış bulunuyor. TÜSİAD patronlarının yaptığı sempozyumlarda, finans
kuruluşlarının sözcüleri, bireysel emeklilik sisteminin geleceğinin parlak
olduğundan söz ediyorlar. Önümüzdeki 10 yıl boyunca bireysel emeklilik sistemine
3-4 milyon kişinin dahil olması beklentileri vardır.
Emeklilerin yanı sıra, dul ve yetimlere aylık bağlanmasıyla
ilgili koşullar da yeni uygulamada ağırlaştırılıyor. 2006'da en az 5 yıl
sigortalı olan ve 900 gün prim ödeyen kişilerin geride kalan dul ve yetimlerine
aylık bağlanıyordu. Ancak, yeni yasa yürürlüğe girdikten sonra, prim ödeme gün
sayısı 900'den 1800 güne çıkarılıyor. Daha birçok farklı düzenlemeyle birtakım
haklar kayboluyor. Örneğin yetim aylığı alan erkeğe daha önce "evlenme yardımı"
ödenirken, artık erkeklere değil, yalnızca kadınlara ödenmeye devam
edilecek.
Tüm dünyada benzer yönelim
Gelin şimdi, tüm bu yönelimin nedenlerine. Bütün dünyada benzer
yönelimler olduğundan söz ediyoruz. Almanya, Fransa çok tipik birer örnek.
Sonra, Brezilya, Arjantin gibi Latin Amerika ülkelerinde ve de nihayet çözülen
sosyalist sistemden geriye kalan ülkelerin hepsinde kamu kurumlarının
özelleştirilmesi son otuz yılın artık ezberlediğimiz yaygın bir uygulaması
haline dönüştü. Ulaşım, iletişim, demiryolları, limanlar, petrol rafinerileri,
demir-çelik, bankacılık vs. gibi çok kârlı sektörlerdeki kurumlar özel
şirketlere, patronlara satıldı. Bunların satılmasından önce de bütün ülkelerde,
hep aynı yalan anlatılıyordu; bu kurumların zarar ettiği, toplumsal yüke
dönüştüğü argümanları ileri sürülüyordu. Ama bütün ülkelerde nedense özel
şirketlerin niçin bu kurumları satın almak için ihalelerde bu kurumları kapma
yarışına girdiklerini, hatta bunun için adeta mafyatik savaşlar verildiğini
kimse anlatmıyordu.
Sonuç
1 Ocak 2008'den itibaren yürürlüğe girecek olan 5510 sayılı
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yeni kuşakların sosyal
güvenlik haklarına büyük bir darbe indirecektir. Ağırlaştırılan prim ödeme
koşulları ve yükseltilen emeklilik yaşıyla çalışanların emekli olabilme şansı
çok azalacak. Sistemin dışında kalacak olan birçok emekçi ise, özel sigorta
kuruluşlarının vaatlerine kapılarak, acaba küçük de olsa bir emeklilik aylığı
alabilir miyim umudunu besleyecekler. Ancak, kâr amacını güden bu kuruluşlardan
emekçiler yararına bir şey beklenemeyeceği ortada. Şili tecrübesi ve iflas eden
emeklilik şirketleri, heba olan yılların yatırımları henüz unutulmadı. İMF'nin
ve Dünya Bankası'nın direktifleri doğrultusunda hareket eden AKP hükümeti, bu
değişiklikleri patronların istekleri doğrultusunda gerçekleştirmeyi seçerek, ne
kadar işçi ve emekçi düşmanı olduğunu gösteriyor. Ancak işçi sınıfı bu işin
ısrarlı takipçisi olursa ve mücadeleyi yükseltebilirse, kendi aleyhine dönen bu
gidişatı tersine çevirebilecektir.
Bu ülkede bir zamanlar kıdem hakkının olmadığı, grevin yasak
olduğu, adı sendika olan kuruluşların toplu sözleşme yapma hakkının olmadığı,
çalışanların emeklilik hakkının bulunmadığını biliyoruz. Tüm bunlar işçi
sınıfının ve emekçilerin mücadelesi ile adım adım elde edildi. İşçi sınıfımız ne
yapması gerektiğini tarihe bakarak anlayabilir. Bizlere mezarda emekliliği reva
görenlerin de tarihe bakmasında büyük fayda var.
Biz unutmuyoruz, hatırlatacağız.
Kaynakça:
Birleşik Metal-İş Sendikası 16. Merkez Genel Kurulu (2003).
2000-2003 Dönemi Çalışma Raporu.
DİSK, KESK, TMMOB, TTB (2006). Sosyal Sigortalar ve Genel
Sağlık Sigortası Yasasına İlişkin Görüşlerimiz.
SSK (2005). İstatistik Yıllığı.