Sosyalist Dergi: 18 |  Taha Parla |
Özgürlük, Eşitlik, Demokrasi

Genel ve eşit oy, temsil ve vekâlet, parlamenter ve meşruiyet gibi kavramlar olsun, hukuk devleti, bağımsız yargı, temel ve siyasal hak ve özgürlükler olsun, demokrasi denilen ilkeler ve kurumlar bütününü oluşturan ögelerin hepsinin temelinde iki ana kavram, bunların türetildiği iki öncül bulunur: Eşitlik ve özgürlük. Öncelikle de eşitlik.

Modern çağ Avrupa siyasal düşünürlerinin ve tarih felsefecilerinin pek sevdikleri bir evrim genellemesi vardı: Eski Doğu toplumlarında yalnızca bir kişi özgürdür (despot); Eski Yunan'da yalnızca bazıları özgürdür (köleler dışındaki halk); Modern Batı'da herkes özgürdür (yurttaşlar). Tabii, bu görüş ancak kısmen doğruydu, çünkü üçüncü cümlecik gerçeği yansıtmıyordu. Kimin söylediğine göre İtalyan cumhuriyetlerinin, Fransız uygarlığının ya da Alman kavminin vardığı nokta idealize ediliyordu, ama yüceltilen zaman ve mekânda herkesin özgür olduğu savı bir mitostan ibaretti. Çünkü eşitlik düşüncesi insanoğlunun vicdanında tam yer etmemişti.
"Eşitlik, özgürlük, kardeşlik" üçlemesine Fransız Devrimi'yle evrensel meşruiyet kazandıran liberal düşünce ise, gerçek yaşamda kardeşliği hiç gerçekleştiremezken özgürlüğü ancak sınırlı ölçüde gerçekleştirebildi, çünkü onun da eşitlik anlayışı yetersizdi. Özgürlüğü esas olarak "eski rejim'in sosyal ve ekonomik ayrıcalıklı zümrelerine karşı burjuvazinin ticaret, girişim ve mülkiyet serbestisine indirgeyen, eşitliği de asıl kendi politik konumunu pekiştirecek bir hukuksal eşitlik (kanun önünde eşitlik) olarak gören burjuvazi, siyasal eşitlik (genel ve eşit oy hakkı, tek dereceli seçim vb.) konusunda ise ayağını, yerine göre, 100-150 yıl sürüdü. Ekonomik eşitlik ve sosyal eşitlik'ten sözetmek, (Rousseau'yu saymazsak) yine sosyalist düşünceye düşecekti.
Zaten kapitalizmin iç mantığı ve değerler hiyerarşisindeki birincil ögeler de (sermaye, kâr, mülkiyet) ekonomik ve sosyal eşitliğin tam bir açılımına engeldi. Hatta rekabetçi kapitalizmin atomistik bireyciliğinin mantıksal uzantısı doğrudan doğruya ekonomik eşitsizlik idi. Örneğin Tocqueville istediği kadar insanların "manevi eşitliği"nden sözetsin, özellikle Kalvinist ve Protestan Hıristiyan etosunda "iş ve mülk", başarılı ve Tanrı katında "seçilmiş" bireyin ödülü ve ölçütüydü. Sosyal Katolikler'in lâfta kalan "bu dünyadaki" dayanışmacılığı, ortodoks olmayan Hıristiyan mezheplerinin ve öteki "kurtuluş dinleri"nin "öbür dünyada" eşitlik vaad eden, hatta varsılla yoksulun yer değiştireceği sözünü veren afyonlayıcı eşitlik anlayışları ise zaten akılcı düşünceye uzak şeylerdi.
Kapitalist "ruh"un varabileceği en ileri noktanın ancak solidarizm ve sosyal refah devleti mitosları (ve kısmi uygulamaları) olabileceği görülürken, İslâmiyet'in eşitlik ve kardeşlik anlayışı da hiçbir zaman "zekât'ın, "adalet dairesi"nin ve bireyin "haddine göre hakkı"nın ötesine geçemedi (dünya nimetlerine önem vermeyen çileci tasavvuf tarikatları ayrı konu). Doğu ve Uzakdoğu dinleri ise, belki Budizm hariç, yine kast sistemlerine meşruiyet veren "haddine, yani sosyal konumuna göre hak" ilkesini benimsediler.
Ama, nesnel olarak ne denli yetersiz kalırsa kalsın, hem dinsel, hem laik ahlâk ve felsefe sistemlerinde eşitlik düşüncesine yüksek bir değer olarak tarihte verilen yerin giderek büyüdüğü de yadsınamaz. Pozitivist ya da idealist bir "doğrusal evrim anlayışına düşmeden ve bilinen tüm eksiklik, tutarsızlık ve geri dönüşleri de hesaba katarak denebilir ki, eşitlik ilkesi hep söylenen ve açıkça reddedilemeyen bir değer haline geldi. Sanayi devrimiyle birlikte "çifte devrim"i oluşturan burjuva siyasal devrimiyle güçlendi; sosyalist düşünce tarafından geliştirilmeye devam ediyor.
Liberalizmin, "neo-liberalizmin" ya da "sosyal liberalizmin", eşitlik düşüncesini ve eşitlikçi davranışı mantıksal uzantılarına götürememesinin nedenleri belli. Böyle olunca da liberalizmin ve türevlerinin vardığı/varabileceği azami nokta fırsat eşitliği'dir. Yukarıda saydığımız öteki eşitliklerle desteklenmeyen bir fırsat eşitliği. Oysa, sol düşüncenin benimsediği koşulların eşitliği olmadan, fırsat eşitliği de gerçekleşmeyen bir umut olarak kalır: Sosyal ve ekonomik koşullardaki eşitsizlikler, yasal engel olmadığı için gerçekleşebilen istisnalar dışında, kümülatif etki yapar ve fırsat eşitliğini kâğıt üstünde bırakır.
Sınırlı eşitlik "eşitlik" değildir. Hukuksal ve siyasal eşitlik, sosyal ve ekonomik eşitlikle bütünleşmedikçe özgürlüğün de sınırlı kaldığı, pek kolay sorgulanamayacak bir saptamadır. Liberal demokrasilerin vardığı çeşitli aşama ve kazanımların önemi küçümsenemez ama, ulaşamayacağı noktalar da gözardı edilemez. Tam eşitliğin sağlandığı bir toplumda yalnızca daha önce kendini geliştirme olanağı bulamayan bireyler de gelişmekle kalmaz, bütün toplumun gelişme potansiyeli yükselir. Eşitsizliklerin ortaya çıkmasını engellediği yaratıcı güçler, barışçıl koşullar içinde gerçekleşme olanağı bulur. Eşitsizliklerin ve mülkiyet ilişkilerinin, insanlığa güven ve barış değil, güvensizlik ve savaş getirdiğini kim yadsıyabilir?
Liberalizm bütüncül bir toplum ve ekonomi modeli olarak gelişmiş kapitalist ülkelerde bile geçerliliğini yitirmeye yüz tutmuştur (iki dünya savaşı arasındaki faşist reaksiyon, günümüzdeki açık ya da dolaylı anti-liberal zorlamalar vb.). Ama liberalizmin öyle siyasal ve hukuksal ilke ve kurumları var ki, daha doğrusu liberalizm çağından başlayarak kitlelere malolmuş öyle ilke ve kurumlar var ki, sol düşünce içinde önem taşıyor. Bunlar, "Batı demokrasileri"ndeki işleyişlerinin yetersizliği bir yana, korunup geliştirilecek ve başka eşitlikçi ve özgürlükçü ilke ve kurumlarla tamamlanacak bir çıkış noktası oluşturuyor.
Düşünce, ifade, bilim ve sanat, haberleşme, tabii hakim, savunma, hak arama, kişi güvenliği ve dokunulmazlığı, dernek kurma, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma vb. gibi temel hak ve özgürlükleri (hukukçuların deyimiyle negatif statü haklarını, siyaset bilimcilerin deyişiyle korunma haklarını) benimsemeyecek bir sosyalist demokrasi anlayışı geçersiz olur. Bireyi, bürokratik devletten, keyfi ve baskıcı siyasal iktidarlardan koruyan bu kural ve kurumlar kalıcıdır. Benzerlikle, seçme ve seçilme, genel oy ve eşit oy, parti kurma vb. gibi siyasal hak ve özgürlükler de (aktif statü hakları ya da katılma hakları) yurttaşların yönetimi belirleme ve denetlemeleri açısından büyük önem taşımaktadır.
Ekonomik ve sosyal haklar (pozitif statü hakları ya da isteme hakları) olarak tanımlanan eğitim-öğrenim, sağlık hizmetlerinden yararlanma, sendika kurma (TC Anayasası'ndaki tasnife göre) grev ve toplu sözleşme yapma hak ve özgürlükleri ise biraz sorunlu bir alan. Sosyal refah devleti ideolojisinin sosyalist düşünceyi evcilleştirme olasılığına karşı dikkat gerektiren bir alan. Çünkü, bugünkü koyuluşuyla "devletten isteme" ve "devletin sağlaması" gibi unsurları içeriyor.
Son paragraftaki çekinceler dışında, saydığımız hak ve özgürlükler liberal düşüncenin ilan edip de tam anlamıyla gerçekleştiremediği temel ilkelerdir. Sosyal-ekonomik hak ve özgürlükler genişletilip derinleştirilmeyi beklerken, temel-siyasal hak ve özgürlüklerin korunması ve kurumsallaştırılması gerekiyor. Başka bir deyişle, kazanılmış özgürlüklerin sosyalizmin eşitlikçiliğiyle ("varolan sosyalizmler"deki eksiklik ve sapmaların ötesinde) bütünlenmesi gerekiyor. Bu arada, yeni sağ elitist demokrasi kuramcılarının geliştirmekte oldukları "özgürlük eşitlikten önce gelir" saptırmasına da dikkat edilmeli. Öncelik sırası, tam tersidir.
 
Yazarın Diğer Yazıları
 İNSANLARI BARIŞLA KORKUTMAYIN
 SAVAŞIN AZI DA CİNAYETTİR
 Özgürlük, Eşitlik, Demokrasi