Özelleştirme,
belki de son yıllarda hayatımıza en çok giren kavramlar arasında.
Türkiye'de 80'li yıllardan itibaren adı kamuoyunda yeni yeni duyulmaya başlayan özelleştirmenin kuşkusuz öncesi vardı.
Özelleştirme, herşeyden önce, dünya kapitalizminin 70'li yıllardan itibaren
emekçi sınıflara ve dünya halklarına ideolojik ve politik saldırısı biçiminde şekillendi.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra sosyalist ülkelerin çoğalıp güçlü
bir sisteme dönüşmesi, kapitalist ülkelerde işçi sınıfı hareketinin güçlenmesi,
gelişmiş ülkelerde refah devleti veya sosyal devlet adı verilen Keynesci
sistemin yaygınlaşmasına neden oldu.
Sosyal devletin ilk kapsamlı uygulaması
İngiltere'de 1930'larda ve 1940'larda formüle edilen ve 1945'ten sonra büyük
etkililik kazanan Keynes-Beveridge'liberal kollektivizm' felsefesini temel
alarak oluşturuldu.
Ne var ki, özellikle 1970'lerin ortalarından itibaren
dünya kapitalizminin içine girdiği bunalım, liberalizmin tekrar köklerine
dönmesinin yolunu açtı.
Bunalımın yükünü işçiler, emekçiler ve genel olarak
toplumun yoksul kesimlerine yıkmak isteyen kapitalist sınıfın çıkarlarına uygun
olarak eski liberalizmin bireyci, mülkiyetçi, serbest piyasa ekonomisini
mutlaklaştıran anlayışı adım adım yayıldı ve 1980'lerden itibaren dünyadaki
başlıca kapitalist ülkelerin hemen hepsinde egemen ideoloji haline geldi.
Friedrich August von Hayek ve Milton Friedman gibi düşünürlerin başını çektiği
Yeni Sağ veya neo-liberalizm akımı İngiltere'de Muhafazakâr Parti'nin ve
Başbakan Margareth Thatcher'in, Amerika Birleşik Devletleri'nde Cumhuriyetçi
Parti'nin ve Başkan Ronald Reagan'ın resmi politikası oldu.
İngiltere ve
ABD'nin ardından Federal Almanya'da Hıristiyan Demokratik Birlik ve Hıristiyan
Sosyal Birlik Hükümeti ve Başbakan Helmut Kohl Yeni Sağ çizgiyi benimseyerek
kapsamlı bir özelleştirme programını yürürlüğe koydu. Bu ülkelerin ve
Uluslararası Para Fonu İMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların
etkisiyle neo-liberalizm bütün dünyaya yayıldı.
Yeni Sağ akıma göre, halkın
belirli kesimlerinin maddi durumu düzeltme veya dağıtımcı ya da'sosyal' adalet
sağlamaya yönelik yasalar bürokratik devlet kurumlarının büyümesine yol açmış,
devleti serbest piyasaya gelişigüzel müdahale eden bir canavara
dönüştürmüştür.
Yeni Sağ düşünürler bu olgudan yola çıkarak "refah düzeni"nin
özgürlükleri ortadan kaldırma eğilimi taşıdığını öne sürmüş ve devletin
küçültülmesini, geleneksel rolüne geri dönmesini, sosyal güvenlik
düzenlemelerinden vazgeçilmesini savunmuşlardır.
Genel olarak sosyal haklara,
sendikalara, sosyal devlet anlayışına düşman bu çizginin kapitalist hükümetlerin
eylem programına dönüşmesiyle bütün ülkelerde sosyal haklar alanında büyük ve
köklü gerilemeler yaşandı.
Özelleştirme, ekonomik, sosyal ve finansal
kuralsızlaştırma (deregulation), sendikasızlaştırma, sosyal güvenlik
kuruluşlarının zayıflatılması ve hatta ortadan kaldırılması, sosyal yardımların
kısıtlanması, kadınlara, çocuklara, azınlıklara yönelik sosyal programların
yürürlükten kaldırılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi, eğitim ve sağlık
hizmetlerinin güdükleştirilmesi gibi bütünsel bir saldırıya dönüşen yeni
uygulamalar, toplumun çoğunluğunu 18. ve 19. yüzyılın vahşi kapitalizminin
sefalet ortamına itti.
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'daki sosyalist
ülkelerin yıkılması ile neo-liberalizmin saldırısı daha da hızlandı. Bütün bu
politikalar küreselleşmenin veya yeni dünya düzeninin kaçınılmaz gerekleri
olarak sistemli bir kampanya ile herkese benimsetilmeye çalışıldı. Toplumların
150 yıllık mücadele ile elde edilmiş haklardan vazgeçmesinin"akla uygun" olduğu
büyük sermayenin ve hükümetlerin güdümündeki kitle iletişim araçlarıyla
beyinlere kazındı.
Sert esen bu neo-liberalizm rüzgarından Türkiye de
nasibini fazlasıyla aldı. 12 Eylül faşist darbesi ve ardından Turgut Özal'ın
başkanlığındaki Anavatan Partisi iktidarı döneminde Türkiye'ye ithal edilen
neo-liberalizm, daha sonraki iktidarlar tarafından da sürdürüldü. Bu doğrultuda
uygulanan politikalar sermaye sınıfının yaygın bir desteğini
aldı.
Özelleştirmeye yönelik ilk düzenleme 1984 yılında çıkarılan ve kamu
iktisadi teşebbüslerine ve bunlara ait tesislere, hisse senedi ihracı yoluyla
gerçek ve tüzel kişilerin ortak edilebilmesini veya bu tesislerin işletme
hakkının belli sürelerle devrini sağlayan 2983 sayılı yasayla getirildi.
Daha
sonra 1986 yılında çıkarılan 3291 sayılı yasayla kamu kuruluşlarının
özelleştirme kapsamına alınması ve uygulamaların yürütülmesine ilişkin esaslar
belirlendi. Başta 233 sayılı kanun hükmünde kararname ile tamamı devlete ait
kamu iktisadi teşebbüsü statüsünde faaliyet gösteren kuruluşların özelleştirme
kapsamına alınmasında Bakanlar Kurulu, KİT'lere bağlı ortaklık, işletme ve bu
ortaklıklardaki payların özelleştirme kapsamına alınmasında da Yüksek Planlama
Kurulu yetkili kılındı.
Bu kararanamenin ardından bir dizi başka kanun
hükmünde kararname de çıkarılarak özelleştirme uygulamalarına hız verecek diğer
düzenlemeler yapıldı. Bu yeni düzenlemeler birçok kamu kurum ve kuruluşunun
yapısının yanı sıra personel yapısında değişiklikleri kapsıyordu. Daha önce kamu
kurum ve kuruluşlarda işçi ve 657 sayılı memur yasasına tabi memur olmak üzere
iki ayrı statü bulunuyordu. Ama yapılan değişikliklerle beraber birçok kurum 657
sayılı yasanın öngördüğü personel rejiminin dışına çıkarıldı. 308 sayılı ve
değişik 233 sayılı kanun hükmünde kararname ile KİT'lerde yalnızca işçi ve
sözleşmeli personel çalıştırılması hükmü getirildi. Elbette bu değişikliği yapma
gereği, kamu kuruluşu konumundaki işletmelerin özelleştirilmesi sırasında
personel statüsüne bağlı olarak doğabilecek sorunları ortadan kaldırmakla
beraber işverenlerin kendilerince en uygun düzenlemeyi yapabilmeleri için
gerekli kolaylıkları önceden devlet eliyle sağlamaktı ve bu statüdeki işçilerin
elinden her türlü sosyal güvenceyi almaktı. Anayasa Mahkemesi bu hükmü
Anayasa'ya aykırı bularak iptal etti. Çünkü kanun hükmünde kararname işçi
statüsünde olmayan sözleşmeli personel çalıştırılmasına olanak tanıyordu.
Anayasa Mahkemesi gerekçesinde, sözleşmeli personele güvence sağlanamayacağını,
işçilerin sözleşmeli statüye geçirilmesinin Anayasa'da tanınan hakların
kaldırılması anlamına geleceğini, bunların ayrı statülerde farklı ücret
rejimlerinde çalıştırılmasının sakıncalı olduğunu karara bağlıyordu. Ancak
Anayasa mahkemesinin kararına aykırı biçimde bir kararname daha çıkarıldı ve
sözleşmeli personel istihdamında tüm hukuki aykırılığına rağmen ısrar edildi.
Böylece, bir yandan kamu kuruluşlarının özel sektöre devrinde sorun
yaratabilecek memur statüsündeki çalışanlar tasfiye edildi, diğer yandan aynı
amaca hizmet edecek şekilde yeni çalışanlara işçi statüsü verilmeyecek,
işçilerin yararlandığı sendikalı olma, tam ücret, sosyal haklar, sigortadan
yararlanma, örgütlenme özgürlüğü gibi temel hakları ellerinden alındı. Nitekim
Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği söz konusu kararname sözleşmeli personele
siyasal faaliyet yasağı da getiriyordu.
1989 yılına gelindiğinde özel
sektördeki işçi sınıfının durumu da vahim boyutlardaydı. Bu yıl itibarıyla 140
bin işçi işten çıkarıldı. İşçi sınıfı; geçici personel, taşeron işçilik, geçici
ve mevsimlik işçilik, kalite çemberleri gibi daha önce karşılaşmadığı
kavramlarla karşılaştı. Bütün bu uygulamaların ardında yatan politika, işçileri
düşük ücretli ve ağır koşullarda çalıştırmaya zorlamak, sahip oldukları sosyal
güvencelere el koymak, sigortasız çalıştırmayı yaygınlaştırmak, örgütlülüğü
kırarak sendikasızlaştırmak ve işten atmayı kolaylaştırmaktı. Bütün bu
saldırılara işçi sınıfı ve sendikalar, özellikle kamu sektöründe çalışanlar 1989
"bahar eylemleri"yle cevap verdi. Bahar eylemlerinin ana sloganları arasında
düşük ücretlere, sendikasızlaştırmaya ve işten çıkarmaya, temel hak ve
özgürlükleri üzerindeki yasaklara karşı çıkmanın yanı sıra, İMF ve Dünya
Bankası'nın uygulamalarına son verilmesi, özelleştirmenin durdurulması
talepleriydi. Bu direnişlere katılan işçi sayısı 1.350.000 civarındaydı. Bu
direnişlerden işçi sınıfı toplu sözleşmelerden doğan haklarına sahip çıkarak,
ücretleri istenen seviyeye çekerek kazanımlarla çıktı.
Özelleştirmede
"karşılaşılan sorunların giderilmesi ve programa hız kazandırılması amacı ile
konusundaki yasal ve yönetsel yapının değiştirilmesine yönelik" 11 Mayıs 1994'te
3987 saylı yetki yasası çıkarıldı. Ancak, bu yasaya dayandırılarak çıkarılan çok
sayıda kanun hükmünde kararname dahil, bu yasa da kısa süre sonra 7 Temmuz 1994
Anayasa Mahkemesi'nce iptal edildi.
Özal hükümetlerinin ardından gelen
Akbulut ve Yılmaz hükümetleri de özelleştirmeyi var güçleriyle
sürdürdüler.
Çiller hükümetine gelindiğinde, özelleştirme önündeki tüm
engelleri kaldırmak üzere 4046 sayılı Özelleştirme Yasası çıkarıldı. 27 Kasım
1994 tarihinde yürürlüğe giren bu yasayla, günümüzde tüm özelleştirmelere yasal
dayanak oluşturacak yapı kurulmuş oldu. Özelleştirme Yüksek Kurulu, Özelleştirme
İdaresi Başkanlığı oluşturuldu. Tüm bunların ötesinde Anayasa'nın
"Devletleştirme" başlıklı 47. maddesi"Devletleştirme ve Özelleştirme" şeklinde
değiştirilerek özelleştirme önündeki hukuki engeller de kaldırılmaya
çalışıldı.
Özelleştirmede bugün varılan aşamanın vehametini anlamak için, tüm
sektörleri bütünsel olarak ele almakta yarar vardır. Özelleştirme yalnızca şu ya
da bu işletmenin bir patrona devredilmesi değildir. Enerji sektöründen sosyal
güvenliğe, iletişim sektöründen üretime tüm sektörleri kuşatmış durumdadır.
Özelleştirme sermaye düzeninin emeğe topyekün bir saldırıdır.
Bilindiği
gibi, bugün özelleştirilen son kuruluşlar arasında enerji ve petrol sektörünün
dev kuruluşu POAŞ var. Özelleştirilmede bu aşamaya gelene kadar başta
sendikaların açtığı davalar, yapılan kitlesel gösteri ve yürüyüşler olmak üzere
sol/sosyalist kamuoyunun bütün karşı eylemleri görmezden gelindi. POAŞ 1990'dan
bu yana özelleştirilme kapsamındadır. O günden bu yana sendikalı işçi oranı
yüzde 68.7'den yüzde 54.5'e geriledi. Toplam çalışan sayısı ise sekiz binlerden
altı binlere düşürüldü. İlk defa 1998'de ihaleyle özelleştirilmek istenen bu
kuruluş, açılan davalar, kamuoyunun tepki, kitlesel gösteriler sonucunda o
tarihte kolay kolay satılamadı. Ancak özelleştirme programı adım adım
uygulanmaya devam etti. Hükümet gösterilen tepkileri hiçe saydı. Medya da bu
sese kulak vermedi. Nitekim POAŞ'ın özelleştirilmesinde aslan payını kapanlardan
biri, bugün başta Hürriyet, Milliyet, Radikal gazeteleri, Kanal D televizyonunun
dahil olduğu en büyük medya kuruluşlarından birinin sahibi Aydın Doğan'ın Doğan
Holdingi'dir. İş Bankası ve Doğan Holding'in oluşturdukları konsorsiyumun
özelleştirme yoluyla yaptıkları vurgun geçen günlerde yukarıda sözünü ettiğimiz
Özelleştirme Yüksek Kurulu'nca da onaylandı. Bugün POAŞ'ın özelleştirilmesi
aysbergin yalnızca görünen ucudur.
Türkiye işçi sınıfı geçmişte şanlı 15-16
Haziran direnişleriyle, sermaye sınıfının saldırılarını durdurmaya muktedir
olduğunu gösterdi. Ardından 12 Eylül faşizmini göğüsledi. Son yirmi yılda
sermaye sınıfının çürümüşlüğünü, emeğe saldırılarının iç yüzünü, uyguladığı
politikaların inandırıcılığının kalmadığını kamuoyuna defalarca gösterdi. O
dönem,"şimdiye kadar işçi sınıfı güldü, şimdi sıra bizde" diyen sermaye
sözcüleri artık bıçağın kemiğe dayandığını ya görmüyorlar, ya görmek
istemiyorlar. İşçi sınıfı, gülme sırasının kime geldiğini gösterecektir. Hep birlikte
göreceğiz.
KAYNAKLAR
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, web sayfası,
www.oib.gov.tr, 19.04.2000.
1989 Petrol-İş Yıllığı, Petrol-İş Yayını,
İstanbul.
Petrol-İş, POAŞ Özelleştirilemez!, Petrol-İş
Yayını, 1999.
David Held, Models of Democracy, Polity
Press, Cambridge, 1987.
Bodo Zeuner,"Privatization of Public
Companies and Public Services as a Subject of Trade Union Policies in Germany",
Kamu Girişimciliği, Dünya'da ve Türkiye'de Kamu Girişimciliğinin Geçmişi, Bugünü
ve Geleceği, Uluslararası Sempozyum Bildirileri, TMMOB-Elektrik Mühendisleri
Odası, İstanbul, 1997.