Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Türkiye işçi
hareketinin yarattığı en önemli eser, yaşadığı en kıymetli
deneyim. Onun çağrısı, onun varlığı sadece üyeleri için
değil, Türkiye işçi sınıfının geniş kesimleri için de
önemliydi; 15 16 Haziran'da,
Kemal Türkler'in cenazesinde o yüzden
binlerce başka konfederasyon üyesi de yürüdü.
DİSK bu ülkede 1946'da başlamış bağımsız işçi hareketi
geleneğinin, mücadeleci sendikacılığın simgesidir. Sendikal
hakların yanı sıra faşizme karşı demokrasi mücadelesinin de
önemli bir bileşeni olmuştur. 12 Eylül cuntasının ilk ve en
önemli hedeflerinden birisi olması hiç de tesadüf değildir
elbet. DİSK bugün de önemli; o yüzden sendikal jargonla
söylersek "Süleyman başkan" kırmızı kazağını giyip de
önümüze düşünce hep birlikte yürüdük Taksim'e; çağırınca
koştuk toplantılarına, atölyelerine dağarcığımızdakini
paylaşmak, dayanışmak için.
İşte tam da bu yüzden Başkan kravatını takıp TÜSİAD'ı ziyarete
gidince, hele de çıkışta mutlu bir beraberliği müjdeleyince bu
haber bizim için önem taşıyor. Ne oluyor, neden oluyor diye
sormadan duramıyoruz. Birkaç gün önce gazetelerde "patronlar
klübü ile devrimci işçiler'
elele" (Radikal,
08.07.2010) ya da "DİSK,
TÜSİAD'ın
ezber bozduğunu'
gördü, kol kola yürümeyi seçti"
(Hürriyet,
08.07.2010) gibi hafif alaycı başlıklarla yer alan haberler ve
eşlik eden TÜSİAD başkanı Ümit Boyner ile Süleyman Çelebi'nin
gülümseyen fotoğrafları sadece bizim değil medyanın da ilgisini
DİSK'in üzerinden eksik etmediğini, dahası onların da bu
duruma biraz şaştıklarını gösteriyordu.
Şaşıran
yalnız haberciler değil, TÜSİAD'ın eski genel sekreteri Güngör
Uras da köşesinde şaşkınlığını ifade ediyor [Milliyet,
"DİSK ile TÜSİAD kol kola (gel de şaşırma!), 09.07.2010].
İşveren ve işçi sınıfı örgütlerinin sınıfsal taleplerinin
uzlaşmazlıklarını net ve sade şekilde ortaya koyan tablosuyla
Uras bu birlikteliğin zeminini ve geleceğini sorgularken bize de
cesaret veriyor. Ne de olsa insan, konuya ilişkin haber
başlıklarında söylenen şekliyle tam da bir "ezber bozma"
gayreti içine girilmişken dogmatik solcu, sınıf indirgemeci
yaftası yemek istemiyor. Ama mademki karşı tarafın akil kişileri
de olaya gayet sınıfsal bakmakta bir sakınca görmüyorlar, bize
de konuya sınıfsal bir perspektifle yaklaşma cesareti geliyor.
O
hâlde biz de aldığımız bu cesaretle şaşkınlığı aşarak söz
konusu toplantı sonrası yapılan açıklamaları değerlendirmek;
belirgin çelişkileri, karşıtlıkları ortaya koymak ve DİSK'in
bu açılımı karşısında yapılmasını gerekli gördüğümüz
sorgulamaya katkı sunmak isteriz.
Gazetelerden
ilk öğrendiğimiz Çelebi'nin TÜSİAD ziyaretinin birkaç
dönemdir dernek yönetimiyle kurulan iyi ilişkiler kapsamında bir
iade i ziyaret olduğu. Ancak Uras'ın da yazısında dikkat
çektiği gibi ziyaret sonrası iki başkanın basına yaptıkları
açıklamalar bir protokol ziyareti için çok iddialı bir içerikte.
Örneğin Boyner konuşmasında, "iki
örgütün Türkiye'nin gitmesini arzu ettiği
yer, hayal ettikleri vizyon ve demokratikleşme
standartları
açısından
çok çeşitli
noktalarda fikir
birliği
içinde olduklarını
belirtiyor" (vurgu bizim). Çelebi'nin
de konuşmasında altını özellikle çizdiği gibi, "farklı
çıkar
gruplarını
temsil eden" iki örgüt arasında bu
denli esaslı bir fikir birliğinin bu kadar kısa bir zamanda
oluşmuş olması şaşırtıcı ve açıklanması pek de kolay
olmayan bir durum, eşine az rastlanır bir iddialı çıkış.
Açıklamalardan
anlaşıldığı kadarıyla fikir birliği içinde olunan konular
"demokratikleşme, terör, işsizlik, bölgesel kalkınmanın
güçlendirilmesi" olarak temel dört başlık altında toplanıyor.
Boyner, temsil adaletinin sağlandığı, Türkiye'yi batı
standardında bir demokrasiye kavuşturacak yeni bir Anayasa
oluşturulması noktasında siyasi partilere çağrı yapacaklarını
belirtiyor. Bu anayasa meselesini daha geniş ele almak için
şimdilik girmiyoruz.
Fikir
birliği olduğu anlaşılan ikinci madde "terör":
"Demokratikleşme
sürecinin terörün çözümünde önemli bir nokta olduğunun
tekrar altını
çizmek istiyoruz. Tabii ki terörden arındırılmış
bir söylem özellikle de, Güneydoğu
Anadolu Bölgemizdeki farklı
sivil toplum örgütleriyle de bu konuda ortak çalışma
geliştirilmesi
noktasında
da birlikte çalışacağımız
konusunda fikir birliğine
vardık."
Son
aylarda yaşanan çatışmalar ve ölümlerle birlikte 90'lı
yılların bildik savaş dili ve yöntemlerinin yeniden hâkim hâle
gelmeye başladığı, ırkçı ve şoven bir iklimin ağırlaştırdığı
ülke gündemine yönelik bu barışçıl çağrışımları olan,
demokratikleşme yönelimli bakış kuşkusuz arzu edilen ve umut
verici bir yaklaşım. Güneydoğu'da bölgesel asgari ücret gibi
yollarla ucuz bir işgücü havuzunu kullanmak için çıkılan
yolla, emekçilerin giderek bozulan kardeşliklerini yeniden tesis
etmek için çıkılan yolun kesiştiği anlaşılıyor, sakıncası
yok.
Barış
sözkonusu olunca "geri kalanlar teferruat" olabilir elbette ama
yola çıkış noktalarını unutmamak kaydıyla. Yine de bu
teferruatı belirtme gereği duyuyoruz, çünkü DİSK'in 25
Haziran 2010 tarihli "Kürt Sorunu ve Demokratik Çözümü
Konusunda Görüş ve Değerlendirmelerimiz"
başlıklı raporunda yer alan "bölge
halkını
ucuz işgücü
deposu olarak gören çözümlere başvurulmamalı,
bölgesel asgari ücret uygulamasına
yönelik çalışmalara
son verilmelidir" ifadeleriyle; Nisan 2010
tarihli "İş ve Yatırım Ortamının İyileştirilmesine Yönelik
TÜSİAD Önerileri" başlıklı rapordaki "geçici
bölgesel asgari ücret uygulamasına
geçilmesi" önerisinin bir fikir
birliğini
yansıtmadığını sanıyoruz. Ama açıklamalardan anlaşılan o ki
bizim bu iki yaklaşım arasında gördüğümüz ayrılığa rağmen;
"bölgesel
kalkınma
ve bölgesel gelişmişlik
farklılıklarının
giderilmesi noktasında
da, iki örgüt birlikte çalışabilir"
diyen Boyner'le; "bölgesel
gelişmişlik
konusundaki farklılıkların
giderilmesi önemli, biz DİSK
olarak her türlü projeye destek vermeye hazırız,
yeter ki doğru
projeler gelsin" diyen Çelebi ortada pek
bir fikir ayrılığı görmüyorlar.
İşsizlik
ve istihdam: Fikirlerde birlik, raporlarda ayrılık
İki
başkanın üzerinde uzlaştıkları bir diğer kritik konu da
işsizlik.
Çelebi,
"İşsizlik
konusunda daha etkin, daha duyarlı
bir çalışmaya
ihtiyaç olduğunu"
vurgulayarak, "O nedenle bu bizi ilgilendiren, yalnız
işverenleri
ilgilendiren veya siyasetçiyi ilgilendiren bir konu diye kimseye
ihale etmiyoruz" diyor. Boyner ise "işsizlik
sorunu ne sadece sendikaların,
ne işverenlerin
sorunu, hepimizin sorunu. Bizler için de önemli olan, istihdam
yaratmak, ekonomik gelişimin
önünü açmak" sözleriyle onu
tamamlıyor.
Burada
ukalalık yapıp işsizliğin kapitalizmde yapısal bir sorun
olduğundan, bir zamanlar DİSK eğitimlerinde de anlatıldığı
gibi Marks'ın, emekçi artı nüfusun sermayenin gelişmesinin
zorunlu ürünü ve bu nüfusun kapitalist birikimin kaldıracı,
hatta varlık koşulu olduğu yolundaki hergün yeniden doğrulanan
tespitinden söz etmek ayıp olabilir. (DİSK temsilcilerinin,
örgütçülerinin de çok iyi bilecekleri gibi her gün fabrikaların
insan kaynakları müdürlüklerinde binlerce işçiye tekrarlanan,
"dışarısı işsiz dolu, beğenmiyorsan git; yerine gelecek çok"
cümlesi ve uygulaması bu tespitin her gün yeniden doğrulandığı
bir örnek değil midir? Türkiye'de yüz binlerce emekçinin
sendikalaşmadan korkmasının, haklarını arayamamasının ardında
bundan çok farklı bir neden mi yatıyor? İşsizlik korkusu
günümüzde işçi sınıfını "terbiye etmekte" kullanılan en
etkili araç.)
Öte
yandan güncel verilerle Türkiye'de işsizliğin vardığı
boyutları göz önüne seren, bu düzeyde bir işsizliğin yakın
gelecekte hele de neo liberal ekonomik politikalarda ısrar
edildiği koşullarda azalmasını beklemenin hayal olacağını, bu
konunun özel sektöre bırakılamayacak kadar vahim boyutta
olduğunu, bir kamu çözümünün zorunlu olduğunu söyleyen
Mustafa Sönmez'e kulak vermemek de bir o kadar ayıp olmaz mı?
(Mustafa Sönmez, Teğet'in
Yıkımı,
Petrol İş/Yordam Kitap, 2010)
Güneydoğu'nun
kalkınması konusunda kendilerinin kalkınma örgütü
olmadıklarını, dolayısıyla buraya devletten daha çok yatırım
yapmalarının beklenmemesi gerektiğini söyleyen Boyner'in misyon
yüklenmekten kaçınan tavrına karşılık, DİSK başkanının
işsizlik gibi sendikaların "özveri göstermek" dışında
çözümüne ne gibi bir katkı sunabileceklerini anlayamadığımız
bir sorunda ısrarla misyon yüklenmeye kalkışması ise bir başka
ilginç nokta. Hele başbakanın bile "her TOBB üyesi bir kişiyi
işe alsa işsizlik çözülür" diyerek bu meselede topu
patronlara attığı bir dönemde.
Hükümetin
gündeme getirdiği ve sosyal taraflardan görüş istediği Ulusal
İstihdam Stratejisi Taslak Raporu hakkında DİSK'in yaptığı
değerlendirmeleri içeren yazıda belirtilenlere göz attığımızdaysa
başka bir bakışı görüyoruz. DİSK söz konusu metinde hükümetin
sunduğu taslağı şu gerekçe ve yorumlarla eleştirmektedir:
"[Raporda]
Makro düzeyde, bütünsel, işsizliği
azaltan, yoksulluğu
giderici ve toplumsal refahı
gözeten bir istihdam politikası
yaratılması
yerine, yine sermayenin talepleri doğrultusunda
bir yaklaşımın
yansıtılması
kabul edilebilir değildir.
Bu
alanları
belirtmek gerekirse;
Kıdem
Tazminatı
Esneklik Esnek
Güvence ve Özel İstihdam
Bürolarının
Geçici İş
İlişkisi
oluşturması
Bölgesel
Asgari Ücret Düzenlemesi (vurgular
bize aittir).
Bu
noktada yukarıda belirtilen üç alanda TÜSİAD ve DİSK'in
yaklaşımlarını karşılaştırmalı olarak sunmak yararlı
olabilir.
Kıdem
tazminatı:
TÜSİAD:
Yüksek kıdem tazminatı yükünü hafifletmenin, belki de en acil
işgücü piyasası reformu olduğu yönündeki Dünya Bankası
raporuna dikkat çekilmekte ve şöyle denmektedir: Önerimiz,
kıdem
tazminatı
yükümlülüğünün,
kazanılmış
hakları
koruyacak şekilde
hafifletilmesidir. Yeni düzenlemenin yürürlük tarihi itibariyle,
kıdem
tazminatında
30 gün yerine 15 gün esas alınmalıdır
(İş ve Yatırım Ortamının
İyileştirilmesine Yönelik TÜSİAD Önerileri, s.30)
DİSK:
Kıdem
Tazminatı'nın
15 güne indirilmesi ya da aynı
amacın
Kıdem
Tazminatı
Fonu kurularak gerçekleştirmeye
çalışılması,
toplumsal barışa
hizmet etmediği
gibi, demokratik
bir toplumun gerekleriyle de bağdaşmamaktadır.
Çalışanların
kazanılmış
haklarında
geri gidişi
öngören bu türden bir düzenlemenin geçerli, akılcı
ve yeterli hiçbir gerekçesi yoktur... DİSK,
işverenlerin
Kıdem
Tazminatını
15 güne indirmeyi ya da fona bağlamayı
öngören yaklaşımları
karşısında,
bu doğrultudaki
düzenlemelerin gerçekleştirilmesi
hâlinde bu durumu bir genel
grev gerekçesi
sayacağını
açıkça
belirtmiştir.
(DİSK'in 08.06.2010 Tarihli Ulusal Strateji Taslak Raporuna Dair
Görüşleri) (vurgular bizim)
Esneklik esnek güvence ve özel istihdam bürolarının geçici iş
ilişkisi oluşturması:
TÜSİAD:2003 tarihli İş
Kanunu ile getirilen esnek çalışma yöntemlerinin yaygın
bir uygulama alanı bulabildiğini söylemek güçtür. Oysa "güvenceli esneklik" yaklaşımı,
istihdamın korunmasına ve geliştirilmesine,
kayıt dışı çalışmanın azaltılmasına ve dezavantajlı kesimlerin istihdamının sağlanmasına destek olacaktır. Bu çerçevede, İş Kanunumuzda, esneklikle ilgili
bazı sınırlamaların gözden geçirilmesinde yarar olacaktır.
Birçok AB ülkesinde özel istihdam büroları geçici istihdam sağlayabilmektedir. Konuyla ilgili AB direktifi de dikkate alınarak,
"güvenceli esneklik" anlayışıyla, özel istihdam bürolarının geçici istihdam sağlaması ile ilgili düzenlemenin, tarafların
endişeleri giderilerek, öncelikle yasalaştırılması
gerekmektedir. (İş ve Yatırım Ortamının
İyileştirilmesine Yönelik TÜSİAD Önerileri, s.31)
DİSK: Esnek güvence ve özel istihdam bürolarının
etkin olması talebi, sendikal örgütlenmenin ve düzenli çalışma ilişkilerinin
var olduğu üretim alanlarına dönük bir taleptir. İş
gücü piyasasının katılığından dem vurulup, işsizliğin
ana nedeni olarak gösterilmesi, aslında sosyal devlet ilkesinin en belirgin görünümleri olan iki alana,
sosyal hukuki düzenlemelerin esnetilmesine ve sendikal
örgütlenmelerin zayıflatılmasına dönük çok ciddi bir saldırı olarak görüyoruz.
"İnsan
Onuruna Yakışır
İş"
anlayışı
ile bakıldığında,
esnek güvence ve özel istihdam büroları
yaklaşımı,
düzenli çalışma ilişkilerini
ücret, çalışma saatleri, iş sağlığı güvenliği
uygulamaları ve sendikal örgütlenme açısından malul duruma getirmek amacını
taşımaktadır. Zaten ülkemizin saydığımız bu alanlarda dünyanın
en kötü siciline sahip bir ülke durumunda olduğu
düşünülürse,
var olan düzenli ilişkilerin
de ortadan kaldırılmasının
kabul edilmesi söz konusu edilemez. (DİSK'in
08.06.2010 Tarihli Ulusal Strateji Taslak Raporuna Dair Görüşleri)
(vurgular bizim)
Bölgesel
asgari ücret düzenlemesi:
TÜSİAD:
Kayıt
içi faaliyetlerin özendirilmesi kapsamında geçici bölgesel asgari ücret uygulamasına
geçilmesi önerilmektedir. (İş ve Yatırım Ortamının İyileştirilmesine Yönelik TÜSİAD Önerileri, s.14)
DİSK: Bölgesel Asgari Ücret uygulamasının bölgelerin gelişmişlik
düzeyini veri kabul ederek belirlenmesi, aslında,
bir başka durumu daha sürekli kılmayı doğurmaktadır. "Bölgelerin
gelişmişlik düzeyine göre farklı Asgari Ücret" demek, bölgelerin gelişmişlik
farklarının en azından olduğu gibi kalması
demektir.
Oysa Asgari Ücret uygulamasıyla amaçlanan, gelir dağılımı
farklılıklarının azaltılmasıdır. Ülkede yaşayan herkese, bir iş
bulabildiğinde ve işsiz kaldığında insanca yaşama
düzeyini sürdürebileceği koşulların yaratılması gerekir. Oysa, Asgari Ücreti bölgesel düzeyde farklılaştırmak,
bölgelerde var olan dengesizliklere ve farklılıklara
süreklilik kazandırarak,
toplumsal gelişmenin
önüne geçmek demektir. (DİSK'in
08.06.2010 Tarihli Ulusal Strateji Taslak Raporuna Dair Görüşleri)
(vurgular bizim)
Özetle
işsizliğin azaltılması ve istihdamın geliştirilmesiyle ilgili
olarak TÜSİAD'ın geliştirdiği politikaların esasını;
Türkiye'deki iş hukuku, ücret ve istihdam rejimi, işgücü
piyasaları, çalışma biçim ve süreleri, sosyal güvence
sistemleri gibi alanların tümünü kapsayan bir esnekleşme ve
zayıflatma süreci önerisi oluşturmaktadır. DİSK ise yazılı
olarak açıkladığı görüşlerinde bu kapsamlı esneklik talebine
karşı durmakta, bu tür önerileri kriz fırsatçılığı olarak
nitelemekte ve sendikal yapıyı da zayıflatıcı olacağını
düşündüğü öneriler karşısında insana yakışır iş
talebini, işsizlik azaltıcı, kamu öncülüğünde istihdam
yaratıcı bir modeli önermektedir. Görüldüğü kadarıyla
konfederasyonun yazılı hâle getirdiği ve savunduğu görüşlerle
genel başkanın TÜSİAD ziyareti sonrası dile getirdiği "fikir
birliği içinde olunan" hususlarda söyledikleri birbirleriyle
çelişmektedir.
İstenen nasıl bir demokrasi?
İyi niyetli bir yaklaşımla ülkenin yaşadığı sıkıntılı ortamda
iki örgütün liderlerinin beklemedikleri ölçüde yakınlaşan
duyarlılıklarının oluşturduğu havayla aşırı iyimser ve genel
açıklamalar yapıldığı düşünülebilir. Demokratikleşme ve
yeni anayasanın oluşumu yönündeki fikir ve taleplerde beklenenden
daha fazla bir yakınlaşmanın olduğu kanaatine varılmış
olabilir. Tam da bu noktada acaba istenen demokrasinin içeriği ve
sınırları hakkında yeterince sorgulama yapmadan varılmış erken
bir kanaat midir sorusu akla geliyor. Zira, A'dan Z'ye yeni bir
anayasa ihtiyacını ortaya koyan, 12 Eylül'den kurtulmak
gerektiğini ve bu konuda TÜSİAD'la aynı şekilde düşündüklerini
belirten Çelebi'nin TÜSİAD raporunda yer alan; "Anayasa'daki
ve Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu'ndaki grev ve
lokavt ile ilgili düzenlemeler muhafaza edilmelidir"
biçimindeki önerisi için bir diyeceği olmalıdır. Çünkü
TÜSİAD, AKP'nin anayasa taslağında yer alan dayanışma grevi,
siyasi grev, iş yavaşlatma gibi grev türlerine getirilen
yasakların kaldırılması yönündeki öneriyi reddetmekte ve
sendikal çevrelerin yetersiz buldukları tasarının bile gerisinde
bir grev düzenini savunmaktadır.
TÜSİAD
aynı şekilde
"2822 sayılı
yasada belirli sektörlere yönelik grev ve lokavt yasakları
muhafaza edilmelidir"
diyerek 12 Eylül hukukunun grev hakkına getirdiği kısıtlamaları
da açıkça savunmaktadır. Bu haliyle TÜSİAD'ın 12 Eylül
hukukunu A'dan Z'ye değiştirmek konusundaki iradesi sanki
G(grev) ve S(sendika) harflerinde biraz tökezliyor gibi
görünmektedir. Asıl uzlaşılabilecek konuların sosyal haklar
alanında değil, daha genel olarak siyasi haklar konusunda, siyasi
temsil gibi meselelerde aranması gerektiği, diğer türlü zorlama
yorumlara gidilebileceği söylenebilir. Ama doğrusu bu noktada
bizim suçumuzun olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü,
ziyaret sonrası açıklamasında "biz
bir yandan siyasal alanda demokrasi isterken ekonomik alanda da
demokrasi istiyoruz. Ekonomik demokrasi olmadan, sosyal alanda
demokrasi olmadan, paylaşımda
demokrasi olmadan bu sorunlar aşılamaz"
diyerek bizi sosyal haklar konusunda da
fikir birliği beklentisine sokan bizzat Çelebi olmaktadır. Yani
ortada bir zorlama varsa bu bize ait değildir.
TÜSİAD
üyelerinin ekonomik ve sosyal
demokrasi
performansları
"Ayinesi
iştir kişinin lafa bakılmaz" deyişi siyasi hayatımızda
çoktandır unutulmuş görünüyor. Son anayasa değişikliği
tartışmalarında da görüldü ki AKP'nin "işleri",
demokrasi konusundaki performansı ortada dururken, ortaya attığı
taslağın ülkeye demokrasi getirip getirmeyeceği yönünde afaki
bir tartışmadır sürüyor. Pek az kişi, "madem daha demokratik
memleket istiyorsunuz; neden şu anki mevzuatın bile izin verdiği
ya da mevcut hâlde sizin gücünüzün yetebileceği bir dizi
demokratik icraatı yaşama geçirmiyorsunuz" diye sorma gereği
duyuyor. Yani lafa işten daha çok bakılıyor.
Aynı
şeyleri TÜSİAD ve üyelerinin ekonomik, sosyal demokrasi
alanındaki performansları için de düşünmeden edemiyoruz.
Ekonomik ve sosyal demokrasinin temelini oluşturacak şey herhâlde
en önce sendikal hakların en geniş biçimde kullanılabilmesi
olacaktır. O hâlde bakalım TÜSİAD üyelerinin sahip oldukları,
yönettikleri işyerlerindeki sendikal hakların kullanımı
konusunda genel durum nasıl? Öyle çok kapsamlı bir araştırmaya
girişecek değiliz ama yakın zamanlarda yaşanan deneyimler
çerçevesinde ilk gözümüze çarpan isimler üzerinden genel bir
yoklamayla küçük bir karne oluşturmak mümkün olabilecektir:
TÜSİAD'ın
yeni yönetim kurulundaki isimlerden biriyle başlayalım: Lucien
Arkas, Arkas Holding Yönetim Kurulu
başkanı. 2008 yılında holdinge bağlı Arser A.Ş.'nin
işlettiği Ambarlı'daki Marport limanında Liman İş
Sendikası'na üye olan yetmiş civarında işçi hemen işten
çıkarıldılar. İşçilerin sendikal haklarını kullanmak için
sürdürdükleri direniş günlerce sürdü, holdingin önü de dahil
birçok yerde yaptıkları eylemlere rağmen bu mümkün olmadı.
Dahası sendika temsilcileri ve öncü işçilerden bazıları
limandaki taşeronun adamlarınca sopalı saldırıya uğradılar.
Sonuç olarak Arkas'ın ekonomik sosyal demokrasi karnesi notu
için Liman İş'e danışmak gerekli görünüyor.
Yakın zamanların bilinen bir örneği Desa A.Ş.'nin "başarılı" patronu Mehmet
Çelet de derneğin üyelerinden. Desa'da sürdürülen ve Emine Aslan'la özdeşleşen
sendikalaşma mücadelesini uzun uzadıya anlatmak gerekli mi?
Yine yeni yönetim kurulundaki üyelerden Ali
Kibar'a Türkiye'nin en büyük otomotiv fabrikalarından İzmit'teki Hyundai Assan'da neden
sendika olamadığını sormak yararlı olabilir ama biz onu geçelim
ve yine aynı bölgede kurulu Hayat Holding'e bağlı temizlik
ürünleri fabrikasına Petrol İş Sendikası'nın neden
giremediğini holding yönetiminden ve TÜSİAD üyesi Yıldırım
Aktürk'e soralım. Özgür Kocaeli
gazetesindeki köşesinde "Bir Sendikasızlaştırma Klasiği:
Hayat Kimya" başlığıyla bu süreci örnek bir vaka olarak
anlatan işçilerin avukatı Murat
Özveri sanırız karneye bir not da
düşecektir.
Yenibosna
ve Dudullu'daki Coca Cola tesislerinde Trakya Nakliyat isimli
taşeron firmada çalışırken, insani ücret ve çalışma
koşulları için Nakliyat İş Sendikası'na üye olan ve
ardından işten çıkartılan Coca Cola işçilerinin bu haklarını
neden rahatça kullanamadıklarını TÜSİAD Yüksek İstişare
Konseyi üyesi Tuncay
Özilhan'a, ya da dernek üyelerinden
Coca Cola yöneticilerinden Hüseyin
Murat Akın'a
sormak gerekir sanırız. Ama bu konudaki notu en iyi verebilecek
kişi DİSK Örgütlenme Sekreteri Ali
Rıza
Küçükosmanoğlu
olacaktır sanırız.
Derneğin bir önceki başkanı Doğan Holding yöneticisi Arzuhan
Yalçındağ Doğan'ın da şirketleri, Petrol Ofisi'ni özelleştirme yoluyla aldıktan
sonra yaşanan hızlı sendikasızlaştırmayla ilgili olarak söyleyecekleri olabilir ama bu kadar örnek yeter.
Daha epey çoğaltılabilecek örneklerde görülebileceği gibi TÜSİAD
üyelerinin ekonomik ve sosyal demokrasinin temelinde yer alan
sendikal hakların kullanımı konusundaki karneleri pek de parlak
değildir. Çelebi açıklamasında "Anayasa
değişikliği
konusundaki sıkıntıları
TÜSİAD
dile getirince daha farklı
ve daha yüksek bir ses çıkıyor.
Aynı
konuları
TÜSİAD
söyleyince ezberler bozuluyor" demekte.
Şu anda Türkiye işverenlerinin en yaygın ezberlerinden birisinin
sendikalı olan çalışanlarını işten çıkartmak olduğu
düşünülürse acaba TÜSİAD'ın bu konuda yapacağı bir çağrı
da ezberleri bozar, etkili olur mu diye düşünmemek elde değil
doğrusu. Madem fikir birliği var ve madem her alanda demokrasi
isteniyor; o hâlde sendika üyesi olduğu için işçisini çıkartan
işverene; bu yaptığın ayıp, anti demokratik diyecek bir
TÜSİAD açıklaması yerinde ve demokrasi bilincini geliştirecek
bir tutum olmaz mı?
"Yeni
sol"cu Kılıçdaroğlu'nun
demode uzlaşmacılığı
ve sokaktaki işçiler
Çelebi'nin
ziyaret sonrası yaptığı iddialı açıklamaların, geçtiğimiz
günlerde bir gazete röportajında yeni CHP lideri Kılıçdaroğlu'nun
söyledikleriyle taşıdığı paralellik de dikkat çeken bir başka
nokta. Şöyle diyor Kılıçdaroğlu:
"Sendikalarla
da işverenlerle
de konuşuyoruz.
Şunu
söylüyorum: İşçi
ve işveren
artık
karşıt
kutuplar değildir.
İşbirliği yapıp üretimi maksimize eden, yaratılan katma değeri
de hakça bölüşen bir alanda çalışılmalı. Biz ücret sendikacılığına
da karşıyız, bundan vazgeçmeliyiz.
Sendika her şeyden önce işçinin çalıştığı alanın yaşamasını ve güçlenmesini istemeli. Yoksa onu da kaybeder"
(Radikal, 01.07.2010) (vurgular bizim)
Kılıçdaroğlu bu sözleri tam da İngiltere'deki, Almanya'daki sosyal demokrat
partilerin "yeni sol" politikalarını benimsediğini anlatırken
sarf ediyor. Acaba yaptığı konuşmalarda Kılıçdaroğlu'na tam
destek veren, ondan umutlu olduğunu belirten DİSK başkanı onun bu
sözlerinin etkisinde mi kalıyor? Dolayısıyla yeni sol anlayışa
uygun olarak işçi ve işverenin artık karşıt kutuplar olmadığı
bir toplumsal düzen öngörerek mi TÜSİAD'la iddialı bir
birlikteliğe girişiyor. Eğer öyleyse birilerinin başkana "yeni
sol" açılımların Avrupa'daki şu anki durumlarının hiç de
parlak olmadığını hatırlatması yerinde olacaktır kuşkusuz.
Bir
de şu sınıflar ve/veya sınıf mücadeleleri ortadan kalkıyor
söyleminin 90'ların post modern, Sovyet sonrası döneminin
modası olmuş, bugünse hayli demode kalmış olduğunu da
hatırlatmak gerek. Kuramsal alandaki gelişmeler, dünyadaki yeni
politik arayışlar bir yana Türkiye sınıf hareketinin son
yıllardaki eylem çizgisi, hatta sembolik olarak sadece Tekel
işçilerinin direnişleri bile bu ağızlarda çokça çiğnenmiş
sınıf uzlaşması teranesini geçersiz kılan yakın ve güncel
örnekler olarak duruyor.
CHP
lideri bir parti başkanı olarak girdiği bu yeni sol kulvarın
sonuçlarını, alacağı seçmen desteğine bakarak belli bir vadede
görebilir ama bir sendika başkanının sınıf hareketiyle doğrudan
bağlantıları içinde böylesi bir şansı olmayacağı açık.
Sınıf mücadelesinin gündelik hâli içinde her gün yeniden ve
giderek daha sert biçimlerde kendisini gösteren sınıf
karşıtlıklarının derinlemesine bir sınıfsal algıya/bilince
eriştirdiği binlerce işçinin giderek artan mücadele talepleri
karşısında kendisini sınıflar uzlaşmasına vakfetmiş bir
sendikal önderliğin yaşama şansı pek görülmüyor.
Gerçekten
de dipten derinden sancılar ve dalgalarla giderek ivme kazanma
yolunda olan Türkiye işçi hareketinin yaşamsal talepleri
kendisini gösteriyor, işçi sınıfının ortak tarihî mirası
olan DİSK'i göreve çağırıyor. Güvencesiz işçilerin
örgütlenmesi sempozyum, atölye düzenlemenin çok ötesinde
sistemli, bütünlüklü politikaları, örgütlenmeleri
gerektiriyor. Giderek sahipsiz kalmaya, dağılmaya başladıkları
gözlenen Tekel işçilerinin önüne düşecek güvenilir bir odak
gerekiyor. Örgütlenmeyi gündeminin başına yerleştirmiş, krizle
birlikte iyiden iyiye birer çalışma kampına dönmüş olan
işyerlerinde sendikal haklarını kullanmak için bekleyen binlerce
işçiye umut vermek gerekiyor. Yıllar sonra 1 Mayıs'ta büyük
bir coşku ve umutla Taksim alanını doldurmuş yüzbinlere hedef
göstermek, öncü olmak gerekiyor. İşçi hareketinin tarihine
bakmak, bunları yapabilmek için de gerekli; sınıf mücadelesi
yükseldiğinde sermaye sınıfının stratejisinin, mesela TÜSİAD'ın
demokrasi konusundaki tutumunun nasıl bir değişim gösterdiğini
görmek için de.
Bozulan
ezberler, yanıt bekleyen sorular
Sınıfsal karşıtlıkların önemini kaybettiğini söylemenin tarihten çok
geleceğe ilişkin bir iddiayı taşıdığı açık, yani tarihe pek
de "takılmamak" gerekiyor. Ama neylersiniz ki sermaye
temsilcileri böyle düşünmeyebiliyor. İçlerinden TÜSİAD'ın
da üyesi olan Jak Kamhi gibi bazıları var ki son zamanlarda eski
defterleri yeniden açıp DİSK'in otuz yıl önce katledilen genel
başkanı Kemal Türkler'in ve sendikası Maden İş'in
kötülüklerini sayıp döküyor.
Bu
solcu sendika ve başkanının kendilerine karşı yürüttüğü "işçilere baskı yapmaya dayalı ve dışarıdan destekli
mücadeleyi" MESS'in kuruluşunun 50. Yıl kutlamasında kendi camiasına teşhir ediyor ya da hatırlatıyor. (İşveren,
Nisan 2010, MESS yayını) Belli ki TÜSİAD'ın üyelerine sınıflar uzlaşması ve DİSK'le geliştirilen fikir birliği
konularında yol gösterici olmasına ihtiyaç bulunuyor. Bizim taraftan tarihe bakınca da ister istemez, 70 sonlarında ilerici bir
hükümeti Şili benzeri yöntemlerle, gazete ilanlarıyla düşürmeye çalışan TÜSİAD'ın demokrasi sicili akla geliyor. TÜSİAD'ın
ilk on yılını anlatan bir yayında
yer alan sözleriyle Süleyman Çelebi'nin de dolaylı olarak belirttiği gibi, 12 Eylül'e uzanan yoldaki taşları
döşeyenlerden birisi de TÜSİAD olmuştu. Bildiğimiz kadarıyla, derneğin, geçmişine dair ciddi bir özeleştirisi yok ama görünen
o ki artık gelecek için işçilerle birlikte demokrasi getirme umudu, o zamanlar pek de yakınmadığı 12 Eylül'den kurtulma isteği var.
Aynı umudu DİSK başkanı da taşıyor gibi. Bu arada başkan "Doğru konuları işverenler söylüyor diye ya da işçi sendikaları
söylüyor diye elimizin tersi ile itmeyelim"
diyerek doğrunun peşinde olduğunu da vurguluyor. Biz de bu yüzden ona sorular sormaya çalıştık. Öncelikle öğrenmek isteriz,
hangisi doğru? Metinlerinizde yazdıklarınız, ve sokakta yaptıklarınız mı; yoksa ziyaretlerde söyledikleriniz mi?
Birbirleriyle nasıl çeliştiklerini yukarıda göstermeye çalıştığımız DİSK ve TÜSİAD yaklaşımları nasıl bir
senteze ulaşacaklar? Bu iddialı işbirliği esaslı bir politika, bir tercih ya da bir vazgeçiş mi? Tekel başta olmak üzere birçok
işçi direnişiyle, 1 Mayıs'ta Taksim'deki görkemli çıkışla yükselme yolunda olduğunun işaretlerini veren sınıf hareketinin
güncel ve gerçek ihtiyacı patronlarla girişilecek zemini belli olmayan işbirlikleri mi? Muğlak, çelişkili ve iddialı medyatik
açıklamalarla bozulacak olan, ezberler mi yoksa işçilerin, sendikal kadroların bilinçleri, moralleri ve güvenleri mi?
Ezberlerin, 1 Mayıs günü Taksim'i naklen yayınlayan televizyonlarda 1 Mayıs
Marşı duyulduğunda, en ilgisiz köşe yazarları sınıf mücadelesinden söz eden yazılar kaleme aldıklarında, binlerce
emekçi o meydanı yıllar sonra vakarla doldurduğunda bozulduğunu gördük. O gün DİSK'in de önemli katkısıyla kazanılan
kararlı, zahmetli ve samimi bir demokratik hak mücadelesinin gururunu birlikte yaşadık. Gelin bu yolda devam edelim, emekçi
elinden çıkmış bir demokrasiyi yaratana kadar...
Dipnotlar