Çev: Ali Vuslat
Postmodernizmin esas olarak tarihin reddine dayanan bir ideoloji olduğuna işaret
eden ilk kişi kesinlikle ben değilim. Gerçekten de, bu tema
Monthly Review dergisinin geçen yaz çıkan özel sayısında da işlenmişti.
Tarihin reddi kimi zaman açıkça teorileştirilmiştir; bizleri büyük
anlatıların cansız kollarından kurtaran süreksizlik benimsenmiş; zaman, mekân ve tarihsel deneyimin parçalanması kutlanmıştır. Bu bakış, her mevsim dönümünde şimdiye kadar bildiğinizi sandığınız herşeyin yanlış olduğunu ortaya koyan yepyeni
gerçeklerin hevesle ilan edildiği Fransızlara özgü moda düşkünlüğünden kötü biçimde etkilenmiş gibi görünüyor. Postmodernizmin bayağılaştırılmış halinde, gazetelerde ve kuşe
kâğıda basılı rengârenk dergilerde gördüğümüz sokak postmodernizminde öne çıkan yön ise düpedüz unutkanlıktır. Gazeteciler bırakın 1970'lerdeki olayları, iki hafta önce
meydana gelen olayları bile zor hatırlarlar. Tersinden bakıldığında, bu unutkanlık fiilen bir açılım da sağlayabilir; bir arkadaşımın bir zamanlar dediği gibi, tarihsel
belleği olmayan yorgun bir toplumda insanları yepyeni bir şeyle şoka uğratabilmenin tek yolu, belki de gerçekten eski bir şeyi gündeme getirmektir. Arkadaşım bu sözüyle açıkça Marksizmi kastediyordu.
Postmodern İddialar
Kültürel moda hakkında yeterince konuştuk. Şimdi postmodernistlerin,
"öylesine yeni, öylesine benzersiz bir dünyada yaşıyoruz ki, şimdiye kadar bildiğimiz veya bildiğimizi sandığımız herşey yanlış" şeklindeki iddialarını tartışmaya açmak istiyorum.
Ben bir ekonomi gazetecisi olduğum için, özellikle tüketim ve üretim dünyaları üzerinde durmak istiyorum. Kuşkusuz kültür dünyası üzerinde de durabilirdim ama bunu bir başka güne bırakıyorum. Burada dile getireceğim kimi görüşlerin
Economist'in eski yayın yönetmeni Geoffrey Crowther'a atfedilen "gazetecinin görevi olayları basitleştirmek ve abartmaktır" şeklindeki ünlü tanıma uygun olduğunu baştan belirteyim.
Çok önceleri, edebiyat eğitimi gördüğüm sıralarda, Connecticut'ta
bulunan alabildiğine sendika düşmanı bir üniversitede, ortaokulda ezberlediğim dönemleştirmelerin yanlış olduğunu ve 18. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın ortalarına kadar olan dönemde İngiliz dilinde yazılmış saygın edebiyatta, özellikle
şiirde, aslında muazzam bir sürekliliğin mevcut olduğunu öğrendim. Bu süreklilik, -her ne kadar bana tam olarak bu terimlerle öğretilmediyse de- burjuva bireyinin, geç klasizmin
kararsız bireyinden başlayıp Yüksek Romantizmin kahraman bireyi ve Viktorya döneminin sorunlu bireyi aşamalarından geçerek bu yüzyılın ilk yarısında kendi kabuğuna çekilen gayet estetize edilmiş bireye (ki, bu birey genellikle bir erkekti) ulaşan evrimi
şeklinde ifade edilebilir. Eğer edebiyat öğrenimimi sürdürmüş olsaydım, hiçbir zaman varolmamış bir bütünün atomu olan postmodern parçalanmış bireyi, bu şemaya yerleştirmekte hiç zorluk çekmezdim.
Benim Yale Üniversitesindeki tahsilime benzer bir yüksek burjuva eğitimi
görmenin en büyük yararlarından birisi, öğrendiğiniz bilgileri
toplumun üst kesimine çevirip yönetimlerinin altını oymak için
kullanabilmenizdir. Edebiyat derslerinde öğrendiğim değişim
içinde süreklilik bilgisini ekonomi politiğe tercüme edince,
ortaya çok benzer bir tablo çıkıyor: bütün kopma/kırılma
masallarına karşın, kapitalizmin son 200 yıllık tarihinde
dikkate değer bir süreklilik vardır. Tabii ki birçok açıdan pek
çok farklılık bulunduğu halde, bugünün kapitalizmi, 1950 ile
1960'ların kapitalizminden çok 19. yüzyıl sonlarının
kapitalizmini andırıyor. Bir zamanlar yakın geçmişin normalden
sapma sayılmasına yol açacak kadar normal kabul edilen 1950 ile
1960'ların Altın Çağı; yalnızca Birinci Dünyada değil
Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda bile hızla artan gelirler
ve makul bir istikrar devri olmasıyla, hatta zaman zaman sosyalizmin
geleceğin dalgası gibi görünmesiyle şimdi asıl aykırılık
olarak değerlendiriliyor. Gerçek gelirlerdeki büyük ve hızlı
yükselişin Marks'ın yanıldığını kanıtladığını iddia
eden tek kişi Joan Robinson değildi. Amerika Birleşik
Devletlerinde gerçek ücretlerin 20 yılı aşkın süreden beri,
Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda 15 yıldan beri düşmeye
devam ettiğini ve aşağıya doğru hareketliliğin Avustralya,
Kanada ve hatta Avrupa'nın kimi bölgelerine yayılmakta olduğunu
dikkate alırsak, Marks'ın herşeye rağmen belki de haklı olduğu
ortaya çıkıyor. Marks'ın entellektüel ve siyasal ününün en
dibe vurduğu bir noktada dünyanın 1914'ten bu yana mümkün olan
en "Marksçı" tarzda işliyor olması tarihin bir cilvesi olsa
gerek.
Keynes'in
Dünyası
Bir an için 1914 öncesi dünyaya dönelim. Evet, bugün sermaye ve
metalar kürenin her yanında olağanüstü bir özgürlükle
dolaşıyor. Dikkatsiz gözlemciler, sınırların ortadan kalktığı
bu dünyayı yeni bir icat sayıyorlar; ama aslında bugünkü durum
Birinci Dünya Savaşından önceki duruma epeyce benziyor. Kendisi
de bu şiirsel dünyanın büyüsüne kapılmış bir Londralı olan
John Maynard Keynes, Barışın Ekonomik Sonuçları adlı eserinde,
yaşadığı dönemi şöyle betimliyordu:
"Londra'da yaşayan bir insan sabah çayını yatağında yudumlarken, dünyanın
herhangi bir yerinde üretilmiş çeşitli ürünleri istediği
miktarda telefonla sipariş edebilir ve bunların hemen kapısına
kadar getirilmesini hiç yadırgamadan isteyebilirdi; aynı anda ve
aynı yolla elindeki serveti dünyanın herhangi bir yerindeki doğal
kaynaklara ve yeni işletmelere yatırabilir ve hiçbir çabaya ve
hatta kaygıya gerek olmadan bunların sağlayacağı kazanç ve
yararlara ortak olabilirdi; veya servetinin güvenliğini daha da
pekiştirmek için işlerini herhangi bir kıtada aklına esen veya
adını gazeteden öğrendiği bir kasaba halkının iyi niyetine
emanet edebilirdi. Eğer arzu ederse, herhangi bir pasaport veya
benzeri formalitelere gerek olmadan dünyanın istediği ülkesine
veya bölgesine ucuz ve konforlu bir şekilde derhal seyahat
edebilirdi. ... Ama, hepsinden önemlisi, sözünü ettiğimiz
Londralı kişi bütün bunları normal, kesin ve sürekli bir durum
sayar ve bu durumun ancak daha iyiye doğru değişeceğini
düşünürdü. ... [Sosyal ve ekonomik yaşamın
uluslararasılaşması] neredeyse tamamlanmıştı...."1
Sermayenin bu sahiplenme ve süreklilik duygusunu bugün de aynı şekilde
taşıdığını görüyoruz. Arada sırada ortaya çıkan ve çoğu
kez kendi seçmenlerini harekete geçirmek isteyen politikacılar
tarafından kızıştırılan ticari çatışmaları bir yana
bırakırsak, sermayenin serbest dolaşımının öncülük ettiği
küresel ekonomik bütünleşmenin daha da derinleşmesi kaçınılmaz
sayılıyor. Bu durumun kaçınılmaz olup olmadığını göreceğiz.
Büyük İflas
Keynes'in şiirsel dünyasının Büyük Bunalımda nasıl çöktüğünü
anlamak için "borcunu ödeyemeyen egemen devletler", yani iflas
eden ülkeler örneğine bakmak yeterli olur. 1920'lerde
uluslararası tahvil çıkaran 58 ülkenin 25'i, 1929 ile 1935
yılları arasında borcunu ödeyemedi. Dolar cinsinden ifade edecek
olursak, 1926 ile 1929 yılları arasında Amerika Birleşik
Devletlerinde piyasaya sunulan bütün yabancı ülke borç
tahvillerinin (Kanada hariç) % 70'i zamanında ödenemedi. Bu
rakamı, 1920'lerin son yıllarında çıkarılan şirket
tahvillerinin "sadece" % 30'unun vaktinde ödenemediği
olgusuyla karşılaştırabiliriz.2
Değişen ve Değişmeyen
İşte bu noktada işler bugün farklı gibi görünüyor. Devletin ölümüne
ilişkin bütün sözlere rağmen, ABD Hazine Bakanlığı ve Federal
Merkez Bankası gibi ulusal kuruluşlardan Dünya Bankası ve İMF
gibi uluslararası kuruluşlara kadar devlet kurumları, son yirmi
yılda tekrar tekrar ortaya çıkan mali krizlere rağmen
1920'lerdeki çöküşün tekrarını önlemeyi başardılar.
Üçüncü Dünya borçları sorununun küresel bir iç çöküntüye
dönüşmesini önledikleri gibi, krizi kullanarak borçlu ülkelere
çeşitli "reformlar" yapmayı da dayattılar. Ancak, bu
farklılığın ardında bir tekerrür yatıyor: Sömürgecilik
sonrası dönemin ilk yıllarındaki ulusal bağımsızlık
hareketlerinin çoğunu tersine çeviren çok başarılı bir yeni
yeni-sömürgecilikten söz ediyorum. Demek ki bugünkü küresel
rejim 19. yüzyıl sonlarındaki rejimin "normal" zamanlarda sıkı
para ve serbest sermaye dolaşımına ağırlık veren, kriz
döneminde iflası önlemek için yeterince esneklik gösteren biraz
esnek bir tekrarıdır. Bırakınız yapsınlar ilkesinin sistemi
tehdit eden yönleri evcilleştirilmiş görünüyor, ancak, kâr
arttırıcı yönleri bütün şiddetiyle varlığını sürdürüyor.
Geçmişten Günümüze Küreselleşme
Lawrence Summers, Aralık 1991'de Dünya Bankasının baş ekonomisti olarak
görev yaptığı sırada, bankanın yıllık Küresel Ekonomik
Olasılıklar ve Gelişmekte Olan Ülkeler raporu taslağı üzerine
yorumlar içeren ünlü bir muhtıra yazdı. Bu muhtıra "Afrika
henüz yeterince kirletilmemiştir" yargısını içerip zehirli
atıkları ortalama ömrün ve ücretlerin zaten düşük olduğu
ülkelere dökmenin ekonomik açıdan mantıklı olduğunu, çünkü
buralarda insanların genç yaşta ölmekle pek birşey kaybetmiş
sayılamayacaklarını savunarak ilgi çekmeseydi asla ün
kazanamazdı. Summers'ın hatası kuşkusuz sadece dürüst
olmasıydı; burjuva ekonomistleri insan hayatına ileride alınacak
ücretlerin şimdiki değeri üzerinden değer biçip gereken
maliyet-fayda hesaplamalarını buna dayanarak yaparken tıpkı
Summers gibi akıl yürütürler. Ne var ki Summers basiretsizlik
gösterip bu düşünceyi açığa vurunca muhtıra basına
sızdırıldı; The Economist Summers'in muhtırasını mazur
göstermeye çalıştı, The Nation ise eleştirdi.3 Ancak ekonomi
muhabirlerinin hiçbiri (ben dahil) Summers'ın muhtırasında yer
alan aşağıdaki büyüleyici paragraf üzerine hiçbir yorumda bulunmadık:
"Yeni olan nedir? İncelemem boyunca [üretimde] meydana gelen devrimin tam
da neleri devrimcileştirdiğini gösteren kanıtlarla uğraşıp durdum. FDI [yabancı dolaysız yatırımlar, yani çokuluslu
işletmeler] hep vardı ve dünyanın en büyük firmalarının çoğu
daha doğuşlarından itibaren uluslarötesi bir nitelik taşıyordu.
Üretim "küreselleşti", evet, ama telekomünikasyon devriminin
gerçekten büyük bir etkisi oldu mu? Bana kalırsa buharlı gemi
taşımacılığı gibi nispeten basit şeylerin icadı dünya ticaretine fiber optik kablolar aracılığıyla yapılan
sayısallaştırılmış veri iletiminden daha fazla katkıda bulunmuştur. İmalatın niteliğinde "temelden değişiklik
meydana geldiği" ne ölçüde doğrudur? İnsanların ezelden beri
yaptıkları şeyleri, örneğin üretim tesislerini ürünün piyasaya en düşük maliyetle taşınabileceği yerlere kurmak
(şimdi buna "üretimin küreselleşmesi" deniyor), örneğin en
düşük maliyetli stok yönetimi sağlamak (şimdi buna "tam
vaktinde stok yönetimi" deniyor), örneğin üretim sürecine
dayalı dikey bütünleşmenin uygun düzeyini seçmek (şimdi buna
"kritik alıcı-satıcı ilişkileri" deniyor), örneğin üretimi
talebe göre ayarlamak (şimdi buna "kısa üretim devreleri"
deniyor) gibi işleri şimdi biraz daha iyi yaptıklarını söylemek
daha doğru olmaz mı? Bu değişiklikleri anlatmak için en uygun
mecazın "devrim" olduğu söylenebilir mi? Amerika Birleşik
Devletlerinde bilgi teknolojisine yapılan büyük yatırımların
üretkenlik üzerinde çok küçük bir etki yarattığını gösteren
ayrıntılı kanıtlar bence teknoloji konusunda aşırı heyecana
kapılmama konusunda bizleri ikna etmeye yetmelidir."
Summers siyasi hınzırlığına rağmen bütün standart ekonomistler kadar
zekidir ve savunduğu görüş -özellikle işlerin açık açık konuşulduğu samimi bir çevreye hitap ettiği için- ciddiye
alınmalıdır. "Küreselleşme", tıpkı "teknoloji" gibi, çoğu kez işlerin daha iyiye gitmesini önleyen neden sayılıyor;
ücretleri kesmenin, binlerce kişiyi işten atmanın, bütçeleri kırpmanın ve nehirleri zehirlemenin bahanesi olarak kullanılıyor.
Dikkatleri, küreselleşmenin ve teknolojik değişimin nedenlerinden, öncelikle de daha büyük kâr ve daha yüksek hisse
senedi fiyatı peşinde koşmak gibi olgulardan saptırıyor. Ve bunların insan eyleminin sonuçları olmaktan çok, rahatlıkla yer
çekimi gibi birer dış kuvvet sayılmasına yol açıyor. Küreselleşme gerçektir, ama, belki de Summers haklıdır ve sözü
edilen teknolojik devrim temelden yepyeni birşey olmayıp bir nicelik artışından ibarettir.
Ekonomik küreselleşmenin kaba da olsa birkaç göstergesine daha yakından bakalım. Göstergelerden biri ihracatın Gayri Safi Yurtiçi
Hasılaya (GSYİH) oranıdır. [Tabloya bakınız]. Bu göstergeyi ölçü olarak ele alırsak, İngiltere'nin 1992'de 1913'te
olduğundan ancak biraz daha fazla küreselleşmiş olduğu görülür. Bugünkü ABD'nin ise her iki tarihte de İngiltere'nin çok
gerisinde kaldığı ortaya çıkıyor. Ticari bir dev olarak görülen Japonya bugün, İngiltere'nin 1950'de pek de parlak olmayan
ihracatından biraz daha fazla ihracat yapıyor. Meksika, 1913 yılında 1992 yılına göre daha fazla uluslararası bir özellik
taşıyordu. Kuşkusuz ihracat ele alınabilecek göstergelerden sadece biridir. Ama, bu gösterge açısından bakıldığında
günümüz ile 1870 veya 1913 arasındaki mesafe göründüğü kadar büyük değildir.
İHRACATIN GAYRİ SAFİ YURTİÇİ HASILAYA ORANI, 1820-1992
İngiltere ABD Meksika Japonya
1820 3.1 2.0 - -
1870 12.0 2.5 3.7 0.0
1913 17.7 3.7 10.8 2.4
1929 13.2 3.6 14.8 3.5
1950 11.4 3.0 3.5 2.3
1973 14.0 5.0 2.2 7.9
1992 21.4 8.2 6.4 12.4
Angus Maddison, Monitoring the World Economy, 1829-1992 (Paris: Ekonomik
İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı, 1995)
Bugünün geçmişten farkı sınırötesi yatırımlarda görülen
artıştır-çokuluslu şirketlerin (ÇUŞ'ların) çoğalmasıdır.
Ama bu olgu bile geçmişten günümüze uzanan bir bakışla
bütünsel olarak değerlendirilmelidir. Dünya Bankasının,
Birleşmiş Milletlerin ve küreselleşme düşmanlarının
yayınladığı belgelerde günümüzde üretimin küresel olarak
örgütlendiği ve dünya ticaretinin üçte birini şirketiçi
transferlerin oluşturduğu, sözgelişi IBM İrlanda'dan IBM
İtalya'ya ek montaj yapılmak üzere parça gönderilmesi
örneğinde olduğu gibi, bir ÇUŞ'un ulusal şubesinden bir başka
şubesine parça aktarılmasından ibaret olduğu söyleniyor.
Abartılı
İmaj
Bu küresel montaj hattı imajı, ABD Ticaret Bakanlığının çokuluslu
şirketler hakkındaki dünyanın en iyi istatikleri olduğunu
söyleyebileceğimiz verilerinden çıkartılıyor. Aynı kaynaktan
gelen son rakamlar bütün bunların biraz abartılmış
olabileceğini akla getiriyor.4 ABD ticaretinin üçte birini
şirketiçi ticaret meydana getirmekle birlikte, bunların çoğu
ABD'li üreticilerden yabancı ülkelerdeki satıcı yan şirketlere
veya yabancı üreticilerden ABD'deki satış kuruluşlarına
transfer edilen mamul ürünlerden ya da birkaç küçük eklentiyle
mamul ürün haline gelecek ölçüde işlenmiş ürünlerden
oluşuyor. Küresel montaj hattı imajına dayanak oluşturan
şirketiçi parça ticareti ABD ticaretinin yüzde 10'undan ancak
biraz fazlasını oluşturuyor ve bu oran 1982 ile 1993 yılları
arasında önemli herhangi bir artış göstermemiş bulunuyor.
ÇUŞ'ların yabancı şubeleri, son satış bölgesinde sattıkları
malların çoğunu kaynak ülkedeki tesislerinden transfer etmektense
satın alıyorlar: ABD ÇUŞ'larının yabancı şubeleri
girdilerinin yüzde 90'ını dış ülkelerden elde ediyorlar.
Yabancı ÇUŞ'ların ABD'deki yan kuruluşlarının yaptığı
satışların yüzde 80'i ise ABD kaynaklıdır. Kuşkusuz bu
rakamlar taşeronluk ilişkilerini, örneğin The Limited şirketinin
El Salvador'da saati bir dolardan yaptırdığı imalat işlerini
dikkate almıyor. Ama, insanları karın tokluğuna atölyelerde köle
gibi çalıştırmanın nesi yenidir? Bu tür uygulamalar Summers'ın
radikal dönüşümler konusundaki kuşkularını haklı çıkarıyor.
Bu rakamların siyasal bir anlamı var, bu açıdan önemle ele alınmaları gerekir. "Küreselleşme", kadiri mutlak sermayeye
karşı her türlü muhalefeti silahsızlandırmak üzere durmadan kullanılıyor. Eğer sermaye küreselleşme büyüsüyle kısmen göz
boyamaya çalışıyorsa, belki de emek ve ulus devlet söylendiği kadar güçsüz değillerdir. Unutmayalım ki, Summers, "teknoloji
konusunda aşırı heyecana gerek yok" gibisinden bir tavsiyeyi ancak kapalı kapılar ardında dile getiriyor ve kamuoyu önünde
hiç tekrarlamıyor.
"Öteki"ni Tüketip Yok Etmek
"Postçu"ların bir başka iddiası, tüketimin en evrensel değer hale geldiği bir
dünyada eski uzlaşmaz sınıf ilişkileri görüşünün artık
geçersiz hale geldiğidir. Bu görüş, tüketim gücümüzün büyük
ölçüde üretim dünyasındaki konumumuzla belirlendiğini, yani
tüketime harcayacak ne kadar paramız olduğuyla ölçüldüğünü
gönül rahatlığıyla unutuyor. Kendilerine solcu diyen insanların
bu noktayı gözden kaçırmamaları gerekir. Ama bakın, bu
kişilerin en ünlülerinden biri olan Andrew Ross, birkaç yıl önce
şunları yazmıştır:
"Solun Sermayeyi son derece akılcı ve yekpare, tahakküm üreten bir
sistem olarak tanımlayan görüşü hâlâ yerinde duruyor...
Sermaye ya da daha doğrusu bizim Sermaye imajımız hâlâ esas
olarak "Öteki"nin iblisleştirilmesi çerçevesinde kalıyor. Bu
iblisleştirme, kavramayı ve eyleme geçmeyi engellediği gibi,
postmodern tüketim toplumunda pek alıcısı kalmayan eski kızgınlık
türlerini yapay olarak canlı tutuyor."5
Ross'un çok zeki ve sevimli bir insan olduğunu kabul ediyorum, ama, hangi
gezegende yaşıyor acaba? Hoşgörülü olmak gerekirse, Ross'un
bu sözleri Reagan dönemindeki ekonomik büyümenin sona ermeye yüz
tuttuğu evrede dile getirdiğini söylemeliyim. Ancak,
postmodernistlerin birçoğu hâlâ bu öğretiye inanıyor. Sınıf
ilişkilerinin aralıksız bir kemer sıkma ve küçülme silsilesi
olan son onbeş yirmi yıldaki kadar açıkça ortaya serildiği bir
başka dönem oldu mu hiç acaba? Wall Street'te iş sayısının
azalmasını protesto eden gösterilerin halkın ve belki de birkaç
kadrolu profesörün bilincinde iz bıraktığını hiç unutmayalım.
Yanlış bilinç gibi kavramlara hâlâ inanan bizim gibi
dinozorlardan Hawkes, "postmodernizm tüketim kapitalizminin
ideolojisinden başka birşey değildir" diye iddia ediyor.
Tüketici Kredisi ve Tüketim
Kitlesel tüketimin finansmanı kültür teorisyenlerinin biraz olsun ilgisini
hak ediyor. Gerçek gelirlerin sabit kaldığı veya azaldığı bir
dünyada kabarık tüketim harcamaları ancak kredilerin kitlesel
ölçekte genişletilmesiyle sürdürülebilir. Reagan ekonomisinin
manevi zirvesini oluşturan 1989 yılında aile borçları yıllık
vergi sonrası gelirlerin yüzde 82.7'sini oluşturuyordu; 1995'e
gelindiğinde borç yükü yüzde 91.2'ye ulaşmıştı. 1995'in
son çeyreğinde aileler vergi sonrası gelirlerinin yüzde 16.7'sini
borç ödemeye ayırıyorlardı; bu da 1989 yılının yüzde
17.6'lık doruk noktasına çok yakın bir orandı.6
Bu olgu, günümüzün 19. yüzyıla benzemeyen yeni bir özelliğidir.
Tüketici kredisi gerçekten de parlak bir sistemsel uyarlamadır.
Ancak, sınıf uzlaşmazlıklarının ortadan kalktığının
göstergesi olarak yorumlanamaz. Aracılık kurumlarının bütün
karmaşık örgüsü bir yana bırakılacak olursa, tüketici kredisi
esas olarak yoksul ve orta gelirli insanların zenginlerden borç
almasını ve sonuçta borç verenlerin daha zengin olmasını
sağlayan bir düzenektir.
Alışveriş yoluyla sınıf uzlaşmazlıklarının ortadan kalkacağı fantazisi
hiç de yeni birşey değildir. 1913'te Walter Weyl -Progressivism
(İlerlemecilik) akımının büyük teorisyenleri Herbert Croly ve
Walter Lippman'la birlikte- bu gözlemlerini The New Democracy
[Yeni Demokrasi] adlı kitapta yazmıştır.7 Bu ilk rıza
mühendislerini okuduğunuzda, ideologların kitle bireyini nasıl
icat ettiklerini kendi gözlerinizle görebilirsiniz:
"Günümüz Amerikasında birleştirici ekonomik güç... servet tüketicisi ve
buna bağlı olarak (bölünmemiş) ulusal zenginliklerin sahibi
olarak vatandaşın ortak çıkarıdır."
Tüketici...
siyaset arenasında "sade vatandaş", "sıradan insan",
"ikinci mevki yolcusu", "sokaktaki adam", "vergi
mükellefi", "son tüketici" olarak yeniden sahneye çıkıyor.
Eskiden üretici olarak oy kullanan insanlar şimdi tüketici olarak
oy kullanıyorlar. Weyl'in saat ve halı gibi eskiden lüks sayılan
eşyaların "demokratikleşmesi" adını verdiği olgu, "son
yarım yüzyıl içinde son derece kapsamlı boyutlarda bir
değişiklik" anlamına geliyor. Unutmayın, bütün bu sözler 83 yıl önce yazıldı!
Geleceğin İşleri
Küçülmeden söz ederken Jeremy Rifkin gibi işin ortadan kalkmakta olduğunu
iddia etmek istemiyorum.8 AT&T'nin İnsan Kaynaklarından
sorumlu başkan yardımcısı James Meadows'un New York Times'da
yazdığı gibi, "İnsanlar kendilerini serbest çalışan ve bu
şirkete becerilerini satmaya gelen satıcılar olarak kabul
etmelidirler. Şarta bağlı işçilerimizin çoğu binalarımızın
içinde bulunuyorsa da, AT&T'de çalışan işgücünün şarta
bağlı olarak burada bulunduğu [yani bunların kısa dönemli
sözleşmeyle çalışan, kendilerine hiçbir şey vaadedilmeyen
kimseler olduğu] anlayışını bütünüyle yerleştirmek
zorundayız. Artık işler'in yerini projeler' ve çalışma
alanları' alıyor ve bu, gün geçtikçe belli bir işi olmayan
ama çalışacak bir şeyi olan' bir toplumun ortaya çıkmasına yol açıyor."
İnsanlar kapitalizmin başlangıcından bu yana makinaların insan emeğinin
yerini alması konusunda kaygıya kapılmışlardır. Evet, makinalar
işçilerin yerini alır-ancak istihdam yine de genişlemeye devam
eder. Amerika Birleşik Devletlerinde son 60 yılda istihdam dört
kat arttı. Avrupa ile Afrika dışında dünyanın çoğu bölgesinde
istihdam artıyor. İş talebi sistemin iş sağlama gücünü her
zaman geride bırakmış olsa da, tarih boyunca kapitalizm sürekli
olarak yeni insanları ücretli emek sistemine çekmiştir.
Rifkin'in iddiasına göre bu kez durum farklıdır, çünkü işinden kovulan
imalat işçilerinin yanısıra milyonlarca yeni (çoğunluğu kadın)
işçiyi bünyesine katmış olan hizmet sektörü artık otomasyona
geçiyor ve iş sayısının azalması gündeme geliyor. Bu
üretkenlik büyümesi standart ölçülerle gözlenemiyor. Kuşkusuz
ABD imalat sanayiinde güçlü bir üretkenlik artışı meydana
geldi; ama, hizmet sektöründe böyle bir gelişme görülmedi. Son
üç yılda imalat sanayiinde çalışılan her saat başına verim
yüzde 11 arttı, ama bütün özel sektör dikkate alındığında,
bu artış yüzde 1'le sınırlı kaldı-ortalamayı aşağıya
çeken şey hizmet sektöründeki berbat performans oldu.9 Şaşırtıcı
bir şekilde son kırk yılın büyük kısmında -teorik ve pratik
açıdan karmakarışık ama gazetecilik açısından uygun bir
kavramı kullanacak olursak- birim sermaye başına verim düşmeye
devam ediyor ve siberbüyümenin meydana geldiği son yıllarda da bu
eğilim tersine dönmedi.
Marks'ın Öngörüleri
Evet, makineleşme daha az sayıda işçinin daha fazla ürün üretmesine
imkân verir. Herkesin tartışmasız katılacağı bu saptamadan peygamberce vahiyler savurma konumuna geçişini kolaylaştırmak
için Rifkin, Marks'ın (Grundrisse'de dile getirdiği) "otomatik bir makine sisteminin" canlı işçinin yerini aldığı "emeğin
son... dönüşümü"ne ilişkin öngörüsünü aktarıyor. Rifkin, bu alıntıyı kuşatan pasajdan pek birşey öğrenmemiş
görünüyor. Marks'a göre makine işçileri bağımlı kılar, onları doğrudan üretici durumundan çıkarıp makinenin gözcüsü
ve ayarcısı durumuna sokar. Teknolojik üretimin ardındaki sosyal bilgi ve koordinasyon çok daha rahat ve insani bir hayat tarzını
mümkün kılabilecekken, para biriktirmek için kullanılır. Ancak, makineler insan işçileri lüzumsuz kılmazlar. Aksine, Marks'ın
dediği gibi "makinalar kendilerini harekete geçirecek ve çalışır durumda tutacak işçi kitlelerini gerektirirler".10
Rifkin'in peygamberce kehanetlerini çürütmek için Marks'a başvurmak
garip görünebilir, ama bu kez de Artıdeğer Teorileri'nden alınmış güçlü bir pasaj sunalım. Marks, temel sanayinin yüksek
derecede makineleştiği ve bütün işçilerin yalnızca üçte birinin doğrudan üretimle uğraştığı bir günün geleceğini
öngörüyordu.
"[Üretken
olmayan] nüfusun üçte ikisi kısmen kâr ve rant sahiplerinden,
kısmen de (rekabet nedeniyle yine düşük ücret ödenen) üretken
olmayan emekçilerden oluşur. Üretken olmayan emekçiler, kâr ve
rant sahiplerine gelirlerini tüketmekte yardımcı olurlar ve
karşılık olarak onlara eşdeğer bir hizmet sunarlar veya üretken
olmayan siyasal emekçiler gibi bu hizmetleri onlara dayatırlar.
Uşak, asker, denizci, polis, küçük memur ve benzerleri, mürebbiye, seyis, palyaço ve hokkabaz sürüsünü bir yana
bırakacak olursak, bu üretken olmayan emekçilerin genel olarak üretken olmayan işçilerin eski kültür seviyesinden daha yüksek
bir kültür seviyesine sahip olacakları ve özellikle düşük ücretli sanatçı, müzisyen, avukat, doktor, bilgin, öğretmen,
mucit ve benzerlerinin sayısının da artacağı tahmin edilebilir."11
Günümüzde düşük ücretli avukat ve doktorlara rastlamak zordur ve anılan
bazı mesleki kategorilerin de eskidiği söylenebilir; ama, 19. yüzyılın ortasında danışma görevlileri ve ev
hastabakıcılarıyla dolu bir dünyayı kim hayal edebilirdi? Sözü edilen "kültür seviyesi" de kimilerince problemli bulunabilir.
Ama çizilen genel çerçeve çok tanıdık geliyor: Temel üretim gitgide daha az işçi istihdam ediyor, buna karşılık düşük
ücretli hizmet işleri gitgide artıyor. Bugün hepimiz gündelikçi işçi durumundayız -peki ama bunun neresi yeni?
[Monthly Review dergisinin Eylül 1996 tarihli 4. sayısından çevrilmiştir]
NOTLAR
1.
John Maynard Keynes, The Economic Consequences of the Peace [Barışın Ekonomik Sonuçları] (New York: Penguin Books, 1988), s. 11.
2. Richard Cantor ve Frank Packer, "Egemen Devlet Kredi Değerleri"
Current Issues in Economics and Finance 1 (New York Federal Merkez Bankası), Haziran 1995.
3. The Economist, "Kirlilik ve Yoksullar", 15 Şubat 1992, s. 18 ve
"Bırakın Kirlilik Yesinler", 8 Şubat 1992, s. 66; Doug Henwood, "Toksik Bankacılık", The Nation 254 (2 Mart 1992), s.
257.
4.
Obie G. Whichard ve Jeffrey H. Lowe, "ABD Cari Hesabının Mülkiyet Temelinde Ayrıştırılması", Survey of Current Business 75 (Ekim
1995), s. 52, 73.
5.
Andrew Ross, editör, Universal Abandon? The Politics of Postmodernism [Evrensel Terk Mi? Postmodernizmin Politikası]
(Minneapolis: University of Minnesota Press, 1988), s. xıv-xv, aktaran David Hawkes, Ideology [İdeoloji] (Londra ve New York:
Routledge, 1996), s. 8.
6.
Borç servisi yükü Federal Merkez Bankası elemanlarının yayımlanmamış, gayri resmi tahminlerinden alınmıştır. Gelirin
yüzdesi olarak borç rakamları Federal Merkez Bankasının Flow of
Funds [Fon Akışı] hesaplarından alınmıştır. Mart 1996 disket çıkışı.
7. Bana bu bilgileri sağlayan Dan Lazare'a teşekkür ederim.
8. Jeremy Rifkin, The End of Work [İşin Sonu] (New York: G.P. Putnam's
Sons, 1995).
9. Çalışma İstatistikleri Bürosunun BLS web sitesi,
http://www.bls.gov'da dağıtılan çokfaktörlü üretkenlik
verilerinden hesaplanmıştır.
10. Karl Marks, Grundrisse (New York: Penguin, 1973), s. 690.
11. Karl Marks, Theories of Surplus Value [Artıdeğer Teorileri] (Moscow: Progress Publishers, 1963).