İşaret fişeği 11 Mart 2009'da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, "Bu yıl Kürt meselesinde çok iyi şeyler olacak" demeciyle geldi. Murat Karayılan, Hasan Cemal'le yaptığı ve 5 9 Mayıs'ta Milliyet'te yayınlanan uzun söyleşide, değiştiklerini, artık "bölücü" olmadıklarını ve belirli şartlar sağlanırsa silah bırakabileceklerini söyledi. Abdullah Öcalan, avukatlarının 18 Temmuz'da yaptığı açıklamaya göre, barışçı çözüm için 15 Ağustos'a kadar yol haritası hazırlayacağını belirtti.
Ve nihayet AKP iktidar partisi ve hükümet olarak sahneye çıktı. 1
Ağustos'ta İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın başkanlığında Ankara'da Polis
Akademisi'nde düzenlediği çalıştayda medyadaki Amerikancı liberalleri
koçbaşı olarak kullanarak Kürt açılımını büyük tantanayla ilan etti. 5
Ağustos'ta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, daha önceleri "PKK'yi
kınamazsa kendisiyle görüşmem" dediği DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'le
"AKP Genel Başkanı sıfatıyla" görüştü. 20 Ağustos'ta Millî Güvenlik
Kurulu, çeyrek asırdır ilk kez terörle mücadele parolasını kullanmadan,
"Devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü pekiştirmek,
kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak üzere,
İçişleri Bakanlığı eşgüdümünde yapılan çalışmalar hakkında Kurul'a bilgi
sunulmuş ve çalışmaların devamı tavsiye edilmiştir" açıklamasında
bulundu.
Ne var ki, AKP hükümeti, MHP'nin ve CHP'nin bölücülük ve
ihanet suçlamalarıyla karşılaşır karşılaşmaz Kürt sözcüğünü rafa
kaldırıp Kürt açılımının adını "demokratik açılım" olarak değiştirdi.
MHP'nin "Türk milliyetçileri olarak gerekirse biz de dağa çıkarız"
demagojisi üzerine açılım sözcüğünü de bir yana attı ve "millî birlik
projesi"nden söz etmeye başladı.
MGK bildirisinden rahatsız olan
MHP ve CHP, ordu üst yönetimini de ağır biçimde eleştirmeye başladı. Bu
eleştirilerden kendini sıyırmak isteyen Genelkurmay Başkanlığı, 26
Ağustos'ta Kürt açılımı konusundaki tutumunu özetleyen bir açıklama
yaptı. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin üniter devlet yapısına hangi
gerekçeyle olursa olsun zarar verecek düzenlemeleri kabul etmeyeceğini;
kültürel farklılıkların siyasallaştırılmasını, siyasal temsil aracı
olmasını, toplumsal siyasal kimlik unsuru hâline getirilmesini
reddedeceğini; PKK ve destekleyicileriyle ilişki kurulmasına yol
açabilecek hiçbir faaliyet içinde bulunamayacağını bildirdi. Her konuyu
tartışabilme özgürlüğünün, devletin varlığını riske sokacak, ülkeyi
kutuplaşmaya, ayrışmaya ve çatışma ortamına sokacak konuları içermemesi
gerektiğine inandığını vurgulayarak Kürt sorununun serbestçe
tartışılmasından rahatsız olduğunu ekledi. Genelkurmay'ın açıklamasından
sonra AKP çeyrek asırlık "terörle mücadele" sloganına dönüş yaptı.
Genelkurmay'ın
süresi sona ermekte olan "sınırötesi operasyon tezkeresi"nin
uzatılmasını istediğini duyurmasının ardından, Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan, hükümetin tezkereyi uzatılmak üzere Meclis'e sevk edeceğini
açıkladı. AKP hükümeti, 6 Ekim'de tezkereyi CHP, MHP ve DSP'nin de
desteğini alarak 452 oyla Meclis'ten geçirdi.
Öte yandan, söylem
düzleminden eylem düzlemine geçildiğinde, devletin geleneksel
politikasının ortadan kalkmadığı, bütün bu süre boyunca askerî
operasyonların her zamanki gibi devam ettiği, karşılıklı ölümlerin
sürdüğü ve siyaset alanında DTP'nin kilit kadrolarının planlı biçimde
tutuklandığı görülüyordu.
Sürecin tıkandığı ve Kürt açılımının
daha açılmadan kapandığı yorumları yapılırken, Öcalan 9 Ekim'de tıkanan
sürecin önünü açmak ve barış niyetlerini fiilen göstermek gerekçesiyle
Kandil, Mahmur ve Avrupa'dan barış gruplarının Türkiye'ye gönderilmesini
istedi. 14 Ekim'de ABD, PKK yöneticilerinden Murat Karayılan, Ali Rıza
Altun ve Zübeyir Aydar'ı "özel olarak belirlenmiş uyuşturucu kaçakçısı"
ilan etti. Öcalan'ın çağrısıyla Kandil ve Mahmur'dan gelen 34 kişilik
ilk grup 19 Ekim'de Habur sınır kapısından içeri girdi ve devlet
yetkililerine teslim oldu. Çıkarıldıkları mahkemede pişman
olmadıklarını, barışın önünü açmak için Öcalan'ın çağrısıyla barış
elçisi olarak geldiklerini açıkça belirttikleri hâlde 20 Ağustos'ta
etkin pişmanlık yasası çerçevesinde serbest bırakıldılar. Onları
karşılamaya gelen on binlerce kişinin sevinç gösterileri iki gün
boyunca, sınırdan Diyarbakır'a kadar, her yerleşim biriminde coşkulu
karşılamalarla devam etti ve 21 Ağustos'ta Diyarbakır'da dev bir mitinge
dönüştü. Kürt halkı bayram yapıyordu.
İçişleri Bakanı Atalay, 20
Ekim'de gazetelerin ve televizyonların Ankara temsilcileriyle yaptığı
toplantıda, "Biz Türkiye Cumhuriyeti'yiz. Büyük devletiz. Bir planımız
var, yürütüyoruz" yanıtını verdi. Atalay, Mahmur'dan ve Kandil'den 34
kişinin gelmesini "planın bir parçası" olarak niteledi ve yeni
dönüşlerle, gelenlerin sayısının 100 150'ye ulaşacağını söyledi.
Başbakan Erdoğan, aynı gün AKP Meclis grubunda yaptığı konuşmada eve
dönüşleri güzel manzara olarak değerlendirerek "Dün Habur Sınır
Kapısı'nda yaşanan manzara karşısında umutlanmamak mümkün mü? Bu bir
umuttur, Türkiye'de iyi, güzel şeyler oluyor. Umut verici gelişmeler
yaşanıyor" dedi ancak DTP'yi "şov yapmak"la suçlayarak gösterilerden
duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Yine aynı gün yapılan MGK
toplantısından sonra yayınlanan bildiride ise geri dönüşlere hiç
değinilmeden, "Irak'ın kuzeyinden ülkemize yönelik terör tehdidinin ve
saldırıların bertaraf edilmesini amaçlayan 6 Ekim 2009 tarihli TBMM
kararının, terörizmle mücadelenin önemli bir unsurunu teşkil ettiği
belirtilerek mücadelenin kararlılıkla sürdürüleceği vurgulanmıştır"
denildi.
Eve dönenlerin serbest bırakılmasından ve sevinç
gösterileriyle karşılanmasından sonra CHP ve MHP suçlamaların şiddetini
arttırdı, AKP'yi ve devlet yetkililerini PKK'yle işbirliği yaparak
Türkiye'yi parçalamaya çalışmakla suçladı. 23 Ekim'de Genelkurmay
Başkanlığı Genel Sekreteri Tümgeneral Ferit Güler, Kandil ve Mahmur
kampından gelen 34 kişi ile ilgili sorulara, "19 Ekim ve sonrasında
yaşananların hiçbir şekilde kabul edilmesi mümkün değildir. Ülkeyi
çatışma ortamına çekecek davranışlardan kaçınılması gerekir.
Demokrasiler savunmasız rejimler değildir. Gelişmeler azim ve
kararlılığımızı etkileyemez" karşılığını verdi. Aynı gün, Başbakan
Erdoğan, karşılamaları süreçten siyasi rant devşirme gayreti olarak
niteledi ve süreci durdurabileceklerini belirterek "Gerekirse sil baştan
ederiz" dedi. 24 Ekim'de de, "Avrupa grubu ertelendi, Ekim'in 28'indeki
gelişler ertelendi, öyle bir grup kabul etmiyoruz" açıklamasıyla eve
dönüşleri durdurduğunu açıkladı. Kasım ayı içerisinde Meclis'e açılımla
ilgili bilgi vererek genel görüşme yapacaklarını belirtti.
Eve
dönüşlerin durdurulması Kürtler arasında öfkeye yol açtı. Protestolar
düzenlendi. Protestolarda belediye otobüslerinin, arabaların, PTT ve
banka şubelerinin yakılması gibi şiddet eylemlerine de başvuruldu. 8
Kasım'da İstanbul Küçükçekmece'de belediye otobüsünde yolculuk eden
Serap Eser adlı 17 yaşında genç bir kız bindiği otobüse atılan bir
molotofla tutuştu ve hastaneye kaldırıldı.
Kürt açılımıyla ilgili
genel görüşme 10 ve 13 Kasım'da yapıldı. MHP ve CHP, açılımın bölücülük
anlamına geldiğini, AKP'nin PKK'yle işbirliği içinde olduğunu,
hükümetin "terörle mücadele"den vazgeçip "terörle müzakere" dönemini
başlattığını ileri sürdüler. Hükümet ise ciddi reform niteliğinde köklü
hiçbir adıma değinmeden genel olarak barış ve kardeşlik niyetinden söz
etti. Gösterilere katılan çocukların terör suçlusu olarak ağır ceza
mahkemelerinde yargılanmasına son verilip çocuk mahkemesinde
yargılanmasının sağlanacağını, Türkçe dışındaki dillerde yayın yapan
özel radyo ve televizyonlar üzerindeki kısıtlamaların gevşetileceğini ve
24 saat yayın yapmalarına izin verileceğini, tutuklu ve hükümlülerin
aileleriyle kendi anadillerinde görüşme yapabileceklerini, siyasi
partilerin seçmenlerine anadillerinde hitap edebileceğini açıkladı. Kısa
ve orta vadede idari karar ve yönetmelik değişiklikleriyle
sağlanabilecek kimi düzenlemeler yapacağını, yasa ve anayasa
değişikliklerinin ise ancak uzun vadede düşünülebileceğini belirtti.
Bu
arada, Öcalan İmralı'da yeni yaptırılan F tipi hapishaneye nakledildi.
Adalet Bakanlığı'nın yaptığı açıklamaya göre, Öcalan 17 Kasım'da
İmralı'ya nakledilen 5 hükümlüyle haftada 10 saat süreyle görüşebilecek
ve böylece yaklaşık 11 yıllık tecritten de kurtulmuş olacaktı. 18
Kasım'da kardeşi ve avukatlarıyla görüşen Öcalan ise, yerinin
değiştirilmesinin bir iyileştirme anlamına gelmediğini, eski yerinin
daha iyi olduğunu, yeni hücresinde nefes alamadığını ve adeta
boğulduğunu söyledi.
DTP Öcalan'ın cezaevi koşullarını protesto
etti. Protestolar başta Diyarbakır olmak üzere Kürt illerine, İstanbul,
İzmir, Adana, Mersin ve Bursa'ya yayıldı. Gösteriler ülkeyle sınırlı
kalmadı, Avrupa'nın ve dünyanın çeşitli merkezlerinde de protestolar
yapıldı. Bir yanda Kürt gösterileri yayılırken, 23 Kasım'da İzmir'de DTP
Eşbaşkanı Ahmet Türk'ü karşılayan DTP konvoyuna taşlı sopalı saldırı
düzenlendi. Şovenist sloganlar atan saldırganlar konvoydaki birçok
kişiyi yaraladı ve birçok aracı tahrip etti.
3 Aralık'ta Anayasa
Mahkemesi uzun süredir rafta tuttuğu, DTP'nin temelli kapatılmasını
öngören iddianameyi gündemine aldığını ve 8 Aralık'ta görüşeceğini
bildirdi. 6 Aralık'ta DTP'nin Öcalan'ın cezaevi koşullarını protesto
amacıyla Diyarbakır'da düzenlediği gösteride, üniversite öğrencisi 23
yaşındaki Aydın Erdem sırtından kurşunlanarak öldürüldü. 7 Aralık'ta,
daha önce molotoflu saldırıda yaralanan Serap Eser tedavi gördüğü
hastanede hayatını kaybetti. Yine 7 Aralık günü Tokat'ın Reşadiye
ilçesinde askerî bir araca düzenlenen saldırıda 7 asker öldürüldü, 3
asker yaralandı. 8 Aralık'ta Anayasa Mahkemesi DTP'nin kapatılmasını
görüşmeye başladı. 10 Aralık'ta PKK Reşadiye saldırısını üstlendi.
Saldırının Öcalan'ın İmralı'daki yaşam koşullarının kötüleştirilmesine,
Gabar ve Cudi'deki TSK operasyonlarına ve DTP'nin Diyarbakır'da
düzenlediği mitingde Aydın Erdem'in öldürülmesine karşı misilleme eylemi
olarak düzenlendiğini belirtti. 11 Aralık'ta Anayasa Mahkemesi DTP'nin
temelli kapatılmasına ve Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk'un
milletvekilliklerinin düşürülmesine karar verdi. Anayasa Mahkemesi'nin
11 üyesinin oybirliğiyle alınan bu karar, AKP yanlısı ve AKP karşıtı
bütün egemen kesimlerin DTP'nin kapatılması üzerinde birleştiklerini
gösteriyordu. Karar tam anlamıyla bir devlet kararıydı.
Böylece
Kürt açılımı Kürt ulusal hareketinin yasal temsilcisi DTP'nin
kapatılmasıyla son buldu. 14 Aralık'ta, DTP'li milletvekilleri
Diyarbakır'da toplanan Demokratik Toplum Kongresi'nde yapılan
görüşmelerden sonra Barış ve Demokrasi Partisi'ne katılma ve fakat
Meclis çalışmalarından çekilme kararı aldılar. 15 Aralık'ta Muş'un
Bulanık ilçesinde DTP'nin kapatılmasını protesto eden göstericilere ateş
açan bir korucu iki göstericiyi öldürdü. 19 Aralık'ta, demokratik kitle
örgütlerinin ve Öcalan'ın çağrısıyla DTP'li milletvekilleri Meclis
çalışmalarından çekilme kararından vazgeçtiler, Ufuk Uras'ın desteğiyle
BDP çatısı altında Meclis'te grup kuracaklarını açıkladılar. 24
Aralık'ta Demokratik Toplum Kongresi Başkanı Hatip Dicle, DTP BDP üyesi
10 belediye başkanı ve birçok DTP BDP yöneticisi ve üyesi "PKK'nin şehir
örgütlenmesi KCK üyesi" oldukları gerekçesiyle gözaltına alındı. 26
Aralık'ta Hatip Dicle, 7 belediye başkanı ve çok sayıda DTP BDP
yöneticisi ve üyesi tutuklandı. AKP ve bir bütün olarak egemenler, bu
ezme harekâtıyla, bir kez daha, Kürt halkının seçimlerle başa getirdiği
temsilcilerini yasal siyaset alanından silmeye yöneldiler. Böylece,
yeterince uysallaştıramadıkları Kürt politikacılarına ve onların
üzerinden Kürt ulusal hareketine yeniden gözdağı verdiler.
* *
*
Kürt halkına yönelik tatlı vaatlerle başlayan ve sert bir
baskı dalgasıyla kapanan bu açılım sürecini nasıl anlamlandırabiliriz?
"Sivil iktidar eliyle yeni bir demokratikleşme ve barış döneminin
açılması, devletin Kürtlere karşı yaptığı hataların bir bir
düzeltilmesi" iddiasıyla sahneye konulan bu programın temelinde ne
vardı? 2009 yılının ikinci yarısına damgasını vuran Kürt açılımı niçin
ve nasıl gündeme geldi, neyi amaçlıyordu ve arkası nasıl gelebilir?
Kürt
açılımı, Amerikan ve Türkiye egemenleri arasında 5 Kasım 2007'de
varılan mutabakatın bir uzantısı olarak gündeme geldi. Hatırlanacağı
gibi, Başbakan Erdoğan'ın ve Genelkurmay İkinci Başkanı Ergin Saygun'un
Başkan Bush'la Washington'da yaptıkları görüşmede ABD ile Türkiye,
Kürdistan Bölge Yönetimi ve kukla Irak Hükümeti arasında Kürt ulusal
hareketinin sırtından yakınlaşma sağlanmış, Kürt ulusal hareketini
ortadan kaldırmak üzere PKK kuvvetlerine karşı istihbarat paylaşımı,
süresi ve çapı sınırlı bir sınırötesi hârekat gerçekleştirilmesi,
DTP'nin köşeye sıkıştırılması ve etkisizleştirilmesi planı yürürlüğe
konmuştu. ABD, Türkiye ve Kürt Bölgesel Yönetimi arasında varılan
uzlaşmanın bedelini ödeyecek olan Kürt ulusal hareketini yatıştırmak da
bu planın gerekleri arasındaydı. Bu bağlamda Türkiye, eve dönüş veya
dağdan iniş yasası adıyla yeni bir pişmanlık yasası çıkaracağını ilan
edecek, kendisini bağlayacak somut güvenceler vermeden belirsiz bir
gelecekte Kürt ulusal hareketini yasallaştırma vaadinde bulunacaktı.
Yani egemenlerin geleneksel "ölümü gösterip sıtmaya razı etme"
politikası bir kez daha yürürlüğe konulacak, sopayla yumuşatılan
muhalifler pelteleştirilerek kendi hedeflerinden vazgeçirilecek ve hiç
olmazsa aza kavuşacakları hayaliyle teselli bulacaklardı.
Plana
uygun olarak 16 Kasım 2007'de DTP'ye karşı kapatma davası açıldı.
İstihbarat paylaşımı başladı. 16 Aralık 2007'de PKK güçlerine karşı
sınır ötesi hava harekâtı başlatıldı. 21 Şubat 2008'de sınır ötesi kara
harekâtına geçildi. 29 Ekim 2009 yerel seçimlerine kadar bölgede DTP'yi
bitirme ve AKP'yi birinci parti yapma kampanyası başlatıldı. Türkiye ile
Kürt Bölgesel Yönetimi arasında yakınlaşma hızlandı. MİT'e çeşitli
kanalları ve aracıları kullanarak PKK'yi silah bırakmaya razı etme
görevi verildi. DTP'yi kapatma davası rölantiye alındı.
İstihbarat
paylaşımı ve sınır ötesi harekâtlar başarılı olamadı. AKP'yi bölgede
birinci güç yapma kampanyası da tutmadı. Ne var ki, PKK, özellikle
Öcalan'ın İmralı süreciyle amaç ve hedeflerini küçültmüş, gerçekçilik
adına programını emperyalizmin ve kapitalizmin genel çerçevesine göre
uyarlamıştı. ABD makamlarından, Barzani Talabani çevrelerinden ve
MİT'ten aldığı izlenimlerle PKK'nin yeterince kıvama geldiğini düşünen
AKP yönetimi Kürt açılımını ilan etti. Hedef ABD, Türk ve Kürt
egemenleri arasında sağlanan mutabakata uygun olarak Kürt ulusal
hareketini ortadan kaldırmaktı. Egemenlerin Öcalan'a ve DTP'ye biçtiği
rol, PKK'yi kendi kendini tasfiye etmeye razı etmekti. Kürt ulusal
hareketine temel herhangi bir hak ve özgürlük tanımaya hiç de niyetli
değillerdi. Kuşaklar boyunca sürecek bir tedricilikle, mümkün olan en
küçük ve en yavaş dönüşümlerle özgürlük hareketini sürüngenleştirmekten
başka bir şey düşünmemişlerdi. Düzenin aktörleri işkencecilerin en
etkili taktiği olan "iyi polis kötü polis" oyununu sahneye koyuyorlardı.
Kötü polis rolü MHP ve CHP'ye, iyi polis rolü AKP'ye düşmüştü.
Buna
karşılık, PKK egemenlerin çeyrek asrı geride bırakmış kanlı bir
mücadeleden sonra artık barışa yanaşmak zorunda kalacağı varsayımıyla
hareket ediyordu. ABD ile Türk ve Kürt egemenlerinin bütün baskılarına
karşın ayakta kalmış ve üstüne üstlük seçimlerde başarı kazanmış
olmasını; emperyalizmin ve kapitalizmin doğası, çağın niteliği, dinin,
liberalizmin ve Kemalizmin özü, Amerikan ve Avrupa Birliği
politikalarının hedefleri, AKP'nin programı konusundaki ideolojik
yanılgısı ve düzen kurumlarının işleyişi, sermaye ile devlet ilişkisi,
sermaye ile militarizm ve savaş ilişkisi, sermaye kesimleri arasındaki
çelişme ve uzlaşmaların gelişimi, kapitalist devletin rolü konusundaki
teorik zayıflığıyla yanlış bir çerçeveye oturtuyordu. Silah bırakma
vaadi karşılığında egemenlerden özlü bir reform elde edebileceğini hayal
ediyordu. Bu hayal doğrultusunda, en azgın savaş suçluları, karşı
devrimciler, militaristler ve gericiler demokrat ve barışsever ilan
edildi, sırtında yumurta küfesi olmayan kiralık kalemlerle "barışın
dili"nin kurulacağı varsayıldı.
Sonuç ortadadır. Öcalan'a ve
DTP'ye biçtikleri rolün yerine getirilmediğini gören egemenler sınıfsal
reflekslerine uygun olarak harekete geçtiler ve derhâl yeni bir baskı
kampanyasını başlattılar. Kürt ulusal hareketi ise bir uçtan diğerine
savrularak, ifrat ile tefrit arasında gidip gelerek, köklü bir teorik
bakışla değil, el yordamıyla politika oluşturmaya çalışıyor.
Kürt
açılımının bilançosuna bakıldığında, bugün şovenizmin etkisini daha da
arttırdığını, egemenlerin Türk halkını eşitlik ve özgürlük temelinde
Kürtlerle barış ve kardeşlik çizgisinden daha da uzaklaştırdıklarını
görüyoruz. Onurlu bir barış düne göre daha uzak. Basit manevralarla,
kestirme çözüm hayalleriyle, köklü ödevleri yerine getirmeden;
kapitalizme ve emperyalizme, egemen sınıflara karşı ilkeli ve tutarlı
bir mücadeleden kaçarak; işçi sınıfının ve ezilen halkların
enternasyonalist birliğini örmeden eşitliğe ve özgürlüğe, onurlu bir
barışa ulaşamayacağımız bir kez daha ortaya çıktı.
Peki hoyratça
kapatılan bu açılım sürecinin arkasından bizi ne bekliyor? Egemenlerin
hidayete ermesi beklenemez. Onlar sınıfsal refleksleri ve tarihsel
donanımlarıyla bildiklerini okumaya devam edeceklerdir. Üstelik
ellerinde 28 Ekim 2009'da Öcalan'dan aldıkları çok köklü bir felsefi
politik taviz var. Onu dünya proletaryasının teorik ve pratik mirasına
bühtan edecek, Marks'ı ve Lenin'i karalayacak noktaya getirdiler. Fırat
Haber Ajansı'nın verdiği bilgiye göre, Öcalan sözü edilen tarihte
avukatlarıyla yaptığı görüşmede şöyle söylüyor: "K. Marks, Lenin, Mao,
bunlar da devleti iyi tahlil edememişlerdir. İngiltere K. Marks'a kucak
açıyordu, onlar tarafından besleniyordu, Almanya'ya karşı kullanma
amacındaydı. K. Marks İngiliz ajanıdır demiyorum ama objektif olarak
İngiliz politikalarına hizmet etmiştir. Alman sosyalistleri,
komünistleri Marks'ı bu yüzden sevmezlerdi. O nedenle komünizm yerine
Almanya'da milliyetçilik gelişmiştir. Hitler faşizmi deniliyor ama
kapitalist modernite faşizmin ta kendisidir. Lenin sosyalist devlet'
üzerine kafa yoruyordu. Prudhon, Kropotkin ve Bakunin, bunlar devleti
daha iyi tahlil etmişlerdi. Hatta Kropotkin, Lenin'e karşı çıkarak sen
diktatörlüğü getiriyorsun, demokrasiyi yok ediyorsun' diye karşı
çıkmıştı. Lenin de ona bunamış' diyordu. Ama sonuçta Sovyetler Birliği
yıkıldı, Çin bugünkü krizde kapitalizmi ayakta tutan ülkedir.
Dolayısıyla Kropotkin haklı çıktı. Öncesinde Sovyetler Birliği de
objektif olarak kapitalizme hizmet etmiştir. Devletin sosyalisti olmaz.
Sosyalist devlet de olmaz. Baskının, sömürünün, zorbalığın kaynağı
devlettir. Devlet tümüyle de kötüdür demiyorum. İyi yanları da var;
demokratik devlet, hukuk devleti olursa."
Dünyanın bütün
sömürülen işçi sınıfları ve ezilen halkları gibi, Türk ve Kürt
işçilerinin ve halklarının tutarlı bir devrimci teoriye ve bu teorinin
yol gösterdiği devrimci bir pratiğe ihtiyacı var. Devrimci teori ve
devrimci pratik olmadan, kapitalizmin ve emperyalizmin ruhu ve vicdanı
satılmış ideologlarından edinilmiş kırık dökük bilgilerle yürütülen bir
mücadele hiçbir yere varamaz. Böylesine kötürümleştirilmiş bir mücadele,
ne kadar iyi niyetle ve özveriyle sürdürülse sürdürülsün, sömürü ve
zulmün kalelerini yıkamaz. Sınıfımızın ve halklarımızın AKP'nin Kürt
açılımından gerekli dersleri çıkaracak bilinçle hareket etmesi ve eninde
sonunda eşitlik ve özgürlüğe kavuşması için elimizden gelen her şeyi
yapmalıyız.