BASINDAN (Radikal İki, 9 Şubat 2003)
Amerika'nın savaş çıkaracağı çoktan belliydi. Daha geri gitmeye gerek yok: 11
Eylül'den yalnızca üç gün sonra CNN televizyonunun atmaya başladığı iştahlı köşe
manşeti "Amerika'nın Yeni Savaşı" idi. ABD'nin emperyalist kapitalist çıkarları
(başta savaş ve petrol sanayileri olmak üzere) politik-ideolojik hegemonyayı
gerektirmekle kalmayıp, artık savaş makinesının da
-uzunca bir aradan sonra- tekrar daha hızlı çalışmaya başlamasını
öngörüyordu. Ama yazımızın amacı ne içinde bulunduğumuz konjonktürü tahlil etmek
ne de ABD'nin savaş ve şiddet sicilini şişiren yapısal ve tarihsel-kültürel
etmenleri hatırlatmak. Bunları daha sonra yapacağız.
Amacımız Türkiye'nin bu savaşa katılmasının ne demek olacağına ilişkin birkaç
söz söylemekten ibaret. Neredeyse bütün dünya hükümetlerinin ve Birleşmiş
Milletler'in çakmak üzere olduğu bir sınavdan Türkiye'nin geçmesini de
beklemeyerek.
Önce bir iki normatif tanım:
Nasıl idam, tekil bir resmi devlet cinayeti ise; savaş da
toplu bir resmi devlet cinayetidir.
Savaş eden devlet yalnız karşı tarafın
askerlerini değil, kendi askerlerini de katletmektedir.
En adaletsiz barış,
en haklı savaştan daha iyidir. (Erasmus)
Çocuklar da sivildir.
(H. Böll)
Bu tür normatif tanımlar çok artırılabilir. Matematiksel bir kesinlik ve
soğukkanlılıkla da formüle edilebilir; edebi, dramatik, duygusal biçimlerde de.
Hepsi tek, basit bir şey söyler: Savaş kötü bir şeydir. Voltaire'den Tolstoy'a,
Kant'tan Marks'a, Freud'dan Einstein'a, Remarque'tan Böll'e, N. Hikmet'ten
Neruda'ya ve nice diğerlerine kadar savaşın iyi bir şey olduğunu söylemiş önemli
düşünce ve duygu adamı yoktur. (Hegel, Nietzsche ve Heidegger gibiler, her zaman
tersi görüşlerinin altında ezilmeye devam edeceklerdir). Yukarıda
söylediklerimizin meşru müdafaa için değil, saldırgan savaşlar için geçerli
olduğunu belirttikten sonra Türkiye'de oldukça yaygın, savaşa ilişkin bir tutuma
(resmi ya da gayrıresmi) değinmek istiyorum:
ABD haklıdır, savaşa girerse biz de girmek zorundayız çünkü ulusal çıkarımız
bunu gerektirmektedir; ama Irak da komşu ve kardeş bir ülke olduğu için savaşa
çok girmeyelim az girelim, (örneğin beş üs-liman değil iki, veya 100.000 asker
değil 40.000 vs.) ve dahi rayiç bedelini alalım, ucuza gitmeyelim.
İlkeleri değil pragmatizmleri, amaçları değil sonuçları, ahlâki-insani
değerleri değil maddi kazançları tercih eden bir kültür grubunun yaşadığı bu
coğrafyada hasbelkader uzun süredir bulunan biri olarak dahi bu kadarını
beklemiyordum.
Bir önceki paragrafta ya gerekçe ya da hareket şekli olarak sunulan
önermelerin hepsi de ya olgusal ya da mantıksal olarak yanlıştır; bunlar değilse
ahlâksızlıktır, vicdansızlıktır ve bezirganlıktır.
ABD haklı değildir. Yayılmacı, istilacı "son imparatorluk"tur, Gore Vidal'in
deyişiyle. Her şey bir yana, arattığı ve imha edilmesini istediği
nükleer-biyolojik-kimyasal silahların alâsı kendisinde vardır Seymour Melman'ın
hesaplamalarına göre, istenirse ABD'nin elindeki nükleer arsenalin yüzde 10'uyla
Rusya ve Çin imha edilebilir, gerisi fazladır. (Piyasa ekonomisinin
rasyonalitesine bakınız).
Türkiye'nin "ulusal çıkarı" savaşa girmeyi gerektirmemektedir. Yalnızca hakim
sınıfların, büyük sermayenin, askeri ve sivil devlet bürokrasisinin çıkarlarının
bunu "gerektirdiği" iddia edilebilir.
Son iki önermenin ardındaki riyakârlığı ve arsızlığı nitelemeye çoğunuzun
terbiyesi müsait olmayabilir ama ben yapacağım. Sokak ağzıyla bunlara,
sırasıyla, "maktülü 38 yerinden değil, üç yerinden bıçaklamak" ve "paran kadar
konuş" gibi "verilecek para kadar konuşurum" denir.
TBMM'ne bir uyarı: Türkiye'nin vaktiyle Cezayir konusundaki (üstelik daha az)
kalleşçe tutumu hâlâ unutulmadı. Bu sefer de ABD ve İngiltere'nin
"yeniyeni-sömürgeciliğinin" dümen suyuna girerek, zayıf bir gücü ve tabii daha
önemlisi talihsiz ve çilekeş halkları yukarıdan/kuzeyden sandviç etmek hangi
mertlik hanesine yazılabilir? İki başlı (Güllü-Erdoğanlı) hükümet "akidesini"
belli etmiştir. Ama TBMM'nin hâlâ fren koyacak vakti -ve tabii ki yetkisi ve
gücü vardır. (Kimse yoktur demesin; diyen, taammüden toplu cinayete yardım ve
yataklık etmiş olacaktır.)
Günter Grass'ın, Nobel ödülünden hemen önce yazdığı Benim Yüzyılım'daki nefis
bir öyküsünde barışçı Remarque ("Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok") ile savaşçı
Jünger ("Fırtına ve Çelik"), katıldıkları bir toplantıdan sonra el sıkışmadan
ayrılırlar. Ben de (dağa küsen tavşan misali de olsa), savaşa karşı
çıkmayanlarla el sıkışmayacağım.
Prof. Dr. Taha Parla / Boğaziçi Üniversitesi