Türkiye'de holdinglere bağlı olarak çalışan gazeteci ve köşe yazarlarının pek çoğu emperyalist ABD'nin Irak'ı işgalinde iğrenç bir sınav verdiler. Kimisi "ulusal çıkarlarımız" için savaşa ortak olmalıydık dedi. Kimisi tezkerenin Meclis'ten geçmemesinin ekonomik sonuçlarının ağır olacağını, bunun hesabının verilemeyeceğini belirterek halkı tehdit etti. Kimisi de, ABD ile Türkiye ilişkilerinin bozulmaması yönündeki hassasiyetlerden dem vurdu. Veya kimisi çok daha sinsice, kendi savaş yanlısı görüşünü açıklamaksızın, ama kesinlikle savaşa karşı olduğunu da vurgulamaksızın, Amerika'nın yararlarını ve çıkarlarını anlatan yazılar yazdı. Hatta bazıları kendini savaş uzmanı sayıp çeşitli savaş stratejileri ve senaryoları geliştirdi.
Ancak bu tip gazetecilerin Irak savaşındaki en belirgin ortak tutumları apaçık savaş yanlılığı oldu. Bu tek yanlı saldırı, bir halka yönelik yapılmış öyle bir savaştı ki, ancak ikirciksiz ve tam olarak ya savaşa karşı tutum alınabilirdi ya da ABD'nin ve emperyalist savaşın yanında olunabilirdi.
Bu savaşa karşı olanlar onurlarını koruyabilmiştir. Onlar savaş yanlılarına göre romantik, duygusal, hayalci olmakla suçlandı. Hatta düpedüz "hain" bile ilan edildiler.
Çalışmayı, bu süreçte en saldırgan ve en pespaye tutum alan Doğan medya grubuna bağlı Hürriyet gazetesinin köşe yazarlarıyla başlatacağız; daha sonraki sayılarda diğer gazetelerle devam etmeyi umuyoruz.
Aşağıda göreceğiniz gibi, kimi yazarlardan birden fazla alıntı var. Özellikle 2 Mart günü, yani tezkerenin Meclis'ten geçmediği günün ertesi ile 20 Mart, yani ABD'nin işgali başlattığı günün ardından yayınlanan bu yazılar, yazarların tutumları hakkında bize önemli bilgiler sağlıyor.
En uzun alıntıyı, Hürriyet Gazetesi'nin yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ten yapıyoruz. Bildiğiniz gibi Ertuğrul Özkök, gerek işgal başlamadan, gerekse başladıktan sonraki dönemde neredeyse her gün, niçin Türkiye'nin de bu saldırganlığa dahil olmadığı konusunda adeta çıldırırcasına veryansın etti ve Türkiye'nin de mutlaka savaşa girmesi gerektiğini savundu. Bu tutumuyla, "muhabirlikten muharipliğe" terfi etti. Savaşın devam ettiği günlerde neredeyse her yazısında savaş yanlısı tutumunu sergiledi ve genellikle barışı savunanlara ateş püskürdü. Şimdi ondan alıntılara göz atalım:
"...Önceki gün TBMM tarihi oturumunu yaparken Ankara'da yapılan 'Savaşa hayır' mitinginin fotoğraflarını tek tek inceledim. Tek tük varsa, belki atlamış olabilirim. Ama gazetelerde yayınlanan fotoğraflarda iki şey dikkatimi çekti. Mitinge katılanların elinde Türk bayrağı ya hiç yoktu, ya da ben fotoğraflarda göremedim. İkincisi, miting alanı baştan sona sarı kırmızı pankartlarla doluydu. Bunlar Galatasaray pankartı olmadığına göre, bu renkler neyi temsil ediyordu? Ben 56 yaşındayım ve bu kadar yıllık siyasi müktesabatım bana iki sembolik gerçeği öğretti. Sarı kırmızı renk, bu ülkede Cimbom dışında iki şeyi temsil eder. Biri Dev Sol'u, öteki ise marjinal Kürt örgütlerini." (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 3 Mart 2003)
"Gecikmiş bir beyaz bayrak Bu fotoğrafı herhalde uzun zaman unutmayacağız. Çukurdan bozma bir siperde iki zavallı Iraklı asker. Birbirlerine sarılıp, öyle kıvrılıp kalmışlar. Birinin elinde bir beyaz bayrak. Ucu henüz siperden çıkmamış. Belli ki ölüm onları teslim olmaya hazırlanırken yakalamış. Yani gecikmiş bir beyaz bayrak. İşte bu fotoğrafın arkasına geçmek istiyorum. O iki zavallı askeri, siper bile denemeyecek kadar iğreti çukurda bırakan diktatörün iki yakasına yapışmak, ondan hesap sormak istiyorum. O zavallıları orada bırakmış. Kendini koruyacak Cumhuriyet Muhafızları'nı ise Bağdat'a çekmiş. Onlar sanki Irak'ın değil, sadece kendinin muhafızları. Esir olan gariban askerlere bakıyorum. İçimden ağlamak geliyor. Üzerlerinden akan o şey nedir? Üniforma mı yoksa bir çul parçası mı?.. Ayaklarında birer bot bile yok. Güya asker. (...). Ceplerinde beyaz bayrakları bile yok. Cesaretten mi, hayır(...) Altlarındaki toprak, dünyanın en zengin petrol yatakları. Çok değil, 25 kilometre ötedeki başka Araplar, lüks arabalarda dolaşır, klimalı evlerde oturup dünyanın her yerini gezerken, onlar hâlâ Ortaçağ'da kalmışlar. Neden? Onu sormaya bile cesaretleri yok. (...) İşte bu savaştan hepimize kalacak tek miras bu fotoğraf olacak. (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 23 Mart 2003)
Bir başka yazısında, yoğun gayretlerinden dolayı rütbe alan Onbaşı Ertuğrul Özkök, iğrenç bir öneri getiriyor, burada da aklınca insanları korkutacağını sanıyor. Önerisini en önce biz uyguladık. Bu önerini unutma Ertuğrul Özkök, çünkü biz seni 2003 Irak savaşında savaş çığırtkanı olarak tarihe not düşeceğiz. Bu saldırganlıktan 10 yıl, 20 yıl, 100 yıl sonra bile savaşa, cinayete karşı çıkanlar alınları ak, yüzleri açık meydanlarda dolaşacaklar. Ya senin torunların senin için ne düşünecek.
"30 yıl sonra açılacak bir defter. Ben, zamanında yapmadığım için pişmanım. Ama bugün üniversitelerde okuyan gençler hala bu imkana sahipler.
Onlara küçük bir oyun teklif edeceğim. Kendilerine bir hatıra defteri alsınlar. Tabii defter derken ağız alışkanlığı. Aynı şeyi bilgisayarlarına kaydedebilirler. Yapacağınız iş basit. Bugün kendinizin, yakın arkadaşlarınızın, daha uzaktan tanıdıklarınızın, öğrenci lideri durumunda olan tanıdıklarınızın çeşitli konularda neler söylediklerini kaydedin. Katıldığınız toplantılarda neler söylendiğini, hangi sloganların atıldığını, taşınan pankartların üzerinde neler yazıldığını tek tek diskete geçirin. Bu hatıra defterini veya disketi, sağlam bir yerde saklayın. Ne kadar mı? Şöyle 20-30 yıl kadar. Sonra bir gün bunları açıp okuyun. Orada yazılı her arkadaşınızın, tabii bu arada kendinizin nerede olduğuna bir bakın. O gün neler söylemişsiniz, onlar neler söylemişler? Hangi pankartları taşıyıp, hangi sloganları atmışsınız? Ve bugün ne düşünüyorsunuz, o konulara nasıl bakıyorsunuz? Arkadaşlarınızın kaçı hâlâ o günkü gibi düşünüyor, kaçının görüş zaviyesi 180 derece değişmiş? İnanın çok eğlenceli arkeolojik bir inceleme olabilir. (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 4 Nisan 2003)
Şimdi diğer yazarların yazdıklarına göz atalım:
"Peki ama hiçbir şey kazanmadığımız şu süreçte -AKP sayesinde- neler yitirdik? ULUSAL ONURUMUZU YİTİRDİK. Yetmez mi? Bütün dünyada alay konusu olmadık mı? Şu olayda bizim durumumuza düşen ikinci bir ülke oldu mu? Yanıtını ehliyetsiz ''usta kaptan'' versin! Eğer kalıbının adamı ise!" (Emin Çölaşan, Hürriyet, 21 Mart 2003)
"Irak Savaşı konusunda hem hükümetin, hem AKP'nin ideolojik körlük yaşadığını Süleyman Demirel'in Fırat'taki sağır çobanı bile biliyor ama ideolojik körlük sadece onların hastalığı değil.
Maalesef, Irak konusunda Cumhurbaşkanlığı, Meclis Başkanlığı, MGK ve İslamcı-solcu enteller de aynı sorunu yaşadılar." (Cüneyt Ülsever, Hürriyet, 22 Mart 2003)
"IMF ile ilişkiler askıya alınmıştır. Artık IMF denetimlerinde ''öküz altında buzağı aramaya'' başlayacaktır. (...) Eğer, İslamcı-solcu enteller ceplerinden ödemezse, en iyisi artık 150 milyar dolar borcun üstüne yatmaktır. (...) Petrol için son anda ABD yanında savaşa girecek Fransa-Almanya Türkiye'ye uzaktan ''nanik!'' yapacak, ABD'de pirinçten olan ülkemiz bir de üstüne üstlük AB'de bulgurdan olacaktır. (...) Bu karar sonradan düzeltilse dahi, Kabadayı Müttefik bir kez olsa dahi reddedilmiş olmayı ve hatta T.C. hükümeti tarafından aldatılmış olmayı bir daha hiç ama hiç unutmayacaktır. (...) Eğer kuzey cephesi açılmaz, ABD Irak'a sadece güneyden girmek zorunda kalırsa, aradaki maddi-manevi kayıp farkını bizim hesabımıza yazacaktır." (Cüneyt Ülsever, Hürriyet, 3 Mart 2003)
''Savaşa hayır'' diyen solcu, İslamcı ve dahi Kürtçü enteller, diğerlerine yaptıkları gibi, neden H.Özkök'e hak ettiği (!) cevabı vermezler?
Özkök'ün sözlerini bir hafta önce yazınca bana ''vatan haini'', ''CIA ajanı'' diyerek e-posta yollayan vatandaşlar, neden şimdi aynı e-postaları Özkök'e yollama cesaretini bulamazlar?
En tepedekinden asker-sivil bürokrata, seçilmiş-atanmış hazretlerden entellere, hatta 'normal yurdum insanına', herkesin bu kadar dar ufuklu, sopa görmeden aklını başına alamayan, hesap yapamayan, analiz fukarası olduğu bir ülkede yaşamak bazen beni çileden çıkarıyor." (Cüneyt Ülsever, Hürriyet, 8 Mart 2003)
"Tezkere bu kez geçerse, cebimize para girecek mi, girmeyecek mi?
Bu para gelmezse ekonomik dengeleri nasıl kuracağız? Madem bu iş ''havadan'' oluyordu, pazarlığa neden ''karadan'' başladık? Madem ''kara harekátı'' olmayacaktı, neden üslerin tadilatı için tezkere çıkardık? Neden bu kadar malzeme ülkemize geldi? Madem bu savaş zaten olacaktı, neden avucumuzu yaladık? (Cüneyt Ülsever, Hürriyet, 20 Mart 2003)
"GEÇEN haftaki yazımızda tezkerenin hızlanıp güvenoylaması öncesinde ele alınacağı tahminini dile getirdik, yanıldık. Nitekim tezkereye oynayan piyasalar da gecikmeye tepki verdi. Ne var ki ABD'nin Ankara'dan hava sahasını açması yönündeki artan baskısı yeni bir fırsat penceresini araladı. Öyle ki savaşın ilk adımı yani hava saldırısı tamamen Ankara'nın iznine bağlandı. Ankara daha fazla kararsızlık göstermezse pazarlıkta avantajlı konuma geçti bile sayılabilir." (Enis Berberoğlu, Hürriyet, 16 Mart 2003)
Şimdi de, kerameti kendinden menkul bir reklam eleştirmeni olarak piyasaya çıkıp kendini bir şey sanan birinin yazdıkları:
"DİNSİZİ, dincisi, faşisti, komünisti baktı hava puslu, kimse konuşanın görüşenin farkında değil, her fırsatta Amerika'ya çakıyor. Saddam sütten çıkmış ak kaşık, Amerika şeytan! Saddam mağdur, Amerika gaddar! Radikal Anti-Amerikancılar konjonktür uygun olunca saklandıkları mağaralardan ses vermeye başladı.
Şimdi sıra Amerikan mallarının boykot edilmesi çağrılarına geldi. Tamam, herkes düşüncesini söylesin, tartışsın da bilip bilmeden bu ''marka boykotu'' hainliğini yapmasın. Türkiye'de Amerikan, İngiliz markalarını boykot edeceksiniz de sorun çözülecek mi? Sorun çözülmez ama sadece işsizler ordusuna onbinlerce işsiz daha katarsınız" (Ali Atıf Bir, Hürriyet, 30 Mart 2003)
"SAVAŞ RÜZGÂRLARI'nın sıcaklığını, mutsuzluğunu giderecek tek şey sanattır. Sadece savaş haberlerini, savaşa dair yorumları okursanız, festivallerden uzak durur, evinize kapanırsanız; önce ruhunuz, sonra da beyniniz çürür." (Doğan Hızlan, Hürriyet, 20 Mart 2003)
"Sanatçılar savaşa karşı olmak zorunda mıdır?
YAZIMIN başlığını görünce; benim savaşı, savaştan yana olanları savunduğumu, desteklediğimi, onlardan yana çıktığımı sanmayın.
Ancak kişisel yargılar ve tercihlerin, saf almaların karşıt anlayışlardan oluştuğunu, edebiyat ve sanat tarihi gösteriyor. Burada sanatçının her zaman siyasal bir kimlikle düşünülmesinin yanlışlığını ortaya koyuyor.
Ne var ki, sanatçının işlevinin, yerinin ne olduğunu değişik açılardan, değişik ölçütlerden yola çıkarak tartışmanın tam zamanı.
Dün Çiğdem Anat'ın CNN Türk'te bana yönelttiği soruları yanıtladım.
İlk konumuz Oscar Ödülleri üzerineydi.
Roman Polanski'nin, savaşın zulmü, savaşın insanları nasıl kişilik yıkıntısına sürüklediğini gösteren Piyanist filminin ödül alması, savaşçılara bir mesajdı.
İkinci Dünya Savaşı üzerine filmler hâlâ çevriliyor, onun acısı taze tutuluyor, beyinlerimiz ve yüreklerimizde; Vietnam Savaşı'nı onunla ilgili filmlerden öğrendik. Ama unutmayalım ki, bir senaristin ve bir rejisörün bakış açısından.
Eğer bir kişiye ''Sen savaştan yana mısın?'' diye sorarsanız, aklı başında, hele sanatçı olan birinin evet demesi mümkün değildir.
Ancak soyut anlamda bu ret, bazen acı gerçeklerle uyuşmuyor. Ve gerçek karşısında, sanatın romantizmi, kırılganlığı direnemiyor.
BENİ, sanatçının toplumsal sorumluluğundan çok bireysel özgürlüğü ilgilendirir.
Sanatçının bugün değeri, savaşa karşı olup olmamasıyla doğru orantılı değildir.
Onu insan, vatandaş kimliğiyle yargılayabilirsiniz ama tutumundan ötürü asla.
Alman yazarlarını Hitler'e karşı direnenler direnmeyenler, kaçanlar ülkesinde kalanlar gibi sınıflamaya tabi tutanlardan değilim; böyle bir sınıflamaya karşıyım. (...) SAVAŞÇI bir cemaat psikolojisinin uydusu değildir, kendi bireysel varlığının hesabını verir sadece. İster savaşa karşı olsun, ister savaş kışkırtıcısı. Edebiyat ve sanat tarihinin yargısı, günlük siyasal çekişmeleri her zaman aşmıştır." (Doğan Hızlan, Hürriyet, 26 Mart 2003)
Yukarıdaki yazısında sanatçının savaşı savunabileceği düşüncesine varan Hızlan, nedense tarihi eserlerin yağmalanmasını hazin buluyor. Yağmayı mahkum etmekle doğru yapıyor da, ondan önce savaşı ve savaşı savunan sanatçıyı lanetlemek aklına gelmedi mi?
"KÜLTÜR BARBARLARI'nı lânetliyorum.
Çiğdem Anat'ın CNN TÜRK haber programındaki görüntüler korkunçtu. Vahşi insanın ne demek olduğunu orada gördüm. Kültüre düşman, her şeye düşmandır. Televizyon ekranındaki dumanlar, iktidarların, savaş galiplerinin, kültürü hiç saymalarının ne ilk ne son örneği. Diktatörlük baskısı altında yaşayanların, kendi kültürlerine yabancılaşmasının da hazin örneği.
Irak Savaşı'nda müze ve kütüphane yağmalandı, yakıldı.
Bu barbarlar, savaş suçlusudur, koalisyon güçleri, soruşturma açmalıdır, onları yargılamalı, mahkûm etmelidir." (Doğan Hızlan, 15 Nisan 2003)
"Biz ne yaptığımızı biliyor muyuz?
SON üç yıldır dışarıdan ek mali yardım almadan ayakta duramayacak durumda olan Türkiye ekonomisi bu yıl kendi haline bırakılıyor. İktisadi açıdan, Irak Krizi Türkiye ekonomisi için bir şanstı. Ek mali yardım alabilmek için iyi bir bahaneydi. Bu şansı ne olduğu pek belli olmayan nedenlerle kaçırdık. Böyle bir şansı kaçırdıktan sonra kendi yağımızla kavrulabilecek miyiz? Önümüzdeki rakamlar ileriye dönük olarak çok umut vermiyor (...)Türkiye'yi yönetenler hızla iç ve dış borçlarının ertelenmesini zorunlu kılacak bir zemin hazırlamaktadırlar. Bu zorunluluktan kaçamayacağımız an geldiğinde, uygulayacak ekonomi politikası kalmayacaktır. Topyekun ekonomik çöküntü söz konusu olacaktır. Bu resmi korkutmak için çizmiyorum. Şimdi uygulanan siyasetin bizleri nereye getirebileceği konusunda gerçekleri görmezden gelme eğilimde olanlara bir hatırlatma yapmak istiyorum. ''Savaşa hayır'' demek çok onurlu bir davranıştır. Ama, bizlerin ''savaşa hayır'' demesiyle ekonomik maliyetler azalmamakta, aksine artmaktadır. Uzun süre jeopolitik konumumuzun vazgeçilemez olduğunu sandık. Irak harekatının başlamasıyla vazgeçilemez bir konumda olmadığımız anlaşıldı. Siyasi açıdan küçüldük. Meğerse, vazgeçilemez değilmişiz. Bu sürecin devamı ekonomik açıdan da küçülmektir. Asıl dayanamayacağımız küçülme biçimi ekonomik olandır." (Ercan Kumcu, Hürriyet, 4 Mart 2003)
"Tezkere geçmezse savaşa o zaman gireriz
Ne savaş yandaşıyım, ne karşıtı... Derdim Türkiye'nin ne olacağı.
Hiçbir popülist düşünce de umurumda değil. Şov olsun diye, tabanım, okurum, şuyum buyum benden bunu bekler diye de tavır almıyorum. Ama ne yazık ki, Türkiye'de pek az kişi böyle yapıyor. Ülkenin yarın öbürgün neyle karşı karşıya kalacağını değil, kendi imajını, popülaritesini düşünüyor. Tavrını ülke menfaatlerine göre değil, kendine göre alıyor... Aslına bakarsanız Türkiye'nin bir savaşa falan girdiği de yok. Amerika'ya kolaylık sağlayıp sağlamayacağımız söz konusu. Kuzey Irak'taki bataklığa ise zaten bir şekilde gireceğiz. Hatta ABD ile hareket etmezsek, daha kötü bir şekilde gireceğiz. Savaş karşıtlarına bakıyorum ve gülüyorum." (Fatih Altaylı, Hürriyet, 15 Mart 2003)
"Ancak ülkenin siyasi kurumlarının yeniden oluşması, istikrarın sağlanması ve Ortadoğu sorununun çözümünü de planları içine alan Başkan Bush'un öngördüğü bütün bölgesel düzenlemeler yapılana kadar, Amerikan ve İngiliz askeri gücü varlığını sürdürecek (...) AMERİKAN askerlerinin Türkiye'de konuşlandırılmaları için izin verilmeli mi? Bu Türkiye için artık çok önem taşımıyor. Evet, verilebilir. Zaten başlamış olan bir süreç hızlanır. Önemli olan herkesin savunduğunun sorumluluğunu alması. Doğru olmayan gerekçelerle zihinleri bulandırmaması." (Ferai Tınç, Hürriyet, 10 Mart 2003)
"BUNUN tercümesi şudur: Saddam'ı hakladıktan sonra Washington, ''asi'' Avrupa ülkelerini dışlayarak onları ''cezalandıracak''; ancak, otoyol ihalesinden iletişim şebekesine İspanya'yı hem bölgede ''kayıracak'', hem de Madrid'e Yaşlı Kıta'da ''ayrıcalık'' tanıyacaktır. Zaten, Amerikan Kongresi'ndeki lobiler daha şimdiden, Almanya'dan ''Zeiss'' optik veya Paris'ten ''Dior'' parfüm ithalinin yasaklanması için devreye girmiş durumdalar. Varın, Meclis'in ''hayır'' kararı ertesinde, gırtlağına kadar IMF'ye borçlu ve ''stratejik perspektif''inde ABD ufuklu bir Türkiye'nin nasıl ''cezalandıralacağını'' siz düşünün! Ama n'eyleyelim, madem ki ''milletin vekili'' öyle dedi, ceremesini de millet çekecek. Ancaak, kendi düşen ağlamaz ve dün, gelecek krizle birlikte ''hayır''cılardan yüzde otuz tasarruf yapılmasını isteyen Ertuğrul Özkök'ün bile cömert davrandığı kanısındayım. Yetmez ve kim ki ''kıvırtma'' ve ''niet''den sorumludur, bedelini yüzde yüz ödemelidir." (Hadi Uluengin, Hürriyet, 4 Mart 2003)
"Ekonomik alanda Türkiye'nin ABD'den tek alabildiği, ABD Büyükelçiliği'nin Türk ekonomisine desteğin süreceği taahhüdünde bulunduğu tek sayfalık bir basın bildirisidir. Türkiye, 6 milyar dolarlık bir hibe imkánı yerine, tek sayfalık bir basın bildirisiyle yetinmek durumunda kalıyor. ABD, bu açıklamayı Washington'da Hazine Bakanı'na yaptırarak hiç olmazsa bildirinin içindeki mesaja yüksek düzeyde bir ağırlık kazandırabilirdi. Bunun yapılmamasında, Washington'un AKP hükümetine duyduğu kızgınlığının izlerini görmemek mümkün değildir." (Sedat Ergin, Hürriyet, 21 Mart 2003)
"Madem gerekliydi neden bu kadar geç kalındı? TÜRKİYE'nin çıkarları ve güvenliği madem bu denklemin dışında kalmamayı gerektiriyordu, o zaman bu kadar yaşamsal bir karar neden son dakikaya bırakıldı? (...) Türkiye binlerce yıllık devlet geleneği olan, cihan imparatorlukları kurmuş büyük bir ülkedir. Şimdi ne oldu? Amerika'nın restine boyun eğmiş bir ülke durumuna düştü. Çünkü bu denklemin içinde yer almazsak Kuzey Irak'a girmememiz konusunda ciddi bir uyarı aldık. Bu da ulusal güvenliğimiz açısından sakıncalıydı. Bunun üzerine apar topar zirve toplandı ve tezkerenin en kısa zamanda Meclis'ten çıkarılması hükümete tavsiye edildi. Devlet adamlığı, gelişmeleri ve sonuçları önceden sezebilmek ve ona göre karar almaktır. Bu yapılamadı. Amerika ile ilişkiler zarar gördü. İki stratejik ortak arasında güvensizlik doğdu. Türkiye bu yanlışları yapmayacak kadar büyük bir ülkedir." (Tufan Türenç, Hürriyet, 19 Mart 2003)
Ya eski marksist birinin yazdıkları sizce daha mı az ibretlik:
"İncirlik mi geçiniz!.. Stratejik ortaklık!.. Bu artık kağıt üstünde bir kavram!.. İçi boşalmaya aday. Boşalmanın ilk işareti ortaya çıkıyor: ABD, İncirlik Üssü'nden vazgeçmeye doğru adım atıyor. Üç yeni havaalanı girişimi var. Biri Güney Kıbrıs'ta, ikincisi Kuzey Irak'ta, üçüncüsü de Dubai'de. Irak ya da Ortadoğu'da ihtiyacı olduğu bir anda, ABD, İncirlik'i kullanıp kullanamayacağını bilmiyor. Türkiye'ye artık hiçbir biçimde güvenmiyor. Bu nedenle, kendine yeni seçenekler geliştiriyor. Yeni havaalanları kararı, ABD'nin stratejik ortak olarak, Türkiye'den umudunu kestiğini gösteriyor.Kopuşun fotoğrafı unutulacak gibi değil: Ankara uykuya, İncirlik tarihe." (Yalçın Doğan, Hürriyet, 21 Mart 2003)
"Anlaşılan, AKP hükümeti Tezkereyi geciktirince, Washington Kuzey cephesini kapatıp planlarını değiştirdi ve ekonomik paketi de şimdilik rafa kaldırdı. Peki, Ankara'nın bundan haberi yok muydu? Çankaya zirvesi neydi? Ali Babacan, kredi paketinin varlığını, hatta nasıl harcanacağını anlatırken gelişmelerin farkında değil miydi?
Bu iş tam komediye döndü. Oyunun önemli bölümü Ankara'da oynanıyor. Ancak Washington'da da kafalar karışık. (...) Türkiye'nin Tezkere konusunda geç kalması sonucunda, ABD'nin Türkiye üzerinden asker sevkiyatından ve ekonomik paketten vazgeçtiğini açıkça gösteriyor. Hükümet yetkilileri ise, durumdan memnun görünüyorlar. "Türkiye'ye ABD askeri gelmesinin getireceği sakıncalardan kurtulduk. Buna karşılık, Irak'ın toprak bütünlüğünü sağladık. Kuzey Irak'a Türk askerinin girmesini kabul ettirdik. Türkmenlerin konumunu sağlama aldık ve ABD'nin koalisyon ortakları arasına girdik. 6 milyar dolar şimdilik devreden çıktı. İlerde bu konu yeniden gündeme gelebilir" diyorlar. Ulaşılan bu nokta tam anlamıyla "işi, yüzüne gözüne bulaştırmaktır" Türkiye, ABD'nin Irak operasyonuna hava sahasını ve bazı üsleri açmasına rağmen, karşılığında en önem verdiği beklentilerini elde edememiş oluyor. Üstüne üstlük Washington ile ilişkilerini geriyor. Askerini Kuzey Irak'a sokarken ABD ile işbirliğini kısıtladığından dolayı kendi hareket yeteneğini de kısıtlamış oluyor. Türkiye akılcı şekilde hareket etmediğinden dolayı hem harekatın bir parçası konumuna giriyor, hem de elindeki kozları kaybediyor. Gelinilen nokta budur. Bundan sonrası belirsizliklerle dolu bir dönem .
Bir ülkenin kötü yönetilmesinin faturasını ise, Türk halkı ödeyecek... Böylece daha "onurlu" , daha "bağımsız" bir ülke olduk.(!)" (Mehmet Ali Birand, Hürriyet ve Milliyet internet siteleri, Posta Gazetesi ile aynı anda yayınlanıyor, 20 Mart 2003)
"Tezkere olayından sonra yaşananlar ve başta AKP Lideri Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP'li bakan ve diğer yetkililerin söyledikleri, artık tüm umutlarımızı kırdı. Şimdiye kadar, hálá bir umut kalsın diye, ağzımızda gevelediğimiz kanımızı artık açıkça söyleyebiliriz. Hükümet ekonomiyi bilmiyor. Daha açık söyleyelim; hükümet ekonomiyi anlamıyor. Daha da kötü; an-la-ya-mı-yor... Biz de tezkere çıkması halinde, açıklanan tedbirlerin biraz daha yumuşak olabileceği kanısındayız. Ancak bu, artık değişebilecek bir durum değil." (Erdal Sağlam, Hürriyet, 6 Mart 2003)