Çev. Ahmet Erhanlı
Bu makale Monthly Review
dergisinin Aralık 1967 tarihli sayısından alınmıştır. Makale,
ABD işçi hareketinin yaklaşık otuz yıllık gerileme ve suskunluk
döneminden sonra yeniden canlanışına adanmıştır. Leo Huberman
Monthly Review dergisinin kurucularından, işçi eğitiminin yılmaz
savunucularından ve uygulayıcılarından birisi idi.
Editörler
1930'ların sonuna doğru
sendikalılara yönelik bir eğitim kursunda bulunuyordum. Gün boyu
işte çalıştıktan sonra akşamları yapılan bir kursa
kaydolmaları bu işçilerin öğrenme isteğinin kanıtıydı.
Öğretmenin verdiği dersler de onun konusuna çok iyi çalıştığının
göstergesiydi. Ancak, öğrencilerdeki bu istek ile öğretmenin
konuyu kavrayışının bileşimi her zaman öğrenmeyle
sonuçlanmıyordu. Bunu da daha ders saati bitmeden sınıfın büyük
bir çoğunluğunun uyumaya başlamasından ve katılımcıların
sayısındaki düşüşten anlamak mümkündü. İkinci derse
öğrencilerin yalnızca yarısı gelirken, üçüncü derste ise
kayıtlı öğrencilerin dörtte birinden daha azı hazır
bulunuyordu.
Bu durum Amerika'da
verilen sendika eğitimlerinin çoğunda gözleniyordu. Eğitim
müdürünün sendikal eğitim kursları için gereken küçük bir
meblağın halledilmesi konusunda üsteleleyip durmasından bıkan
sendika yetkilileri, sonunda gönülsüzce para ayırmayı kabul
ederlerdi. Sınıflar oluşturulur, dersler başlar, iş fiyaskoyla
sonuçlanınca da, yetkililer zafer kazanmış gibi açıklama
yaparlardı, "Gördünüz mü, işçiler birşey öğrenmek
istemiyor işte." Yaşadığı başarısız deneyden üzgün olan
öğretmen de bunu onaylardı. Halbuki yetkililerin ve öğretmenin
çıkarttığı sonuç tamamen yanlıştır: burada öğrenmeyi
istemeyen işçiler değil -zaten bu durumla nadiren karşılarız-
sorun, öğretmenin nasıl öğreteceğini bilmemesidir.
Bu deneyim sadece sendikal
eğitim sınıflarına özgü değildir. Aynı durumla radikal
gruplara verilen eğitimlerde de karşılaşırız. Gelişmemiş
ülkelerdeki devrim ateşinin yeni sınıfları heyecanlı işçi ve
köylülerle doldurduğu yerlerde, zayıf öğretim tekniği yüzünden
sınıfların dolduğu kadar hızla boşaldığını görürüz.
Aslında böylesi bir
durum kader değildir. Önceki eğitimleri ne kadar zayıf olursa
olsun, işçiler ve köylüler derslere devam ederler ve eğer
konular iyi bir şekilde öğretilirse de, öğrenirler.
İyi Öğretmek
İyi öğretmek ne
demektir? Sendikal eğitim sınıflarında ders veren öğretmenin
yaptığı yanlış nedir? Öğrencilerden birisi parmağını
kaldırana ve bir soru sorana kadar bu öğretmen yaklaşık on
dakika konuşmuştur. Kalkan parmağı görünce kendisini
dinleyenlerden birinin düşünmesini sağladığını anlayıp
neşelenmesi ve kendisine soru soran kişiyi kucaklaması gereken
öğretmenin, bu durumdan canı sıkılmıştır. Kendisinin dikkatle
planladığı ve hiç ara vermeden düzgün biçimde anlattığı
dersi kesilmiştir. Soruyu soranı "bu konuya daha sonra geleceğim"
diyerek bir kenara bırakmıştır.
Öğretmenin yaptığı
yanlış, öğrencilerle ilgilenmesi gerekirken dikkatini yalnızca
anlatacağı konuya vermesidir. O iyi bir öğretmen gibi değil,
sıradan bir öğretmen gibi davranmıştır. Sıradan bir öğretmen
konu öğretirken, iyi bir öğretmen insan eğitir. Aradaki fark çok
can alıcı bir farktır.
Aslında, sınıfların
çok büyük olduğu ve eğitimcinin normalde tek tek kişisel
özelliklerini bilmediği birçok insanın önünde ders verdiği
durumlarda, iyi öğretim, kelime anlamıyla, çok verimli olmaz. Bu
noktada, eğer eğitimci konusuna hakim olur ve bu konuyu mümkün
olan en canlı biçimde sunabilirse kendi işini iyi yapmış
sayılır. Ama, sendika eğitimi için oluşturulan sınıfların
mevcudu yalnızca 17'dir (azami sınır 25 kişi) ve öğretmen
için bu sayıdaki öğrenciyi kişisel olarak tanımak, onların
değişik bilgi düzeylerini anlamak hem kolaydır hem de iyi bir
öğretim yapmak mümkündür.
Mümkündür çünkü
öğretmen kendi derslerini öğrencilerin bilgi düzeylerine ve
deneyimlerine göre ayarlayabilir ve hünerli bir şekilde sorular
sorarak onların da öğrenim sürecine katılmalarını
sağlayabilir. Anlatılmak istenen konu bir amaç değildir; konu,
öğrencilerin düşünmesini sağlayacak, onların dünyayı ve bu
dünyadaki kendi yerlerini anlamalarını sağlayacak malzemeleri
vermeye yarayan bir araçtır. Öğrenciler eğitim odasında
bilgilerle donanmış olarak yeniden doğarlar; öğrenciler kendi
tecrübelerini konu alan iyi bir sınıf içi tartışmadan,
görünmeyen güçleri kavrayabildikleri ve sorunlara karşı
analitik yaklaşımda bulunabilecekleri yeteneklerle donanmış
olarak çıkarlar.
Sözünü ettiğimiz bu
sendikal eğitim dersinin ilk konusu "kapitalist sisteme giriş"ti.
Yukarıda söylediğim gibi, öğretmen feodalizmle başlayan,
kapitalizme geçişle devam eden, Karl Marks'ın sözlerinden, işçi
sınıfının sömürülmesinden, kısacası herşeyden söz eden çok
parlak bir dersi anlatmaya başladı. Ama o bunları öğretmiyor,
sadece aktarıyordu. Öğretmen işçi sınıfına sınıfın hayat
tecrübelerini sözle anlatıyordu. Oysa bu tecrübelerden yola
çıkarak öğrencilerinin yapmasını istediği çözümlemeyi
onlara yaptırabilmeliydi.
Örnek Bir Ders
Aşağıda, işçiler için
oluşturulan bir yaz okulunda bir grup sendikalıya verilen aynı
dersin özetini başlıklar halinde sunuyorum. Bu sınıfa devam
edenler arasında hiç kimsenin uyumadığını, sınıfta yapılan
canlı tartışmaların hem öğretmen hem de öğrenciler tarafından
zevkle takip edildiğini, öğrencilerin okula gelmeye çok istekli
olduğunu ve yapılan sınavlar sonucunda da öğrencilerin
kendilerine öğretilen konuları çok iyi öğrendiklerinin
anlaşıldığını da belirtmeliyim.
Sınıfta verilen dersler
kasete alınmamıştır; bu nedenle aşağıda verilen soru ve
cevapların bütünün içindeki parçalardan ibaret olduğunu ve
yalnızca yaklaşımı göstermek, tartışmaların havasını
yansıtmak, tekniği netleştirmek için aktarıldığını
unutmayınız.
Sorular ve Cevaplar
Nerede çalışıyorsunuz?
*Öğrenciler çalıştıkları şirketlerin adını verirler. (Bu
soru öğretmenin öğrencilerini tanımasına yarayacağı gibi,
öğrencilerin daha ilk derste birbirlerini tanımalarına da yardım
eder).
Niye çalışıyorsunuz?
*Yaşamak için çalışmak zorundayım. *Çalışmazsam karnımı
doyuramam. *Bir işim olmazsa her hafta kirayı nasıl ödeyeceğim.
Fabrikanın sahibi sizinle
birlikte çalışıyor mu? *(Gülüşmeler) İşte bu iyi olurdu.
*Ben onu hiç görmedim. *Benim çalıştığım işyeri büyük bir
şirkete aittir.
Şirket hissedarlarının
sizin işyerinde çalıştığını hiç gördünüz mü? *Yok, onlar
orada çalışmazlar. *Tabii ki görmedim.
Ama hepiniz yaşamak için
çalışmak mecburiyetinde olduğunuzu kabul ediyorsunuz; şimdi de
kimilerinin hiç çalışmadan yaşayabildiğini söylüyorsunuz.
Peki bu nasıl oluyor? *Onlar çalışmak zorunda değiller, çünkü
fabrikanın sahibi onlar. *Yaptıkları işten kâr elde ediyorlar.
O zaman, bizim
toplumumuzda iki grup insan var demektir. Birisi, sizin dahil
olduğunuz gruptur ve yaşamak için .......*Çalışmak zorundadır.
İşvereninizin dahil olduğu diğer grup ise nasıl yaşar? *Sahip
olarak.
(Öğretmen tahtaya yazar)
2 grup
İşçiler - çalışarak
yaşarlar
İşverenler - sahip
olarak yaşarlar
Her zaman çalışmak
zorunda mıydınız? *Evet. *Bir keresinde beş ay işten
ayrılmıştım. *Benim fabrikam kriz döneminde bir yıldan uzun
süre kapanmıştı.
Mary fabrikasının bir
yıldan uzun süre kapalı kaldığını söyledi. Ama biliyorsunuz
kendisi bir dokuma tezgâhında çalışıyordu. İnsanların onun
tezgâhının dokuduğu giysilere ihtiyacı olmadı mı? Gelelim
Henry'nin buzdolabı fabrikasına, Henry bu fabrikanın beş aydan
uzun süre kapalı kaldığını söyledi; insanlar artık buzdolabı
almak istemiyorlar mıydı? *Elbette insanların giysilere ihtiyacı
vardı ama paraları kalmadığı için alamıyorlardı, bu yüzden
de patron tezgâhları durdurdu. *Henry'nin patronu buzdolaplarını
satamayınca fabrikayı kapattı. *Onun yerinde olsaydım ben de
aynısını yapardım. Ya bir işten kâr edersin, ya da o işi
bırakırsın.
Yani, insanlar giysiye
ihtiyaçları olduğu ve buzdolabı almak istedikleri halde, işveren
kâr etmediği için fabrikayı kapatır mı diyorsunuz? *Evet, o işi
para kazanmak için yapıyor. *Eğer para kazanmazsa, işyerini
kapatır. *İyi ya da kötü bir adam olması farketmez, eğer para
kazanmazsa işyerini kapatır.
O zaman, bizim üretim
sistemimizde mallar kâr olduğu müddetçe üretilir demek mi
istiyorsunuz? *Çok doğru. *Eğer kâr yoksa, üretim de yoktur.
Bu her zaman doğru muydu?
*Sanırım öyle. *Hayır, bir zamanlar insanlar bir şeye
ihtiyaçları olduğu vakit o şeyi kendileri yapıyorlardı.
Peki niye şimdi de
kendileri için giysiler, buzdolapları, çamaşır makineleri
yapmıyorlar? *Paraları olmadığı için. *Günümüzde insanların
istediği şeyleri yapmak için fabrikalarınızın, ham maddenizin
ve pahalı makinelerinizin olması gerekir.
Haydi şimdiye kadar
tartıştıklarımızı özetleyelim. Bizim üretim sistemimizde 2
grup insan olduğunu söylüyorsunuz (öğretmen tahtayı işaret
eder):
İşçiler - çalışarak
yaşarlar
İşverenler - sahip
olarak yaşarlar
İşverenler sahip olarak
yaşarlar (öğretmen tahtaya yazar)
İşverenler şunlara
sahiptir:
fabrikalar
ekipman, makine -
üretim araçları
hammaddeler
Toplumumuzda işverenler
bir mal üretmek için gereken şeylere sahiptir. Bu üretim
sistemine (öğretmen tahtaya yazar)
KAPİTALİZM denir
Amaç - mallar, gerektiği
için değil, kâr etmek için üretilir
Şimdi devam edelim.
Üretim araçlarının sahipleri, işverenler, kapitalist olarak da
adlandırılır. Hangi grubun, işçilerin mi işverenlerin mi daha
fazla gücü vardır? Niçin? *Patronların gücü daha fazladır,
çünkü onların daha fazla parası vardır. *Patronların daha
fazla gücü vardır çünkü eğer sana iş vermezlerse faturalarını
ödeyemezsin. *Patronların daha fazla gücü vardır çünkü sen
çalışmazsan aç kalırsın ama onlar çalışmasa da yaşamalarına
yetecek paraları vardır.
Onların daha güçlü
olmasını ne sağlar? *Onlar üretim araçlarına sahiptir.
Hangi grubun iktidar
üzerinde daha fazla etkisi vardır? Bu soruyu uzun zaman önce
yazılmış bir kitaptan okuyarak cevaplamama izin verin: "Gerçekler
şunu gösteriyor: görece çok az sayıda insan bu ülkenin
hammaddelerini kontrol ediyor, görece çok az sayıda insan su
enerjisini kontrol ediyor... aynı sayıda insan demiryollarının
büyük bir bölümünü kontrol ediyor; kendi aralarında
imzaladıkları anlaşmalar sayesinde bunlar fiyatları kontrol
ediyor ve aynı grup insan ülke kredilerinin büyük bir bölümünü
kontrol ediyor... Amerika Birleşik Devletleri'nin efendileri,
Amerika Birleşik Devletleri'nin birleşmiş kapitalistleri ile
üreticileridir."
Bu satırları yazan kişi
bunları bilebilecek bir konumdaydı. Bunları yazdığı zaman
kendisi ABD başkanıydı. Adı da Woodrow Wilson'dur.
Gelecek dersimizde işçi
sınıfının kendisini kapitalist sınıfın gücünden korumak
üzere neler yapabileceğini tartışacağız.
Bir tartışmanın
amaçsızca oraya ya da buraya çekilebilecek konuşmalardan ibaret
olmadığını bu ders yeterince göstermiştir.
Püf Noktaları
İyi bir eğitimci tıpkı
iyi bir öğretmen gibi anlatacağı konuyu çok iyi bilmek
zorundadır, elindeki malzemeye çok hakim olmalıdır ama, buna ek
olarak, anlatacağı konuyu öğrencilerin tecrübelerinden yola
çıkarak nasıl en iyi şekilde sunabileceği hakkında da kafa
yormalıdır. Mutlaka bir ders planı yapmalıdır. Bu söylediğimden,
öğretmenin, anlattığı konuya öğrencilerin verdiği cevaplardan
yola çıkarak hızla şu ya da bu ilginç konuya eğilmesini
engelleyecek kadar yaptığı plana saplanıp kalması anlamı
çıkarılmamalıdır. Ama bu durum, öğretmenin planladığı işini
yapmayacağı anlamına da kesinlikle gelmemelidir. Dersin bir
başlangıcı, gelişmesi ve sonucu olmalıdır. Öğretmen
tartışmalar başlamadan önce değineceği konuları mutlaka
bilmeli ve bunlara mutlaka değinmelidir.
Hatırlanması gereken
kilit noktalardan biri, tartışmanın hiçbir zaman öğretmen ile
öğrencilerden biri arasında diyalog haline dönüşmesine ve
böylece diğer öğrencilerin özel olarak kendilerine bir soru
sorulmadıkça anlatılanları dinlemelerine gerek olmadığı
duygusunu taşımalarına izin vermemektir. Öğrenciler öğretmenin
sorduğu soruları olduğu kadar diğer öğrencilerin verdiği
cevapları da dinlemelidir. Öğrencilerin sürekli katılımını
sağlayabilecek çeşitli teknikler vardır. "Philip, John'un
söylediklerine katılıyor musun? Hayır mı? O zaman sen bu soruyu
nasıl cevaplardın?"
Bu bağlamda iyi bir
öğretmen hiçbir zaman öğrencileri sırayla kaldırmaz. İlk
sorunun öğrenci A'ya, ikincisinin öğrenci B'ye ve sonrakinin
öğrenci C'ye sorulması durumunda öğrenci Z'nin dersle
ilgilenmesine hiç gerek kalmaz, çünkü öğrenci Z, derse ne zaman
katılacağını kesin olarak bilir; kendisinin derse katılacağı
ana kadar tartışmalar kendisi için ilgi çekici olmaktan çıkar.
Öğrencileri sırayla
derse kaldırmamayı gerektiren çok daha önemli bir neden vardır.
İyi bir öğretmen anlattığı konudan çok eğitim verdiği
insanlarla ilgilenir. İyi bir öğretmen öğrencilerinin düşünmeyi
öğrenmelerini ister. Eğer dikkatli olur ve işini iyi yaparsa,
öğrencilerin tümü tartışma bitmeden önce tartışmaya katılmış
olur ve öğretmen de öğrencilerinin bilgi düzeylerini ve
kapasitelerini öğrenir. Bu şekilde öğrencilerini tanır ve
ardından da sorularını onların değişik yeteneklerine uygun
olarak sorar. En kolay sorular en az yetenekli öğrencilere
sorulmalıdır: öğrencilerin başarı duygusunu hissetmeleri çok
önemlidir. Daha zor ve karmaşık sorular ise parlak öğrencilere
sorulmalıdır -bu öğrencilerin bilgi düzeylerini zorlayıcı
sorular sorulmalıdır, aksi takdirde derse olan ilgilerini
kaybederler.
Öğrenmenin Üç Yolu
İyi bir öğretmen hiçbir
zaman tahtayı kullanmadan ders anlatmaz. Tahtaya yazdığı önemli
noktaların öğrenciler tarafından bir deftere yazılmasını veya
öğrencilerin tercih edecekleri herhangi bir şekilde kaydedilmesini
istemelidir. Tahtanın ve defterin kullanılmasını gerektiren iyi
bir neden vardır: Kimi insanlar duyarak öğrenirler, kimi insanlar
görerek öğrenirler, kimi insanlar ise yalnızca kaslarını
kullanarak öğrenirler ve hemen herkes en iyi şekilde bu üçünün
birarada kullanılmasıyla öğrenir. Bu şekilde, sınıfta yapılan
tartışmalar duyarak öğrenenlere yönelik olur; temel noktaların
tahtaya yazılması, görerek öğrenenlere yardımcı olur ve
notların deftere yazılması bu konuların eve götürülmesini ve
dolayısıyla kaslarını kullanarak öğrenenlerin de öğrenmesini
sağlar.
Derste anlatılan temel
noktaların bir deftere yazılması öğrencilerin bu dersleri tekrar
gözden geçirmelerine yarayacağı gibi, parlak ve yetenekli
öğrencilerin de ihtiyaç olması durumunda bunları başkalarına
öğretebilmelerini sağlar. İşçiler için, radikal hareketlere
yeni katılanlar için ve azgelişmiş ülkelerdeki köylüler için
böyle bir ihtiyacın zaten olduğu, yeni yeni kursların açılması
gerektiği ortadadır.
[Monthly Review, cilt 49,
sayı 1, Mayıs 1997'den çevrilmiştir]