Çankaya savaşlarının üçüncü bölümünde, AKP Abdullah Gül'ü tekrar aday
gösterdi. Saf değiştiren MHP, Cumhurbaşkanı seçiminin yapılacağı
oturuma katılarak Anayasa Mahkemesince konulan 367 engelini boşa
çıkardı ve Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 tarihinde 11'inci Cumhurbaşkanı
seçildi.
22 Temmuz 2007 genel seçimini AKP'nin büyük farkla kazanması ve MHP'nin
saf değiştirmesiyle önemli iki darbe alarak güç kaybeden Genelkurmay,
Abdullah Gül'ün seçilmemesi için doğrudan doğruya harekete geçmediği
gibi, seçilmesinden sonra da ciddi herhangi bir itirazda bulunmadı.
Böylece Çankaya savaşlarının üçüncü bölümü, parlamento çoğunluğunu,
merkezi hükümeti ve yerel yönetimleri elinde bulunduran AKP'nin,
Türkiye'de kapitalist iktidar yapısında kilit öneme sahip
cumhurbaşkanlığını da ele geçirmesiyle son buldu.
AKP'nin zaferiyle, simgeler savaşı açısından bakıldığında, "türban
Çankaya'ya çıktı." Hukuki iktidar ilişkileri açısından bakıldığında,
"Çankaya kalesi düştü." AKP, hukuki olarak, ordu üst yönetimi, MİT,
yüksek yargı ve yüksek eğitim kurumları dahil, devletin bütün
kurumlarını belirleyebilme gücüne kavuştu. Yeni palazlanan sermaye
çevreleri geleneksel olarak büyük sermayenin ve uzantısı yüksek
bürokrasinin tekelinde olan devlet kurumlarının dizginlerini hukuki
düzlemde ele geçirdi. Hukuki düzlemde ele geçirilen siyasal iktidarın
ne ölçüde hakiki düzleme taşınacağı konusu, ister istemez sermaye
gruplarının yeni güç denemelerine, çatışmalarına ve bu temelde oluşacak
yeni dengeleri yansıtan uzlaşmalara yol açacaktı.
Anayasa tartışması
Nitekim, Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen ardından AKP derhal "sivil
anayasa" hazırlayacağını ve kısa süre içinde ülkenin yeni bir anayasaya
kavuşacağını duyurdu. Başbakan Erdoğan, anayasa taslağını hazırlama
görevini, faşist Huntington'un Türkiye temsilcisi, 12 Eylül
militarizminin övgücüsü, ABD ve TÜSİAD dostu ve Süleyman Demirel
danışmanı sağcı profesör Ergun Özbudun başkanlığındaki bir heyete verdi.
Şaşkın eski solcu yeni liberallerin "yaşasın, artık demokratik ve sivil
bir anayasamız oluyor" haykırışları arasında yapılan bu görevlendirme
AKP iktidarının kendi çıkarına bazı küçük değişiklikler dışında 12
Eylül anayasasının temellerine dokunmama ve militarist çevrelerle
uzlaşma niyetinin bariz işaretiydi. Ergun Özbudun adı AKP ve ordu üst
yönetimi arasında temel bir uzlaşma arayışının ifadesiydi.
Bu niyet beyanından da anlaşılabileceği gibi, AKP'nin demokrasi ve
demokratikleşme diye bir derdi hiç yoktu. Hızla zenginleşme ve
kapitalist oligarşinin parçası olma hırsıyla hareket eden ve İslamiyeti
bu yolda bir araç olarak kullanan eski İslamcıların gündemi ile geniş
emekçi kitlelerinin ve ezilen halkların gündemi birbirine taban tabana
zıttı.
Ne var ki, cumhurbaşkanlığını da AKP'ye kaptıran çevrelerin en küçük
bir değişikliğe bile tahammülü yoktu ve anayasa tartışmasını Çankaya
savaşlarındaki yenilgiden sonra tekrar güç toplamalarına yarayacak bir
fırsat olarak değerlendirdiler.
Başta Hürriyet olmak üzere Doğan medyasının başlattığı ve bu kez
generallerin geri planda kaldığı, YÖK, yüksek yargı organları ile
TÜSİAD, TOBB gibi kapitalist kuruluşların ve "sivil toplum
örgütleri"nin ön plana çıktığı sistemli bir kampanyayla anayasa
değişikliğinin zamansız olduğu, anayasada yapılacak en küçük bir
değişikliğin bile "laikliği ve vatanın bölünmez bütünlüğünü" tehlikeye
düşüreceği konusu işlendi. Şerif Mardin'den alınan "mahalle baskısı"
kavramının yardımıyla, iktidardaki Erdoğan ve Gül sorumluluktan
arındırılarak, Türkiye'nin yavaş yavaş, güya "tabandan gelen baskıyla"
Malezya gibi şeriata kayabileceği, bu yüzden anayasaya dokunmamak
gerektiği iddia edildi.
Taha Parla'nın belirttiği gibi, asker veya sivil, Kemalist veya
liberal, laik veya İslamcı demeden Türkiye egemenlerinin emperyalizmle
işbirliği halinde, Türkiye'ye zaten çok uzun yıllardan beri yarı-dinci
despotik bir sistemi üstten dayattıkları, ülkenin laiklik ve demokrasi
açısından zaten Mısır ve Pakistan'a yerleştirilen düzene benzer bir
gerilik ve gericilik ortamı içinde bulunduğu göz ardı edilerek ve
mevcut rejim laik ve demokratik diye nitelenip aklanarak yürütülen bu
kampanya başarılı oldu. Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Cemil
Çiçek, "Anayasa değişikliğini rölantiye aldık. Değişiklik için acele
etmeyeceğiz" açıklamasını yaptı.
DTP'ye karşı linç
kampanyası
Ardından, yine büyük kapitalist medyanın Mecliste grup kuran DTP'yi
köşeye sıkıştırma, DTP milletvekillerinin dokunulmazlığını hukuka
aykırı bir şekilde yok sayarak partiyi gruptan düşürme ve
etkisizleştirme kampanyası başladı.
"Bölücülük Meclisin içine girdi" kampanyasına AKP de militarist
çevreler kadar hevesle katıldı. DTP'nin grup kurarak Mecliste etkili
şekilde temsil edilmesini halklar arasında kardeşliğin pekiştirilmesi
ve Kürt sorununun barış yoluyla çözülmesi için bir fırsat sayacak
yerde, "genel seçimde bölgenin birinci partisi olduk, yerel seçimde
belediyeleri de DTP'nin elinden alacağız", "DTP'yi sileceğiz"
sloganlarıyla en bağnaz ve şovenist çevrelere güvence verme gayreti
içerisine girdi.
AKP yönetimi, kendisi ile militarizm arasında Kürt ulusal hareketine
düşmanlık temelinde olabildiğince sağlam bir ittifak kurabileceği
hesabını yaptı. Bölgede DTP karşısında tek yaygın siyasal güç olarak
kendisinden başka bir parti kalmadığı için militarist çevrelerin
kendisine muhtaç olduğunu; kendisinin de DTP'yi bölgeden silebilmek
için militarizmin DTP örgütüne ve tabanına yönelik
baskılarına ihtiyacı olduğu saptamasıyla hareket etti. Halklar arasına
düşmanlık sokacak bu sorumsuz politikayla, AKP-Genelkurmay uzlaşmasını
pekiştireceğini düşündü. Düşündüğü gibi de oldu.
Soykırım tasarısı
Ermeni tehcirinin soykırım olarak tanımlanmasını ve tanınmasını öngören
bir tasarının ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu'nda kabul
edilmesiyle AKP ile AKP karşıtı egemen çevreler arasındaki yakınlaşma
ve işbirliği hızlandı.
Tasarının Genel Kurul gündemine alınması ihtimaline karşı, AKP, CHP ve
MHP temsilcilerinden oluşan bir parlamento heyeti, kulis faaliyetinde
bulunmak üzere ABD'ye gitti. Hükümet ve Genelkurmay, tasarının Genel
Kurula getirilmesi ve kabul edilmesi halinde, ABD'yle ilişkilerin
"eskisi gibi olamayacağı" ve "mutlaka bozulacağı" uyarısında bulundular.
Irak'ta şu anda her gün herkesin gözü önünde soykırım uygulamakta olan
ABD'nin Ermeni soykırımını gündeme getirmesinin düpedüz sahtekârlık
olduğu ve Ermeni dostluğuyla hiçbir ilişkisi olmayan sinsi emperyalist
hesaplara dayandığı besbellidir. ABD, bu girişimiyle, biri kısa vadeli,
biri uzun vadeli iki amaç güdüyor. Kısa vadede, her insanın adalet
duygularını isyan ettiren bugünkü Irak soykırımıyla yıpranan imajını
bir başka devletin 1915'teki kurbanlarına sahip çıkarak düzeltmek
istiyor. Başkasının eski suçu üzerinden kendisinin yeni suçunu gözden
kaçırmaya çalışıyor. Uzun vadede ise, halkları "böl-yönet" oyunuyla
birbirine düşürme politikasını hayata geçiriyor ve Batı Asya'da Amerika
ile İsrail'in kolayca çekip çevirebileceği, dinler, mezhepler ve etnik
kökenler temelinde ufalanmış birbirine düşman devletçikler oluşturma
hayali doğrultusunda pratik bir adım daha atıyor.
Egemen çevreler ise, bu apaçık oyuna ilkeli ve ahlaklı bir tutumla
karşı çıkacaklarına, ABD'nin Irak ve Afganistan'da yürüttüğü savaşlar
için lojistik desteğin yüzde 70'inin Türkiye üzerinden sağlandığını,
ABD'nin bunu dikkate alması gerektiğini belirterek ABD'ye şantaj
yaptılar. Yani şu anda soykırım uygulayan ABD'ye yardım ve yataklık
yaptıklarını belirterek soykırım tasarısından vazgeçilmesini istediler.
İlke, ahlak, özeleştiri yapma, merhamet, kurbanların acılarına ve
anılarına saygı gösterme, hem bugün suç işlememe, suç işleyenlere
yardım etmeme, hem de geçmişteki suçlarından pişmanlık duyma gibi
halklar arasındaki insanca ilişkilerin temeli olabilecek ve
emperyalizmin ve kapitalizmin birbirine düşürdüğü halkları birbirlerine
yakınlaştırabilecek tek gerçekçi politikaya kıyısından köşesinden
yaklaşmayı bile denemeden ülkeyi koyu bir şovenizmin pençesine attılar.
Sınır ötesi tezkeresi
Şovenizm kampanyasının şiddeti Ermeni sorununu Kürt sorunuyla
harmanlama taktiğiyle doruğa ulaştı. Ülkenin her yeri okul çocuklarının
da resmi kararla katıldıkları "şehitlere saygı, bölücülüğe lanet"
mitinglerinin alanı oldu. Her şehir, her kasaba bütün devlet
organlarının seferberliği ve bizzat AKP hükümetinin de
katkısıyla adeta yeniden fethedildi. "Teröre karşı savaş",
"teröristleri Kuzey Irak'ta ezelim", "ordu göreve", "savaş tezkeresi
çıksın", "AKP hükümeti teröre karşı ordunun elini kolunu bağlamasın"
sloganları ortalığı inletti. Silahlı Kuvvetler ülkenin koruyucusu ve
kurtarıcısı olarak yeniden tescil ve tebcil edildi.
Durumun seçim ve cumhurbaşkanlığı zaferini sarsacak ve kendi konumunu
siyaseten zayıflatacak boyutlara ulaşabileceğini gören AKP iktidarı da
kurtlarla birlikte ulumayı seçti ve sınır ötesi savaş için tezkereyi
Meclise getireceğini ilan etti. Tezkere 17 Ekim 2007'de DTP'nin 16,
ÖDP'nin 1, CHP'den Eşref Erdem'in 1 ve bağımsızların 1 oyu olmak üzere
sadece 19 hayır oyuna karşılık AKP, CHP, MHP, DSP, BBP ve kimi
bağımsızların 507 evet oyuyla kabul edildi.
Tezkerenin kabul edilmesiyle hükümet ile genelkurmay arasındaki
yakınlaşma daha belirgin hale geldi. Şovenizm kampanyasına katılmayan,
barışı ve halkların dostluğunu isteyen, emekçilerin kardeşliğini
savunan, halkların kapitalizme ve emperyalizme karşı gerçek ve somut
taleplerini dillendiren ve tezkereye karşı çıkan her ses hain ilan
edildi, linç tehdidiyle karşılaştı. Militarizmin ve şovenizmin işçi
sınıfına, emekçilere ve halklara düşman, sermaye güdümlü gerici akımlar
olduğu bir kez daha doğrulandı.
CHP, MHP, DSP ve BBP tezkerenin hemen uygulamaya geçirilmesini, derhal
savaş açılmasını, sınırda bir tampon bölge oluşturulmasını, Kerkük'ün
Kürt bölgesel yönetimine bağlanmasına yol açacak referandumun
kesinlikle durdurulmasını, bu amaçlara ulaşılması için de Barzani ve
Talabani'ye bağlı Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'nin de hedef alınmasını
ve yıkılmasını isterken, AKP hükümeti belli bir soğutma politikası
izledi. Başbakan Erdoğan, "5 Kasım'da Amerika'da Başkan Bush'la
görüşeceğim, harekete geçmeden önce bu görüşmenin sonucunu
beklemeliyiz" dedi. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt da Erdoğan'ın bu
görüşünü destekledi.
Kendini anti-emperyalist ve sol olarak tanımlayan kimi çevrelerin de
militarist ve şovenist akıl tutulması ortamı içinde halkları birbirine
kırdıracak politikalara destek vermesi ibret vericiydi. Şovenist bir
işgal ve imha savaşını "Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçi Barzani
ve Talabani'ye karşı mücadele" adına destekleyenler, eğer iş ABD'ye ve
işbirlikçilerine karşı mücadeleyse, bu mücadeleyi neden "bizim" en
tescilli ve kurumsal işbirlikçilerimizin peşine takılarak yürütmeye
kalkıştıklarını bir türlü açıklayamadılar. Enternasyonalizmin öncelikle
bizim kendi işbirlikçilerimize karşı mücadele etmemizi gerektirdiğini,
başkalarının da kendi işbirlikçilerine karşı çıkmasını ancak bu yolla
teşvik edebileceğimizi unuttular. Siz kendi bahçenizi temiz tutun, bunu
yaptığınızda diğer halklar de kendi bahçelerini temiz tutacaktır. Kürt
kardeşlerimizin dertlerine kulak verin, meşru eşitlik ve hak
taleplerini tanıyın, NATO'dan çıkın, İncirlik üssünü kapatın,
Iraklı Kürt yurtseverlerin de içinde yer aldığı Irak ulusal direnişini
destekleyin, bütün komşu halkların eşitlik, özgürlük ve barış içinde
yaşayacağı bir ortamın oluşturulması için elinizdeki bütün imkânları
kullanın. Emperyalizmin ve işbirlikçilerin oyunlarına ancak böyle engel
olursunuz, yoksa kendi işbirlikçilerimizin uzantısı olmaktan ileriye
gidemezsiniz. Siz kendi kurumsal işbirlikçilerinizle kol kola
girerseniz başkalarını da kendi işbirlikçilerinin safına itersiniz.
Sonuçta herkesin emperyalizmle ve işbirlikçileriyle sarmaş dolaş
olduğu, farklı kökenlerden emekçilerin birbiriyle savaştığı berbat bir
dünyayla karşılaşır, emperyalizmin böl-yönet politikasının uygulayıcısı
durumuna düşersiniz.
Referandum
İşte bu ortam içinde 21 Ekim 2007 günü AKP'nin 27 Nisan muhtırasından
sonra ve 22 Temmuz seçimlerinden önce alelacele çıkardığı ve
cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini öngören referandum yapıldı.
11'inci cumhurbaşkanını zaten seçmiş olan AKP, yeni anayasa
tartışmaları sırasında söz verdiği gibi cumhurbaşkanının yetkilerini
azaltma konusunda samimi olsaydı, cumhurbaşkanının daha da yetkili hale
gelmesinin yolunu açacak ve yasamanın üstünlüğüne dayanan parlamenter
rejim yerine yürütmenin üstünlüğüne dayanan başkanlık veya yarı
başkanlık rejimine geçişi kolaylaştıracak bu değişiklikten vazgeçerdi.
Oysa AKP, referandumda ısrarcı oldu. Gümrük kapılarında oy verme işlemi
başladıktan sonra referandum metninde değişiklik yaparak Gül'ün
cumhurbaşkanlığını tehlikeye düşürebilecek yorumların önünü kesmekle
yetindi. Hukukun en temel kurallarına ve yürürlükteki referandum
yasasının öngördüğü düzenlemelere aykırı bu değişikliğe rağmen
referandum yapıldı. Referandum yüzde 70 evet oyuyla kabul edildi.
DTP'nin ve onu izleyen kimi grupların referandumda olumlu oy vermeleri
şaşırtıcıydı. DTP'nin, kendisini ve bir bütün olarak Kürt ulusal
hareketini ortadan kaldırmayı amaçlayan planın hızla uygulandığı
koşulları dahi dikkate almadan, egemenlerin sonuçta halk karşısında
daha güçlü hale gelmesinin yolunu açan bir rejim değişikliğine evet
demesi, bazı hayali çıkarlar karşılığında ilkelerden vazgeçmenin,
ilkelere dayalı uzun vadeli politika yerine aslında hiçbir olumlu sonuç
da vermeyecek ilkesiz günlük politikalara sarılmanın hazin bir
örneğiydi.
Sonuçta, Türkiye 1920'den bu yana kâğıt üzerinde de olsa benimsediği
parlamenter rejimden vazgeçmenin yolunu açan bir anayasa değişikliğini,
konu hakkında ciddi bir tartışma bile yapmadan kabul etmiş oldu.
Anayasa Mahkemesi de, referandumun iptali istemini sessiz sedasız
reddetti.
DTP'nin özerklik kararı
Referandumun yapıldığı gün bir askeri birliğin pusuya düşürüldüğü, çok
sayıda askerin öldürüldüğü ve 8 askerin kaçırıldığı haberi geldi.
"Derhal intikam alalım" çığlıkları ortalığı sardı. MHP başkanı Bahçeli,
"Kandil dağında yapılacakları Türkiye'nin her yerinde ve Ankara'da da
yapalım", "Meclis'in ve üniversitelerin toplantı salonlarında PKK
işbirlikçileri var, onları susturalım" diye önerdi. DTP'ye karşı
kampanya daha da şiddetlendi. Medyada ve sokak gösterilerinde
"Tezkereye red oyu veren milletvekilleri asılsın", "Barzani de
yakalansın, İmralı'ya konulsun", "Kürt Bölgesel Yönetimi yıkılsın",
"Sınır değişikliği yapılsın", "Tampon Bölge oluşturulsun", "Musul ve
Kerkük ilhak edilsin" önerileri gırla gitti.
DTP 26-28 Ekim 2007 günlerinde Diyarbakır'da yaptığı Demokratik Toplum
Kongresi'nde "demokratik özerklik" programını kabul etti. Konuya
ilişkin açıklamalarda, "Bu örgütlenmede devlet karşıtlığı yoktur,
devlet kurmayı da hedeflemiyor. Bir çeşit, mevcut sınırlar ve devlet
yapıları içinde Kürtlerin özgürlüğünü temsil eder. Sonuçta özerklik
kavramı da özgürlükle ilgilidir. Demokratik özerkliğin devletle,
sınırlarla bir problemi olmaz. Bir çeşit, yerelin kendini devlet içinde
ifade etmesi anlamına gelir." şeklinde vurgulamalar yapıldı.
Buna karşılık, merkezi, üniter devlet çerçevesinde istenen bu özerklik
medyada bölücülüğün en büyük kanıtı ilan edildi. 8 askerin serbest
bırakılması için DTP'nin girişimlerde bulunması, DTP'li
milletvekillerinin askerleri almaya gitmesi ve askerlerin serbest
bırakılması barış yolunda bir iyi niyet belirtisi olarak kabul
edilmedi; aksine, kötü niyetli bir propagandanın ifadesi olarak yerden
yere vuruldu. Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin "askerlerin serbest
bırakılmasına sevinemedim" dedi. İP başkanı Doğu Perinçek, "keşke
tabutları gelseydi" dedi. Askeri mahkeme, serbest bırakılan askerleri
tutukladı.
Amerikan planı
Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Babacan ve Genelkurmay 2. Başkanı
Ergin Saygun'un 5 Kasım günü Bush başkanlığındaki ABD heyetiyle yaptığı
toplantılarda, ABD'nin bölgesel planlarına uygun bir plan üzerinde
uzlaşma çıktı.
Plana göre, Türkiye geniş çaplı sınır ötesi bir harekâttan vazgeçecek,
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi'ni hedef almayacak, buna karşılık, ABD'nin
verdiği istihbarata dayanarak sınır ötesinde PKK'ye karşı sınırlı nokta
harekâtı yapabilecekti.
Kürt Bölgesel Yönetimi Türk devletinin sınırlı harekâtlarına ses
çıkarmayacak, Kerkük'ün statüsünü belirlemeye temel olacak referandumun
ertelenmesini kabul edecek, PKK'nin lojistik desteğini kesecek ve
PKK'ye karşı Türk devletiyle belirli ölçüde işbirliği yapacaktı.
ABD ise, bizzat Bush tarafından PKK'nin düşman ilan edilmesinin yanı
sıra, hem Türkiye'ye PKK hareketleri ve eylemleri konusunda istihbarat
sağlayacak ve PKK hedeflerinin vurulmasına göz yumacak, hem de
Türkiye'nin ülke içindeki yasal Kürt hareketine karşı alacağı önlemleri
anlayışla karşılayacaktı. Ayrıca, Türkiye yönetiminin Kerkük'ün Kürt
Bölgesel Yönetimi'ne bağlanması konusundaki kaygılarını dikkate
alacaktı.
Böylece, ABD'nin bölgesel ve küresel hâkimiyet hesapları içinde kilit
bir yer tutan Türkiye yönetimi ile Irak ve bölge hesapları içinde kilit
bir yeri olan Barzani ve Talabani'nin Kürt Bölgesel Yönetimi, yani
ABD'nin iki yakın müttefiki arasında ABD'nin hesaplarına aykırı düşen
bir çatışma önlenmiş, en azından ertelenmiş olacaktı.
Görüldüğü gibi, uzlaşma PKK'nin ve yasal Kürt hareketinin sırtından
sağlanıyordu. PKK yöneticilerinin ABD'ye yönelik iyi niyet mesajlarının
ve özellikle İran'a karşı PJAK üzerinden geliştirdikleri ilkesiz
ilişkilerin, DTP yöneticilerinin düzenledikleri konferanslara tescilli
CİA ajanlarını da çağırmalarının, iş kritik noktaya geldiğinde, işe
yaramadığı ve Kürt hareketinin ilk feda edilecek unsur muamelesi
gördüğü anlaşılıyordu.
ABD, Türkiye ve Kürt Bölgesel Yönetimi arasında varılan uzlaşmanın
bedelini ödeyecek olan Kürt ulusal hareketini yatıştırmak için ise,
Türkiye, eve dönüş veya dağdan iniş yasası adıyla yeni bir pişmanlık
yasası çıkaracağını ilan edecek, kendisini bağlayacak somut güvenceler
vermeden belirsiz bir gelecekte yasallaştırma vaadinde bulunacaktı.
Üç tarafın plan üzerinde anlaşmaya varmasının ardından, Yargıtay
Başsavcılığı DTP'nin kapatılması için 16 Kasım 2007'de Anayasa
Mahkemesine dava açtı. Yargıtay Başsavcılığı DTP'nin kapatılması için
açtığı davada, ayrıca DTP milletvekillerinin milletvekilliğinin
düşürülmesini, belediye başkanlarının görevden alınmasını ve 150 bin
üyeye dava süresince tedbirli olarak siyaset yasağı getirilmesini
istedi.
Görüldüğü gibi, 150 bin kişilik bir yurttaş topluluğuna siyaset yasağı
getirerek onları "medeni ölüm"e mahkûm etme noktasına gelmiş
bulunuyoruz. İnsanların eşitliğini, dillerin ve kültürlerin
özgürlüğünü, halkların kardeşliğini, komşuların saygınlığını, barışı ve
dayanışmayı kabul ederek, insanlığın demokratik ve sosyalist
mücadeleler tarihi boyunca biriktirdiği deneyimleri benimseyerek dostça
çözülebilecek bir sorunu emperyalizme havale ederek, kapitalizmin
yağmacılığını benimseyerek çıkmaz sokağa hapsediyor, hem kendimize, hem
kardeşlerimize ağır zararlar veriyoruz.
Oysa, hiçbir halkın özgürlük ve eşitlik mücadelesi yasaklarla,
tüfeklerle, tanklarla, toplarla, füzelerle, uçaklarla yok edilemez. Tek
çözüm, özgürlüğü ve eşitliği içimize sindirmek, kendimize hak
gördüğümüz her şeyi kardeşlerimize de hak görmek, baskı ve sömürünün
ayıp ve aşağılık olduğunu kabul etmek, kapitalist ve emperyalist
mantığı reddetmektir. Bütün halklar kardeştir, kardeşini ezme! Bütün
diller saygındır, kardeşinin dilini yasaklama! Bütün halklar özgürdür,
kardeşinin ruhunu öldürme! Bütün halklar eşittir, kardeşinin
kararlarına saygı göster! Her sade insanın anlayabileceği bu yalın
ilkeleri uyguladığımızda gencecik fidanlarımızın göz göre göre yok
olmasını önleyebilir, Anadolu'dan ve Mezopotamya'dan başlayarak Batı
Asya'da ve giderek bütün dünyada emekçilerin birlik ve dayanışmasıyla
yükselecek yeni bir uygarlığın temellerini atabiliriz.
Unutmayalım ki, Amerikan emperyalizminin ipiyle kuyuya inilmez.
Amerika'yı kılavuz seçenlerin başı beladan kurtulmaz. Bizzat
Genelkurmay Başkanı Büyükanıt'ın Kanal D'de Mehmet Ali Birand'a yaptığı
açıklamaya göre, "ABD'nin istihbarat desteği ve işgali altında tuttuğu
Irak hava sahasını bize açmasıyla" 16 Aralık 2007'nin ilk saatlerinde
gerçekleştirilen hava bombardımanı, sorunu çözmeyecek, daha da
ağırlaştıracaktır. Amerikan planlarının parçası olarak hareket etmek,
Gül ve Erdoğan Büyükanıt'a, Büyükanıt Gül ve Erdoğan'a istediği kadar
teşekkür etsin ve sahip çıksın, halklarımız açısından daha büyük
felaketlerin habercisidir. Halklarımızın Amerikan emperyalizminin
güdümünde 60 yıldır içine sürüklendiği felaketlerden hâlâ ders
almayarak, "Amerikan kartı"nı oynayanlar affedilmez bir suç işliyorlar.
Bombardımanın öncesinde, 14 Aralık'ta Van Askeri Mahkemesi'nde yapılan
duruşmada ise Hakkâri'nin Şemdinli ilçesinde 9 Kasım 2005'te Umut
Kitabevi'ne el bombasıyla yapılan saldırıda halk tarafından suçüstü
yakalanan astsubay Ali Kaya, astsubay Özcan İldeniz ile PKK itirafçısı
Veysel Ateş tahliye edildi. Bilindiği gibi, Büyükanıt'ın "iyi çocuklar"
diye tanımladığı sanıklar, daha önce Van 3'üncü Ağır Ceza Mahkemesi'nde
yargılanmış, 19 Haziran 2006'da "adam öldürmek, çete kurmak ve adam
öldürmeye teşebbüs'' suçlarından 39 yıl, 5 ay, 10'ar gün hapis cezasına
çarptırılmışlardı. Ancak Yargıtay 9'uncu Ceza Dairesi, bu kararı "eksik
soruşturma" gerekçesiyle bozmuş ve davanın askeri mahkemede görülmesi
gerektiğini bildirmişti. Üstelik sözü edilen cezayı veren mahkeme
heyetinin üyeleri de görevden alınarak başka yerlere tayin edilmişti.
DTP Genel Başkanı Nurettin Demirtaş ise hakkında açılan "sahte sağlık
raporuyla askerlikten kaçma" soruşturması gerekçe gösterilerek, 17
Aralık'ta ülkeye döndüğü gün, yani hiçbir kaçma şüphesi olmadığı ve
delilleri karartma gibi olasılık da bulunmadığı halde, havaalanında
apar topar gözaltına alındı ve ertesi gün askeri mahkeme kararıyla
tutuklandı. Suikasttan yargılanan ve ilk mahkemenin 39 küsûr yıla
mahkûm ettiği Şemdinli sanıkları serbest kalırken, yasal bir partinin
genel başkanı hapse atıldı. Nurettin Demirtaş, Türkiye'ye dönmeden önce
8 Aralık'ta Almanya'da Hamburg Üniversitesi'nde düzenlenen "Kürt Sorunu
ve Çözümü" panelinde yaptığı konuşmada "Kürt sorununu sınırlara
dokunmadan şiddetsiz olarak halletmek istiyoruz. Diyarbakır'da bir halk
kongresi yaptık. Burada Kürtlere devlet istiyor musunuz? diye sorduk.
Çoğu devlet değil özgürlük istiyoruz dedi. Biz, sınırları değil
özgürlüğü hedefliyoruz" demişti.
AKP ile Genelkurmay huzursuz birlikteliklerini Amerika'nın telkin,
arabuluculuğu ve yönlendiriciliği ile olabildiğince sıkı bir
işbirliğine döndürdüler ve karşımıza işte bu politikalarla çıktılar.
İsrail'i ve ABD'yi örnek alan politikalarla nereye varılacağını hep
birlikte göreceğiz.
AB ağzındaki baklayı
çıkardı
Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları 10 Aralık 2007'de toplanarak 14
Aralık'ta AB zirvesinin onayına sunulacak kararları kabul ettiler.
Fransa'nın ısrarıyla, Türkiye'ye ilişkin kararda Türkiye ile AB
arasında yürütülen müzakerelere değinilirken "katılım" ve "üyelik"
sözcükleri kullanılmadı.
Hatırlanacağı gibi, daha önce alınan kararlarda "müzakerelerin açık
uçlu olduğu"na işaret ediliyor ancak kâğıt üstünde de olsa ve çok ağır
koşullara bağlansa da "amacın üyelik olduğu" yazılıyordu.
Dışişleri bakanları bu kez "üyeliği amaçlayan katılım müzakereleri"
sözüne kâğıt üstünde bile tahammül edemedi. AB Konseyi'nin bu ay içinde
düzenlenecek "hükümetler arası konferans"la "teknik hazırlıkları
tamamlanan fasılların, Müzakere Çerçeve Belgesi'ne uygun şekilde mevcut
prosedürler uyarınca açılması"nı beklediği belirtildi. 14 Aralık'ta
toplanan AB devlet ve hükümet başkanları, dışişleri bakanlarının aldığı
kararı hiçbir değişiklik yapmadan aynen kabul etti.
Böylece, AB ağzındaki baklayı çıkarıp Türkiye'yi ikinci sınıf bir
üyeliğe bile kabul etmeyeceği mesajını bu kez aşağılayıcı bir dille
verdiği gibi, Türkiye'yi Avrupa kapısında bir sömürge olarak tutmayı
öngören "özel statü", "üyelik değil, ayrıcalıklı ortaklık" stratejisi
yolunda bir adım daha attı.
Sömürülen emekçi halk kitlelerinin ve ulusal onura değer veren
yurtsever çevrelerin bu kararı değerlendirip AB işbirlikçilerinin
ülkeyi nasıl bir tuzağa sürüklediğini fark edeceğinden korkan TÜSİAD,
büyük bir telaş içinde kararı "düşmanca" bulduğunu açıkladı. Başbakan
Erdoğan ise Avrupa yönetimlerinin ortak kararını önemsiz göstermeye
çalıştı, hiçbir şey olmamış gibi AB üyeliği yolunda çalışmaya devam
edeceklerini söyledi.
* * *
2008 başında Türkiye, geleceğini emperyalizme bağlamış, en temel
sorunlarını ABD'ye havale etmiş, AB'nin aşağılamalarını sineye çeken,
ne pahasına olursa olsun hızla ve durmadan zenginleşmek dışında bir
ufku olmayan, eşitliği ve özgürlüğü ölüm sayan, sömürü ve iktidarını
sürdürmek için her yola başvurmayı mubah gören, halklarına sömürge
muamelesi yapmayı doğal bulan kapitalist egemenlerin gerici ve
militarist yönetimi altında belirsiz bir geleceğe sürükleniyor. Bu
karanlık gidişe dur diyecek, her milliyetten ve inançtan emekçilerin ve
aydınların birliğini örme görevi ise önümüzde duruyor.