Çev. Ali Vuslat
Bütün beylik düşüncelere
ters düşen kışkırtıcı bir iddiayla söze başlamak istiyorum.
İddiam şudur: Şu anda içinde bulunduğumuz bu tarihsel moment,
Marks'ı tekrar gündeme getirmek için en kötü değil en iyi, en
elverişsiz değil en uygun momenttir. Daha da öteye gidip bu
momentin Marks'ın ilk kez -Marks'ın bizzat yaşadığı dönem
de dahil- tam layık olduğu şekilde değerlendirilebileceği ve
değerlendirilmesi gereken bir moment olduğunu iddia edeceğim.
Kapitalizmin Evrenselliği
Bu iddiamın bir tek yalın
nedeni var: Kapitalizmin tarihte ilk kez gerçekten evrensel bir
sistem haline geldiği bir momentte bulunuyoruz. Sözünü ettiğim
evrensellik, kapitalizmin küreselleşmiş olması, bugünkü dünyada
neredeyse her ekonomik aktörün kapitalizmin mantığına göre
hareket ediyor olması, hatta kapitalist ekonominin en dış
çeperlerinde bulunan ekonomik aktörlerin bile şu ya da bu şekilde
kapitalizmin mantığına tabi olması anlamında bir evrensellikle
sınırlı değil. Kapitalizm, artık, mantığının -birikim,
metalaşma, kârın azamileştirilmesi, rekabet mantığı- yirmi
otuz yıl öncesi gibi yakın bir tarihte ileri denilen kapitalist
ülkelerde bile görülmemiş bir şekilde insan yaşamının
neredeyse her yanına ve bizzat doğaya nüfuz etmiş olması
anlamında da evrenseldir. Öyleyse Marks her zamankinden daha
önemlidir çünkü kapitalizmin sistemsel mantığını açıklamayı
bir ömür vererek herkesten çok başarmış kişi odur.
Kapitalizmin Özgüllüğü
Komünist Manifesto'da
Marks ve Engels'in deyişiyle bütün Çin sedlerini yerle bir
ederek dünyanın dört bir yanına yayılan kapitalizm
betimlemesiyle çarpıcı bir kehanet yer alır. Ancak Marks,
Kapital'i yazdığı sırada çok özel ve o an için yerel bir
olgu olan kapitalizmin özgüllüğünü -haklı olarak-
vurgulamıştı. Kuşkusuz bunu vurgularken kapitalizmin uluslararası
piyasa, sömürgecilik ve benzerleri aracılığıyla zaten küresel
etkiler yaratmış olduğu gerçeğini reddetmek gibi bir amaç
taşımıyordu. Ama sistemin kendisi evrensel olmaktan çok uzaktı.
Kaçınılmaz olarak yayılacaktı, ancak o an için çok yereldi. Bu
yerellik sadece Avrupa ve Kuzey Amerika'yla sınırlı olmak
anlamından öte, en azından olgun, endüstriyel biçimiyle
özellikle bir ülkeye, İngiltere'ye özgü olma anlamında bir
yerellikti. Hatta Marks Almanlara kendilerinin de günün birinde
İngilterenin izinden gideceklerini anlatmak gereğini duymuştu.
Onları de te fabula narratur [anlatılan senin hikâyendir] diye
uyarmıştı. Anlatılanın sadece İngiltere'ye ilişkin bir
hikâye olduğunu düşünebilirsiniz, ama farkında olsanız da
olmasanız da bu hikâye aynı zamanda sizin de hikâyenizdir.
Öyleyse Marks'ın
Kapital'inin ayırt edici niteliği şu yalın gerçekten
kaynaklanır: Marks'ın Kapital'i sanki kapalı bir sistemmiş
gibi tek bir kapitalist sistemi ve bu sistemin iç mantığını
inceler. Bu konuya ve paradoks gibi görünse de, Marks'ın
tahlilinin yerel niteliğinin kapitalizm böylesine evrensel olduğu
halde ya da daha doğru bir deyişle, böylesine evrensel olduğu
için şimdiki durumumuza niçin daha az değil çok daha fazla ışık
tuttuğu konusuna birazdan döneceğim. Ama önce marksizmin
Marks'tan sonraki gelişimi konusunda, ayrıca da, sonradan ortaya
çıkan sol anti-marksizmlerin yeni biçimleri konusunda birkaç şey
söylemek istiyorum.
20. Yüzyıl Marksizmi
Ortaya koymak istediğim
ana tezim şudur: 20. yüzyılda marksizmde meydana gelen neredeyse
her belli başlı gelişme kapitalizme ilişkin olmaktan çok
kapitalist olmayan şeylere ilişkin olmuştur. (ne demek istediğimi
bir saniye içinde anlatacağım.) Bu söylediğim 20. yüzyılın
özellikle birinci yarısı için geçerlidir, ama, sözünü ettiğim
eğilimin marksizmi o günden bu yana da etkilediğini iddia
edebilirim. Şunu söylemek istiyorum: Belli başlı marksist
teoriler tıpkı Marks'ın yaptığı gibi, kapitalizmin
evrensellikten uzak olduğu önermesinden yola çıkmıştır; ancak,
Marks en olgun örnekten yola çıkar ve bu örnekten kapitalizmin
sistemsel mantığını çıkarırken, Marks'ın önde gelen
izleyicileri, deyim yerindeyse, öbür uçtan yola çıktılar. Onlar
esas olarak -çok somut tarihsel ve siyasal nedenlerle- genellikle
kapitalist olmayan koşullarla ilgilendiler. Çok daha temel bir
ayrım da sözkonusuydu: kapitalizmin küresel yayılması veya bu
yayılmanın olası sınırları konusunda ne düşünmüş olursa
olsun, Marks'ın asıl ilgilendiği konu bu değildi. Marks, esas
olarak sistemin iç mantığıyla ve kendisini bütünselleştirmeye,
yerleştiği her yerde hayatın her yanına nüfuz etmeye yönelik
özgül gücüyle ilgileniyordu. Sonraki marksistler daha az gelişmiş
kapitalizmlerle uğraşmanın yanısıra, genellikle, kapitalizmin,
olgunlaşmadan önce veya mutlaka evrensel ve bütünsel hale
gelmeden önce ortadan kalkacağı önermesinden yola çıkıyorlardı;
ve onların ilgilendiği asıl konu büyük ölçüde kapitalist
olmayan bir dünyada nasıl yol alınacağıydı.
Emperyalizm Teorileri
20. yüzyılda marksist
teorideki büyük dönüm noktalarını bir düşünün. Örneğin
belli başlı devrim teorileri kapitalizmin zar zor var olduğu veya
az gelişmiş kaldığı ve gelişmiş bir proletaryanın
bulunmadığı, devrimin azınlıktaki işçilerle özellikle
kapitalizm öncesi köylü kitlesi arasında kurulacak ittifaklara
dayanmak zorunda olduğu ortamlarda oluşturulmuştu. Klasik marksist
emperyalizm teorileri daha da çarpıcıdır. Aslında, 20. yüzyılın
başlangıcında emperyalizm teorisi neredeyse kapitalizm teorisinin
yerine geçmiş veya kapitalizm teorisi haline gelmiştir. Bir başka
deyişle, kapitalizmin dışsal ilişkileri diyebileceğimiz olgular,
kapitalizmin kapitalizm-olmayanla etkileşimi ve kapitalist olmayan
dünyaya ilişkin olarak kapitalist devletler arasındaki
etkileşimler marksist ekonomik teorinin konusu haline geldi.
Klasik marksist
emperyalizm teorisyenleri arasındaki köklü anlaşmazlıklara
rağmen, bu teorisyenlerin hepsi şu temel önermeyi paylaşıyorlardı:
emperyalizm, tamamen veya hatta esas olarak kapitalist olmayan -ve
asla olmayacak- bir dünyada kapitalizmin konumuna ilişkin bir
olgudur. Örneğin emperyalizmin "kapitalizmin en yüksek
aşaması"nı temsil ettiğine dair temel Leninist düşünceyi ele
alalım. Bu tanımın altında yatan varsayım, kapitalizmin,
uluslararası çatışmaların ve askeri cepheleşmelerin temel
ekseninin emperyalist ülkeler arasında meydana geleceği bir
aşamaya ulaştığı varsayımıydı. Ama bu rekabet, tanımı
gereği, dünyanın, yani esas olarak kapitalist olmayan dünyanın
bölüşümü ve yeniden bölüşümü üzerinde yürütülen bir
rekabetti. Kapitalizm (eşit olmayan hızlarda) yayıldıkça belli
başlı emperyalist güçler arasındaki rekabet daha da
keskinleşecekti. Aynı zamanda, bu güçlere karşı direniş de
gitgide artacaktı. Meselenin özü -ve emperyalizmin kapitalizmin en
yüksek aşaması olmasının nedeni- emperyalizmin son aşama
olmasıydı, bu da emperyalizmin kapitalist-olmayan kurbanları
kapitalizm tarafından nihai olarak ve bütünüyle yutulmadan önce
kapitalizmin sona ereceği anlamına geliyordu.
Rosa Lüksemburg'un
Yaklaşımı
Bu nokta en açık biçimde
Rosa Lüksemburg tarafından savunulmuştur. Rosa Luksemburg'un
ekonomi politik alanındaki klasik eseri olan Sermaye Birikimi'nin
özü bizzat Marks'ın yaklaşımına bir alternatif getirmektir.
Bu eser tamamen Marks'ın kapitalizmi kapalı bir sistem olarak
tahliline karşı bir alternatif olarak düşünülmüştür. Rosa
Luksemburg'un uslamlamasına göre kapitalist sistem kapitalist
olmayan formasyonlarda bir çıkışa gereksinim duyar; kapitalizmin
kaçınılmaz olarak militarizm ve emperyalizm anlamına gelmesinin
nedeni de budur. Düpedüz toprak fethiyle başlayan çeşitli
aşamalardan geçen kapitalist militarizm artık "son" aşamasına
ulaşmış, "kapitalist olmayan uygarlık alanları uğruna
kapitalist ülkeler arasındaki rekabet mücadelesinde bir silah"
haline gelmiştir. Ancak, Rosa Luksemburg'a göre kapitalizmin
temel çelişkilerinden birisi şuydu: "Kapitalizm evrenselliğe
ulaşma gayreti içinde olsa da, daha doğrusu, tam da bu eğiliminden
dolayı çökmeye mahkumdur: çünkü kapitalizm evrensel bir üretim
biçimi olma yeteneğinden içsel olarak yoksundur." Kapitalizm
bütün dünyayı yutma eğilimi gösteren ilk ekonomi tarzı olduğu
gibi kendi başına var olamayan ilk ekonomi tarzıdır da. Çünkü
kapitalizm "gelişme ortamı olarak öbür ekonomik sistemlere
muhtaçtır" 1. Yani bu emperyalizm teorilerinde kapitalizm tanımı
gereği kapitalist olmayan bir çevreyi varsayar. Aslında kapitalizm
varlığını sürdürmek için yalnızca bu kapitalist olmayan
formasyonların varlığına değil, "ekonomi dışı" zor,
askeri ve jeopolitik baskı gibi esas olarak kapitalizm öncesi
araçlara ve sömürge savaşı ile toprak genişlemesi gibi
geleneksel yöntemlere dayanır.
Troçki, Gramsci ve Mao
Marksist teorinin öbür
alanlarında da aynı durumu görüyoruz. Troçki'nin birleşik ve
eşitsiz gelişim kavramı ve bunun sonucu olan sürekli devrim
teorisi muhtemelen kapitalist sistemin evrenselleşmesinin
kapitalizmin çöküşüyle kısa devreye uğratılacağı anlamına
gelir. Gramsci yazılarını yaygın bir kapitalizm öncesi köylü
kültürüne sahip az gelişmiş bir kapitalizm bağlamında
yazdığının gayet bilincindeydi. Ve bu bilinç Gramsci'nin
ideoloji ve kültür ile aydınlara verdiği önemle çok yakından
ilişkiliydi, çünkü sınıf mücadelesini maddi sınırlarının
ötesine taşımak için birşeylere ihtiyaç vardı, gelişmiş bir
kapitalizmin ve ileri bir proletaryanın oluşturduğu olgun maddi
koşulların yokluğu halinde bile sosyalist devrimi mümkün kılmak
için birşeylere ihtiyaç vardı. Başka bir şekilde de olsa, aynı
şey Mao için de doğrudur. İstenirse başka örnekler de
verilebilir.
Kod adı Küreselleşme
Olan Yeni Gerçeklik
Yani şunu söylemek
istiyorum: bütün bu kapitalizm teorilerine kapitalizm-olmayan veya
kapitalizm-öncesi nüfuz etmiştir. Tabii ki bütün bu marksist
teoriler çeşitli açılardan çok aydınlatıcıdırlar. Ama bir
açıdan hepsi yanlış çıkmış gibi görünüyor. Kapitalizm
evrensel hale gelmiştir. Hem yoğunluk hem yaygınlık bakımından
kendisini bütünselleştirmiştir. Bütün küreyi kaplamış ve
toplumsal yaşam ile doğanın bütün can damarlarına nüfuz
etmiştir. Yeri gelmişken söyleyeyim, bu, mutlaka ulus devletin
ortadan kalkması demek değildir. Rekabet mantığı kendisini
sadece kapitalist şirketlere değil ulusal ekonomilerin bütününe
dayattığı ve bu ulusal ekonomiler devletin yardımıyla
rekabetlerini eski "ekonomi dışı" ve askeri yöntemlerden çok
tamamen "ekonomik" biçimlerde yürüttüğü için bu gelişme
ulus devletlerin sadece yeni roller üstlenmesi anlamına gelebilir.
Şimdi emperyalizm bile yeni bir biçime bürünmüştür. Kimileri
buna "küreselleşme" demekten hoşlanıyor, ama aslında bu,
sadece, kapitalizmin mantığının aşağı yukarı evrensel hale
geldiği ve emperyalizmin amaçlarına eskisi kadar askeri
yayılmacılık yöntemleriyle değil, kapitalist piyasanın yıkıcı
dürtülerini harekete geçirerek ve güdümlendirerek ulaştığı
bir sistemin kod adıdır ve üstelik yanıltıcıdır. Her neyse,
kapitalizmin bu evrenselleşmesi sistemdeki kimi temel çelişmeleri
kuşkusuz ortaya sermişse de, kapitalizmin yakın bir gelecekte
çökeceğine dair bir işaretin görünmediğini de kabul etmek
zorundayız.
Teori Alanındaki
Gelişmeler
Peki bu yeni gerçekliğe
nasıl bir teorik karşılık verilmiştir? En baştan söyleyeyim:
bu noktada gerçek bir paradoks ortaya çıkmıştır. Kapitalizm
daha evrensel hale geldikçe insanlar klasik marksizmden ve onun
temel teorik ilgilerinden uzaklaşmışlardır. Bu söylediğim,
post-marksist teoriler ve bu teorilerin ardılları için kesinlikle
doğrudur, ama bana öyle geliyor ki, marksizmin daha yakın
biçimleri örneğin Frankfurt Okulu veya genel olarak Batı
Marksizmi geleneği için bile aynı şeyi öne sürebiliriz. Örneğin
adı geçen ekollerin kimisinde görülen, marksizmin geleneksel ilgi
alanı olan ekonomi politikten kültür ve felsefeye meşhur kayış,
kapitalizmin bütünselleştirici etkilerinin yaşamın ve kültürün
her alanına nüfuz ettiği ve ayrıca işçi sınıfının bu
kapitalist kültür içine bütünüyle emildiği inancıyla
bağlantılı gibi görünüyor. (Yeri gelmişken söyleyeyim, ben,
bu kayma için başka bir açıklama yapılabileceğini düşünüyorum;
bana göre bu kayma kapitalizmin evrenselleşmesiyle değil, aksine
kapitalizm öncesi formların Frankfurt Okulu mensupları gibi
düşünürlerin bilincine hâlâ hükmetmesiyle ilişkilidir. Ama
şimdi bu konuya girecek kadar vaktim yok ve üstelik bu konuda henüz
tutarlı bir açıklama yapabilecek durumda da değilim.) 2
Vurgulamak istediğim
nokta şudur: bence kapitalizmin evrenselleşmesine karşılık
vermenin mümkün olan iki yolu vardır. Bunlardan biri, eğer bütün
beklentilerin aksine kapitalizm kendisini bütünselleştirme fırsatı
bulamadan çökeceği yerde her şeye rağmen evrenselleşmişse,
demek ki gerçekten sona gelinmiştir. Bu son da sistemin nihai
zaferinden başka birşey değildir. Mümkün olan öbür karşılığa
tekrar döneceğim, ama bu bozguncu karşılığın, kapitalist
zaferciliğin öbür yüzünü oluşturan bu bozgunculuğun bugün
solu genel olarak esir aldığını söylemeliyim.
Post-Marksist Teoriler
Post-marksist teoriler
işte bu noktada devreye giriyor. Bana öyle geliyor ki,
post-marksist teorileri anlamak için onları sözünü etmekte
olduğum marksist teorilerin arkaplanıyla ilişkisi içinde ele
almak faydalı olur. Post-marksizm adı verilen akımın tarihine
bakacak olursanız, kalkış noktasının kapitalizmin gerçekten de
evrensel hale geldiği önermesi olduğunu görürsünüz. Aslında
post-marksistler için kapitalizmin evrenselliği tam da marksizmi
terketmenin nedenini oluşturur. Bunun biraz garip bir mantık
olduğunu düşünebilirsiniz, ama, post-marksistlerin mantığı
aşağı yukarı şöyle birşeydir: dünya savaşından sonraki
dönemin evrensel kapitalizmi, liberal demokrasi ile demokratik bir
tüketimciliğin hakimiyeti altına girmiştir ve bunların her ikisi
de eski sınıf mücadelelerinden çok daha çeşitli demokratik
muhalefet ve mücadeleler için yepyeni alanlar açmışlardır.
Bundan çıkan örtük -hatta kimi zaman açık- sonuç bu
mücadelelerin gerçekten kapitalizme karşı olamayacaklarıdır,
çünkü kapitalizm artık öylesine bütünseldir ki, gerçekte
hiçbir alternatif yoktur. Hem üstelik galiba kapitalizm mümkün
olan dünyaların en güzelidir. Öyleyse bu evrensel kapitalizm
sisteminde kapitalizmin yarıklarında yürütülebilecek birçok
parçalı özgül mücadeleler olabilir, sadece bu türlü
mücadeleler olabilir.
Post-post-marksist -veya
belki de postmodernist- teoriler bir adım daha öteye gitmişlerdir.
Bunlara göre sorun sadece evrensel bir kapitalizmden ibaret
değildir. Kapitalizm öylesine evrensel hale gelmiştir ki, artık
esas olarak görünmez olmuştur, tıpkı insanların havayla veya
balıkların suyla ilişkisi gibi. Bu görünmez ortamın içinde
oyunlar oynayabiliriz ve hatta belki de kendimize içinde
mahremiyetimizi koruyup inzivaya çekilebileceğimiz küçücük
yuvalar, minicik özgürlük sığınakları inşa edebiliriz. Ama bu
evrensel ortamdan kaçamayız, hatta onu göremeyiz.
Teslimiyetin Kökleri
Peki kapitalizmin
evrenselliğinden çıkarılacak doğru sonuç bu mudur? Bu sonucun
çıkarılabilecek yanlış sonucun ta kendisi olduğuna inandığımı
söylersem, sanırım hiçbiriniz şaşırmazsınız. Bana öyle
geliyor ki bu sonucu çıkarmaya yönelik eğilimin, post-marksizmin
ve postmodernizmin bu çeşitlerini üretmiş olan kuşağın -bu
kuşağın benim kendi kuşağım olduğunu kabul ediyorum- tarihsel
kökleriyle bir ilgisi var. Bu sonuç, sözkonusu insanların, savaş
sonrasındaki uzun canlanma döneminin oluşturduğu altın çağa
hâlâ takılıp kalmaları gerçeğiyle çok yakından ilgilidir.
Savaş sonrası canlanma döneminin varsayımlarının, 60 kuşağı
teorisyenlerinin ve hatta bu yakınlarda onlardan çok daha farklı
deneyimler yaşayan öğrencilerinin düşünce tarzını
belirlemekte ne kadar etkili olduğunu görmek bir süreden beri beni
şaşkınlığa sürüklüyor. Bir başka şekilde söyleyecek
olursam, bu insanlar kapitalizmin evrenselliğini kapitalizmin
büyümesinden, refahından, başarısından ya da görünürdeki
başarısından ayırt etmeyi hâlâ öğrenemediler ve kapitalizmin
bütünsel hegemonyasını sorgusuz sualsiz kabullenmeye devam
ediyorlar.
Ancak eğer bu teoriler
adeta kapitalist zaferciliğe ortak çıkıyorsa belki de bunu kısmen
20. yüzyıl marksizminin entellektüel arkaplanına da
bağlayabiliriz. 20. yüzyıl marksizminin arkaplanı ve kapitalizmin
sınırlarına ilişkin varsayımları karşısında belki de
kapitalizmin dünyanın dört bir yanına yayılma yeteneğinden daha
başka bir başarı ölçüsünü hayal etmek zor olabilir. Sanki
kapitalizmin sınırları sadece onun coğrafi yayılmasının
sınırlarıyla ölçülebiliyor. Üstelik eğer kapitalizm bu
coğrafi sınırları yıkabilecek güçte olduğunu gösterirse -ki
şimdi göstermiş bulunuyor- bunun tartışılmaz bir başarı
sayılması gerekiyor.
Evrensel Kapitalizmin
Çelişmeleri
Ama bir an Marks'a ve
onun kapitalizmi kapalı bir sistem olarak içsel tahliline
döndüğümüzü düşünelim -ki bence kapitalizmin bütünselliği
bize bu hakkı veriyor. Bu durumda dünyaya kapitalizmin içi ile
kapitalizmin dışı arasındaki bir ilişki olarak değil de,
kapitalizmin iç hareket yasalarının işleyişi olarak bakmaya
gerçekten başlayabiliriz. Böyle yaparsak kapitalizmin
evrenselleşmesini sadece bir başarı ölçüsü olarak değil, aynı
zamanda bir zayıflık kaynağı olarak görmek kolaylaşabilir.
Kapitalizmin kendisini evrenselleştirme dürtüsü salt bir güçlülük
belirtisi değildir. Bu bir hastalıktır, kanserli bir büyümedir.
Sosyal dokuyu tahrip ettiği gibi, doğayı da tahrip eder. Marks'ın
her zaman söylediği gibi, bu, çelişik bir süreçtir. Eski
emperyalizm teorileri, kapitalizmin evrensel olamayacağını öne
sürmekte tamamıyla haklı olmayabilirler. Ama kapitalizmin evrensel
olarak başarılı ve refahlı olamayacağı kesinlikle doğrudur.
Kapitalizm zenginlerle yoksullar, sömürücülerle sömürülenler
arasındaki çelişmelerini, kutuplaşmalarını evrenselleştirmekten
başka birşey yapamaz. Kapitalizmin başarıları aynı zamanda onun
başarısızlıklarıdır.
Artık kapitalizmin kendi
iç mantığı dışında kaçış yolları, emniyet sübapları veya
düzeltici mekanizmaları kalmamıştır. Kapitalizm savaş halinde
değilken bile, emperyalistler arası rekabetin eski yöntemlerini
uygulamıyorken bile, kapitalist rekabetin sürekli gerilim ve
çelişmelerine tabi bulunuyor. Aşağı yukarı coğrafi sınırlarına
ulaşan ve eski başarılarını destekleyen mekânsal yayılması
sona eren kapitalizm artık kendi dışından beslenemez; ve kendi
ölçüleriyle başarısı arttıkça -bir başka deyişle, kârı ve
sözümona büyümeyi azamileştirdikçe- kendi insani ve doğal
dokusunu yiyip bitirir. Belki de artık solun şunu anlama vakti
geldi: kapitalizmin evrenselleşmesi bizim için sadece bir yenilgi
değil, aynı zamanda bir fırsattır. Ve tabii ki bu, herşeyden
önce, sınıf mücadelesi denen ve günün modasına hiç de uygun
olmayan şey için yeni bir fırsat demektir.
[Monthly Review dergisi,
cilt 49, sayı 2, Haziran 1997'den çevrilmiştir]
NOTLAR
1. Rosa Luxemburg, The
Accumulation of Capital [Sermaye Birikimi], (Londra: Routledge and
Kegan Paul, 1963), s. 467.
2. Bu konuya ilgi
duyabilecek az sayıda okuyucu için düşüncemi kabaca açıklamaya
çalışayım. Örneğin, bana öyle geliyor ki, Frankfurt Okulu bir
anlamda kapitalizmden çok burjuva toplumuyla (ki bence bu ikisi aynı
şey değildir, bu konudaki görüşüm için bkz. "Modernlik,
Postmodernlik mi, Kapitalizm mi?", Monthly Review 48, sayı 3,
Temmuz-Ağustos 1996) ilgileniyordu. Yani ekonomi politikten kültüre
ve felsefeye meşhur kayış sadece maddi olandan ideolojik olana bir
zihinsel odak kayması anlamından ibaret olmayabilir, farklı bir
maddi gerçeklik üzerine odaklanma anlamı da taşıyabilir. Bu
kayışın, en azından, temel bölünme ekseninin sermaye ile emek
arasında değil de, kapitalist-olmayan burjuvazi (özellikle Alman
modelinde entellektüellerden ve bürokratlardan oluşan bir
burjuvazi) ile "kitleler" arasında olduğu bir toplum görüşüyle
biraz olsun ilgisi vardı. Burjuva toplumunun ve kültürünün bu
eleştirmenlerinin bizzat böyle bir burjuvaziye mensup olmaları, bu
burjuvazinin kültürüyle yetişmiş olmaları ve (acaba cesaret
edip söylesem mi?) bu burjuvazinin kitleleri hor görme tavrını
zaman zaman paylaşmaları sorunu daha da karmaşık hale getiriyor.
Ama bu karmaşıklığı bir yana bırakırsak, meselenin özü
şudur: bu teori biçimi kapitalizmi farklı bir açıdan görmekten
ibaret olmayabilir, belki de gözlerden biri, farklı,
kapitalizm-öncesi bir sosyal dünyaya dikilmiştir.