Türkiye gündemini uzun
süre belirleyen "Birileri düğmeye mi bastı?" sorusunu
ülkemizde yaşanan olayları ve bunların arka planının bir
portresini çizerek değerlendirmek istiyorum. Bu durumda, bizi
yönettiklerini iddia edenlerin açıklamalarını bir kenara
bırakıp, özellikle polislerin çevik kuvvet otobüsüne düzenlenen
silahlı saldırı sonucunda 12/13 Aralık 2000 tarihinde yaptıkları
protesto yürüyüşlerinde kullandıkları sloganlara bir göz
atalım: "Hükümet affını al başına çal!", "Şehitler
ölmez vatan bölünmez!", "Tantan polisine sahip çık!", "Ya
Allah bismillah Allahuekber!"
Acaba işkenceci polisler
de ceza indiriminden yararlanacak olsalardı, yukarıdaki ilk slogan
atılır mıydı? "Terörizme" karşı savaşan polis, bu savaşta
işkence, pardon "kötü muamele" kullanmayı bir insanlık suçu
olarak değil de, polisin ülkeyi terörden kurtarmak adına işlediği
bir sevap olarak görüyor, polisin doğal alışılagelmiş bir
görevi, belki de hakkı olduğunu sanıyor. "Kader mahkumlarını",
suçlu ve mağdurları birbirine karıştıran bir aftan, al gülüm
ver gülüm bir af ticaretinden adalet beklenir mi? Şahsen ben polis
olsaydım, yıllarca didik didik aradığım, her ihbarda evime
ailemi bırakıp üç buçuk tayına peşine düştüğüm ve sonunda
yakalayıp adalete teslim ettiğim bir suçlunun, katil, vergi
kaçıran, hayali ihracatçı, tecavüzcü, soyguncu olsun, cezasını
çekmeden, ıslah olmadan elini kolunu sallaya sallaya toplumun
üzerine salıverilmesi, beni de etkilerdi. Mesleğimin önem ve onur
kaybına uğratıldığını düşünür, basardım protestoyu.
Ama... suçluların teslim
edildiği adalet çoktan adalet olmaktan çıkmışsa, asıl suçlular
suçlu olmaktan çıkmışsa, hatta itibar görüyorlarsa, bu
adaletsizliğe isyan edenler de suçlu kabul ediliyorlarsa, polis de
bu insanlara işkenceyi topluma hizmet olarak kabul etmişse, o zaman
polis de polis olmaktan çıkmış demektir! Yürüyen polislerin
istediği "Tantan işkenceci polisine sahip çık"tır! Daha iyi
çalışma şartları değildir, rüşveti yok edecek ve polisin
yaşam standardını yükseltecek düzeyde maaş zammı değildir;
protestosu, adaletsiz infaz ve yargı sistemine karşı değildir,
karakol düzenine karşı değildir. Polise sendika hakkı hiç
değildir. Bütün bunların zerresi yok!
Polis kimin "affından"
rahatsız? "Teröristlerin"! "Şehitler ölmez vatan bölünmez!"
Güneydoğuda PKK'ya karşı polis mi savaştı? Hayır. Polisin
asıl "muhatabı" olduğu "aşırı sol örgüte mensup"
olmaktan hüküm giyenler ceza indiriminden yararlanacak mıydı?
Hayır. Çünkü hükümet, devlete karşı ve düzene muhalif
olanları, özellikle tescilli devrimcileri zaten affetmez. Bilakis;
onlar 1997 yılından beri özenle siyasi hükümlüler için inşa
edilen F-tipi lüksündeki cezaevlerine naklediliyorlar! Onlar
kendilerini örgütsüzleştirecek, yalnızlaştıracak,
kişiliksizleştirecek, yani devletin deyimiyle "ıslah" edecek
olan F-tipi derdine düşmüş, ölüm orucunda mücadele ediyorlar.
Can pahasına sürdürülen ve toplumun belirli kesiminden destek
alan mücadele önünde saygıyla eğiliyoruz.
Neyse, biz polislerimize
geri dönelim. Bir şiddet eyleminin, bu polise karşı işlenmiş
olsa bile, önce nereden geldiği, faillerinin kimler olduğuna dair,
şahitle ve ispatla bir çözüme kavuşturulması gerekmez miydi? Ve
polisin asıl görevi, failleri bulup yakalamak değil midir? Bu
saldırının kimler tarafından niçin yapıldığını belirlemeden
sokaklarda nidalar atıp yürümenin ne anlamı var? Acaba birileri
...?
TV kanallarından birinde,
öldürülen iki çevik kuvvet polisinden birinin yakını aynen
şöyle söyledi: "Siyasi af olarak çıkarılan bir kişi, on kişi
olarak geri dönecek." Öp Babanın elini! Polisin nişan aldığı
hedef belli. Siyasi suçlular. Bu uğurda amirlerini bile
takmıyorlar. Emir komuta zincirini bu şekilde koparmak, başta
kendilerinin kollamaları gerektiği gösteri ve yürüyüş
yasalarını hiçe saymak, cesaret ister. Gösterici polislerdeki bu
cesaretin kaynağı neresidir? Acaba birileri ...?
Eylem doğrudan devleti
hedef alıyor. Polis, devletini görevini yerine getirmeye çağırıyor.
Devlet görevini nerede yerine getirmedi? "Tantan polisine sahip
çık!" "Hükümetin affı polisi vurdu!" Kimi vurmadı ki?
"Bizi satanı biz de satarız!" Devlet, polise karşı görevini
nerede savsakladı? Demek ki devlet, işkenceci polisleri serbest
bıraktıramadı. İşkenceyi yargılayan polisi yargılıyordu.
Sonra bölücülere af çıkarmıştı. Polisin zihniyetinde, aynı
devlet ideolojisinde olduğu gibi, düzene karşı düşünce üreten,
devlet yapısını eleştiren, devlete karşı örgütlenen ve eyleme
geçen, teröristtir, bölücüdür. Ne kadar adaletsiz olursa olsun,
faşist düzende devlet kutsaldır, ilahi bir yapıttır, güçlüdür,
yıkılmaz. Faşist devletin faşist polisi için, bu fikriyat en
azami ölçüde geçerlidir. Düzenin asayiş bekçisi olan polisin
gözünde, hükümet devlete karşı suç işlemiştir. Polis
amirleri, "af çıkaran" hükümetin kararlarının kulları,
takipçileri olmuş, İçişleri Bakanı Saadettin Tantan'ın
idaresinde devlete, yani polise karşı olan yükümlülüklerini
unutmuşlardı. Bu yüzden, polisin protestosunun bir hedefi de,
yolsuzlukların açıklığa kavuşmasında epey başarılı olan,
ama işkenceci polisine "sahip çıkamayan" İçişleri Bakanı
Saadettin Tantan'dır.
Polisin gözünde hükümet,
ölüm orucundaki devrimcilerle pazarlığa oturmuş, devlete ve
polise ihanet etmiştir. Polis, F-tipine karşı olanlara cephe
almış. Halbuki, F-tipi cezaevlerinin yapımı ve siyasilere karşı
devreye girmesinden polise ne gibi bir fayda dokunacağı da meçhul,
çünkü polisin esas meslek alanının dışında kalıyor
cezaevleri. Ama "her şey vatan için" ya, bunun için de tabii
"vatanseverler" olarak "vatan hainlerine" karşı cephe almak
da var! Polisin, bu derece politize olmasının nedenleri hepimizce
malum. Üzücü tarafı ise halkın belirli kesimlerinin buna alkış
tutmasıdır.
Af yasasının topyekun
adaletsizliği polisi pek ırgalamıyor. Polis, siyasilerin muhtemel
affını ve F-tipi cezaevlerine duydukları tepki vesilesiyle bir
araya gelen demokratik kitle örgütlerini pek içine sindiremiyor.
Ve bu zincirin sonunda ve temelinde işçi/emekçi sınıfı duruyor.
Polisin eylemleri, önümüzdeki günlerde ve aylarda özellikle
IMF'ye ve onun ülkemizin ekonomik ve siyasi düzene hepimizin
artık aşina olduğumuz enstrümanlarla yaptığı müdahalelere
karşı düzenlenecek olan daha yoğun, daha kitlesel bir şekilde
düzenlenecek olan protesto yürüyüş ve gösterilerine bir gözdağı
niteliğini taşıyor.
Polisin, yürüyüş
boyunca dilinden eksik etmediği bir slogan daha: "Ya Allah
Bismillah Allahuekber!" Bu da 1980'lerden sonra Evren Paşa'nın
türk-islam sentezinin, biraz da 1990'lardan sonra Fethullah Hoca
ve benzerlerinin eseri olsa gerek. Merak ediyorum: Fethullah Hoca
affedildikten sonra ABD'lerden dönecek mi acaba? Acaba birileri
...?
Dünya Bankası ve İMF
Türkiye'nin iç
şartlarını bırakıp, dış şartlarına bir göz atalım.
Ülkemizin küreselleşme sürecindeki yeri nedir? Türkiye'de
toplumsal muhalefetin sindirilmesi ve demokratik gelişmenin
engellenmesi kimlerin işine gelir? En başta son zamanlarda
emekçiler en büyük tepkiyi kime gösterdiyse, onun, yani IMF'nin
ve onun Türkiye'deki kullarının. IMF ve Dünya Bankası, 1947'de
II. Dünya Savaşı sonrası kurulan "Bretton Woods İkizleri",
sanki el attıkları ülkelerin birine hayır getirmiş gibi,
ülkemizde yine davetsiz misafir. Yarım asırdır "elinden
tuttukları" ülkenin koşullarını ulusötesi finanskapitalin
yararlanacağı şekilde ayarlamak için ülkenin kaynaklarına el
koyan bu kuruluşların uzmanları, tanıdığımız tepeden bakan,
çok bilmiş üsluplarıyla geleceğimizi belirlemeye başladılar.
Sözüm ona ulusal rekabet gücü yüksek ve dünya ile bütünleşen
bir ülke yaratmak adına, AB üyesi olabilmek adına sistem yine
IMF'nin koyduğu şartların boyunduruğu altına sokulmaya
çalışılıyor, tabii bu uygulamaların doğurduğu kötü
sonuçların da hesabını sistemin kendisinin ödemesi koşuluyla
(sosyal çalkantıları kastediyorum, F-tipi de bunlara bir
hazırlıktır!). Halkımız yine IMF'nin istekleri yönünde,
devlet harcamalarını kısma, kamuya yapılan yatırımları
engelleme, özelleştirme, dış ticaret açığını kapatma, yani
ithalatı azaltıp ihracatı arttırma, enflasyonu düşürme,
yabancı sermayenin ülkeye girip, serpilip gelişmesi için akla
gelecek her türlü kolaylığı sağlamak uğruna yine kemer
sıkmaya, yine susmaya, depolitize edilmeye ve bölünmeye
çalışılıyor. Yabancı sermaye aşkına, içinde sözde sol bir
partinin de hatta çoğunlukta bulunduğu bir siyasi iktidar, halkın
depremin yol açtığı maddi ve manevi hasarlardan inim inim
inlediği bir vakit uluslararası tahkim yasasını onaylatabiliyor.
Vergileri arttırıp, yeni ek vergiler çıkartabiliyor. Zaten kıt
kanaat geçinen memurların maaşlarını düşürebiliyor, halkın
malını yerli ve yabancı şirketlere hibe edebiliyor. İşveren
baskısıyla iş güvencesi yasasını savsaklayabiliyor ...
Egemen güçlerin bütün
bu devlet politikalarını sorgulayan bir topluma, düzene muhalif
örgütlere böyle bir aşamada hiç tahammülü yoktur. Hele bir de
Türkiye emperyalist güçler tarafından, ABD ve AB tarafından,
SSCB'nin çöküşünden sonra Orta Asya, Kafkaslar, Balkanlar ve
Orta Doğu arasına sıkışmış bir kilit ülke olarak
algılanmışsa, Türkiye'nin petrol ve doğalgaz hatlarıyla
global ekonomiye bağlanması öngörülmüşse, Türkiye'de baskı
ile de olsa istikrarın sağlanması bir zorunluluk halini almıştır.
Egemen güçler tarafından sürekli öne sürülen kavramlar,
"katılımcı demokrasi", "insan hakları", "şeffaflık ve
açıklık" istemleri, sözde şifa verecek olan acı hapın tatlı
cilası. Hapı yuttuktan sonra da, demokrasi bize şimdi olduğundan
daha uzak olacak. Biz bunları bir kere yaşadık, bir daha
yaşamayalım.
Her fırsatta "demokrasi"
diye bağıran AB için Türkiye'de demokrasi, onun kabul
edebileceği bir demokrasi olmalı. Ama aslına bakılırsa,
Türkiye'de demokrasi ne AB'nin ne de ABD'nin işine gelir.
Gerçek anlamda demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesi emperyalizmin
selameti açısından ciddi istikrarsızlığa yol açacaktır.
Katılımcı demokrasi, ulus ötesi şirketlere ayak bağı olur.
Emperyalizmin çekirdek ülkelerinde buna izin verilmezken,
Türkiye'de bu kabul edilir mi?
Bölgesel Güç
Yaklaşık 50 yıldır
NATO'nun güneydoğu kanadının bekçiliğini üstlenmiş olan
egemenlerimiz, SSCB'nin çöküşünden sonra kendilerine yeni bir
işlev aradı ve çok geçmeden de buldu: Türkiye artık vazgeçilmez
bir bölge ülkesiydi, merkezî idi, kenar ülke değildi. Bölgesel
güç olmayı hakketmişti. Sözünü geçirmeliydi, yayılmalıydı,
etkili olmalıydı. Şimdi, hariciye heyeti, sürekli ülkenin doğu
ve batı medeniyeti arasında bir köprü oluşturduğunu
vurgulamakta. "Tanıtım" adı altında kendisini daha
mültifonksiyonel bir hizmetçi olarak pazarlamakta. 2001 yılı
bütçesinde aslan payı "savunmaya" ayrılmış, hemen ikinci
sırada "tanıtım" yer alıyor. Önümüzdeki 15 sene içerisinde
TSK'nın modernizasyonu için tam 70 milyar dolar ayrılacak
(Defense Week, 14 Şubat 2000, bkz. Le Monde Diplomatique, 9/2000).
Bir taraftan devlet özellikle ABD ve Israil'in yardımıyla
emperyalizmin emrine amade bir silahlı denetim gücü oluşturmaya
çalışırken, bir taraftan kendisinin de emperyalist emeller
peşinde olduğunu gizlemeye gerek duymuyor. Ama ...
ABD ve Avrupa
emperyalizmi, Aralık 1999 Istanbul AGİK zirvesinden bu yana, "artık
bizden birisiniz" diye yeşil ışık yaktığı halde, ve hemen
sonra bu tutumunu Helsinki'de Türkiye'ye aday adayı statüsü
tanıyarak pekiştirdiği halde, IMF'nin yaptırımlarını
uygulatmaya başladıktan sonra, yan çizmeye başladı. Daha ABD
seçimlerinden (ABD demokrasisinin dayanılmaz hafifliğinin ve
Amerikan hegemonyasının bitkinliğinin bir göstergesi olarak dünya
kamuoyunun gözleri önüne seren şu seçimlerden) önce,
Türkiye'nin çok sadık ve vazgeçilemez bir müttefik olduğunu,
ABD'nin ve AB'nin Türkiye'ye ihtiyacı olduğunu,sonuna kadar
Türkiye'nin yanında olduğunu her fırsatta tazeleyen Clinton
yönetimi, 14 Aralık'ta Brüksel'de yapılan NATO zirvesinde
Türkiye'yi geri adım atmaya zorladı.
Ve emperyalizmin faal ve
yetkin bir parçası olmak hevesiyle Türkiye, "ulusal
çıkarlarımızın zarar görmemesi" (Bu "ulusal çıkarlar"
acaba hangileri? Kimin çıkarları?) sebebiyle, "boyun eğmeliyiz
diye bir durum yok. Biz de her ittifak üyesi gibi güvenlik
çıkarlarımızın gerektirdiği şekilde pozisyonumuzu dile
getireceğiz. Pozisyonumuzda geri adım atmamızı gerektiren bir
durum yok" diyebiliyor. İşte şimdi olmadı; böyle olunca "senin
daha boyun kaç, otur oturduğun yerde" derler, tabii daha
diplomatik bir üslupla. Türkiye'nin global emperyalizmin
çerçevesinde oynayacağı belli bir rol vardır ve bunun dışına
da çıkamamalıdır. Ama yok eğer Türkiye, bu gerçeklere rağmen
sizin kulüpten olacağım diye diretirse, o zaman belki birileri ...
Kıbrıs
AB eğer, ABD'den
bağımsız, AGSK (Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği) çerçevesi
içersinde kendine özgü bir saldırı sistemi oluşturmak istiyor
olmasaydı (ilk temel olarak 60 000 askerlik Avrupa Acil Müdahale
Gücü öngörülüyor) ve AB bu süreçte NATO ittifakı
kuvvetlerine, ve dolayısıyla, özellikle SSCB'nin yıkılmasından
sonra bu kadar stratejik bir öneme getirilen Türkiye'nin silahlı
kuvvetlerine de ihtiyaç duymasaydı, aday adayı statüsünü
rüyamızda da zor görürdük. Ama AB'nin niyeti açık; Türkiye,
yeri ve zamanı geldiğinde askeriyle silahıyla gönderileceği yere
gidecek, ama harekat planlama sistemini kullanma sürecinde karar
mekanizmalarında yer almayacak. Ankara şimdilik AB'yi
engelleyebilse de, kendini de en azından karar mekanizmaları
konusunda "ulusal güvenliğini etkileyecek bölgelerde yapılacak
operasyonlar" ile sınırladı ve gerginliği 2001 baharına
erteledi. AB, ilerde istediği gibi kullanabileceği bir "stratejik
partner" için, "AB'ye entegre edilme" sürecinde T.C.'ye
çok fazla ödün vermek istemiyor. Durum öyle ki, T.C. ve AB,
önümüzdeki aylarda Kıbrıs konusunda karşı karşıya gelecek.
Kıbrıs konusunda düğümlenen ve özellikle ABD'nin de
çıkarlarının söz konusu olduğu Doğu Akdeniz'de bu çıkar
çelişkileri bir savaş halinde patlak verecek boyutlara
getiriliyor. İsrail-Filistin çatışmaları bölgenin II. Dünya
Savaşı'ndan sonra yeniden şekillendirilmek istendiğinin
habercisi. Bu durumda emperyalizmin iki dev rakibinin, yani AB ve
ABD'nin söz dinleyen ve aynı zamanda halkına da söz geçirebilen
sadık bir müttefike ihtiyaçları var. Büyük bir ekonomik,
siyasal ve sosyal bunalımın içinde olan, her, ama her anlamda ne
ileriye ne geriye gidebilen, medeniyet(sizlik)lerin arasına
sıkışmış, can çekiştiren bir Türkiye, emperyalizmin bu
gereklerini karşılayabilecek mi acaba? Türkiye şimdi de, tıpkı
1980'lerden sonra olması gerektiği gibi, Özal'ın tabiri ile,
emperyalizmin istediği gibi at oynattığı bir "istikrar adası"
olmalı. Hatta bugün 1980'de olduğundan daha acil. Acaba böyle
bir "istikrar" nasıl sağlanır? Bu işin bir yanı ... bir de
yukarıda biraz açmıştık, bunun IMF boyutu var.
Türkiye bugün ekonomik
krizin doruğunda. Onyıllardır halkın malını özel sermaye
kesimine peşkeş çeken, kendini siyasi güç ile donatan bir rant
kesimi yetiştirip besleyen devlet erki, şimdi tam palazlanmış ve
"global player" mertebesine ulaşmış simsarlarını global
rekabet gücüne eriştirmek için bu yapıyı daha fazla
koruyamayacağını anlamıştı. Finansal reform yapılmalıydı.
Bankalar yatırımcılar için daha güvenli hale gelmeliydi.
Devletin ve yerli ve yabancı sermayenin likidite sorunu
çözülmeliydi. İşte burada IMF ve onun tüm (öz-) eleştirilere
rağmen her durumda tatbik ettiği Yapısal Uyum Programları devreye
girdi. Her zamanki gibi neydi bu programın içeriği? Kamu
harcamalarının, başta sosyal harcamalar olmak üzere,
kısıtlanması, ücret artışlarının ve kamu personelinin
sınırlandırılması; bütün bu politikalar "devletin etkinlik
kazanması amacıyla küçülmesi", devletin "lean production"
(yalın üretim) olayı ... Sonra tarım ve sanayide sübvansiyonların
kaldırılması, sözüm ona bu sektörlerde global rekabet gücünü
arttırmak için.
Düğme
İç pazarı başta AB'nin
ucuz tarım ürünlerine ardına açan ve çiftçimizi sefalete
sürükleyen, 1980'den sonra da uygulanan bu politika, doğal
kaynakları zengin olan ülkemizi kısırlaştırmakla yetinmedi,
kendi kendini doyuramaz duruma getirdi. Bütün bunlar, IMF'nin
ülkeye borcunu ödetmek için döviz kazanmaya, emperyalizme uygun
yatırım olanakları sunmaya yarayan, ama sözde ticaret açığını
kapatmak ve ülkeyi refaha götürmek ve önünü açmak için
düşünülmüş uygulamalar. Yani, Türkiye, bütün ekonomik
olanaklarını bu hedefler için mobilize edecek, ve başarılı olduğu oranda da IMF'nin ve AB'nin sunduğu kredi imkanlarından yararlanacak. Peki, Türkiye'de her şeye rağmen, ve son cezaevi
olaylarında da tüm dünyanın da belleğine kazınan emekçi
devrimcilerin sınıfsal eylemleri, demokratik kitle örgütlerinin
bu eylemlere desteği bu tablonun neresine sığar? İşte "istikrarlı" bir ülkede bunların olmaması gerekirdi. Böyle bir ortamda da "düğme" sorusunun yine gündemde olması hiç
şaşırtıcı olmamalı. Düğmeyi bulduktan sonra basan da bulunur.
Kaldı ki, ülkemiz de bu konuda epey bir tecrübeye sahip. "İstikrarın" eninde sonunda nasıl sağlanacağını bilenler var ülkemizde. Ama tecrübelerinden ders çıkarmış olan birileri daha olmalı.
Unutmayalım ki, devrimci cephenin bütünleşmesine engel olanların tarih önünde vebali büyüktür. Çünkü bu sadece Türkiye işçi/emekçi sınıfı değil, bütün dünya sınıfına ve özgürlük savaşı veren tüm dünya halklarına karşı olan sorumluluğumuzu hiçe saymak anlamına gelir. Bizi ayıran değil, birleştiren unsurların artık önem kazanması gerekirken, kendi içimizde yeni cephelerin açılmasına izin vermeyelim. Söylemde ve eylemde ortak platformda buluşmanın tam zamanı. O yüzden ben, ülkemizdeki son gelişmeleri
hayra yoruyorum. Özgürlüğe tutsak olup, özgürlük aşkına ölüme gidenlere bir anıt olsun birliğimiz.