Sosyalist Dergi: 30 |  ÜRÜN |
Onbeşleri Andık

Türkiye Komünist Partisi'nin kurucuları Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve 13 yoldaşımızı, anti emperyalist savaşa katılmak ve bir işçi köylü cumhuriyeti kurmak için yurda dönerlerken 28 29 Ocak 1921 gecesi Karadeniz açıklarında burjuvazi tarafından haince katledilmesinin 90. yılında andık.



"TKP'liler buluşuyor 15'leri Anma Etkinliği" İstanbul, Ankara ve Mersin'de yapıldı. Mersin'deki etkinliğimiz aynı zamanda Mersin Ürün Temsilciliğinin açılması sebebiyle ayrı bir öneme sahipti.

Etkinlikler, başta Onbeşler ve TKP safında şehit düşenler olmak üzere tüm devrim ve sosyalizm şehitleri için saygı duruşunun gerçekleştirilmesi ve Enternasyonal marşının okunmasıyla başladı.

İstanbul'daki panelde Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) temsilcisi Mert Büyükkarabacak "Siyaset ve Sosyal Hareketler Diyalektiği", Sosyal İş Sendikası Genel Sekreteri Celal Uyar "Sendika ve Siyaset İlişkisi" ve Petrol İş Sendikası Sendikal Eğitim Uzmanı Erhan Kaplan "Devrimci Bir Emek Odağı Yaratmanın Olanakları" başlıklı sunumlarını yaptılar.

Ankara'da etkinliğin açılış konuşmasını TKP emektarı Bekir Karayel yaptı. Panelde Cihan Kılıçarslan "Sosyalizm mücadelesinde Mustafa Suphiler" ve Fatma Şenden "Mustafa Suphilerden günümüze sosyal politikada dönüşümler" başlıklı sunumlarını gerçekleştirdiler.

Mersin'de etkinliğin açılış konuşmasını Ürün Sosyalist Dergi Mersin temsilcisi Osman Koçak yaptı. "28 Kânunisani'nin 90. Yılında Türkiye İşçi Sınıfı Hareketinin Ulusal Soruna Bakışı" konulu panelde İsmail Kaplan ve Celal Sonuvar konuştu.

Bu sayımızda İstanbul'da yapılan "Sosyalizm Mücadelesinde Sendikalar ve İşçi Sınıfı" başlıklı panelin konuşmalarını sunuyoruz.



Siyaset ve Sosyal Hareketler Diyalektiği

Mert Büyükkarabacak

Sözlerime başlamadan önce, bir kez daha Mustafa Suphi ve Onbeşler nezdinde tüm devrim şehitlerini saygıyla anıyorum. Mücadeleleri mücadelemize ışık tutuyor. Bugün, bu konuşma çerçevesini çizerken Sosyalist Dayanışma Platformu olarak sınıf hareketinde, sınıfta yaşanan son değişmeler neler, altı çizilmesi gereken şeyler neler, bunlarla ilgili birkaç başlıktan bahsettikten sonra kendi yaptığımız çalışmalardan birkaç deneyim yani bizim bu duruma karşı ürettiğimiz yanıtlardan deneyimlerle sunumumu gerçekleştirmeyi düşünüyorum.

İşçi sınıfının içinde bulunduğu durumu değerlendirirken ilk olarak altı çizilmesi gereken şey şu: Gerçekten de 1970'lerden bugüne bir yapısal değişimin yaşandığını gözlemlemek gerekiyor. Biz bunu genel olarak proleterleşme dalgasının üçüncüsü olarak düşünüyoruz. Birincisi manifaktur birikim dönemi. İkincisi 1800'lerin ortasından başlayan ve gelişen sınıf hareketiyle ilgili bildiğimiz geleneksel bütün kurumların, sendikaların, komünist örgütlerin yaratıldığı fabrika dönemi. Üçüncüsü, daha ziyade bizim hizmet kapitalizmi diye nitelendirdiğimiz, özellikle 1970'de yaşadığımız krizden sonra finans kapitalin buna ürettiği tepki sonucunda ortaya çıkmış olan değişimlerin ürünü dönem.

Nedir hizmet kapitalizmi dediğimiz dönemin ana karakteristik özellikleri altı çizilmesi gereken yönleri? 1. Bunu bir fordist modeli ya da fabrika modelinin büyük oranda güç kaybetmesi. Bunu fabrika düzeninin bütünüyle ortadan kalktığı anlamında söylemiyorum. Fakat, sınıfın ağırlık merkezinin fabrikalarda olduğunun tartışılmaz olduğu dönemden yepyeni istihdam biçimlerinin ortaya çıktığı bir döneme doğru girmiş bulunuyoruz. Bu anlamda fabrika düzeni ve fordist modelinin sona ermesi üst başlığında tanımlanabilecek bir yapısal değişim var. İş gücünün birleşiminde ortaya çıkan bir değişim ve imalat sektöründen hizmet sektörüne doğru bir kayış. Hizmet sektöründe muazzam bir yığılma var.

Türkiye'de en son verilere baktığımızda hizmetler sektörü Türkiye'de tüm istihdamın % 48'i. Fakat hizmet sektörü tüm bu yığılmaya rağmen yoğunlaşma içeren bir alan değil. Yani, fabrikaların o klasik tarzda bildiğimiz örgütlenmeye kolaylık sağlayan biçimini hizmet sektöründe göremiyoruz. Sektörde çalışanların önemli bir kısmı kendini işçi diye nitelendirmekten bile imtina edebiliyor. İmalat sektöründe ise özellikle bu postfordist dediğimiz metodlarla ortaya çıkartılan bir biçim; çekirdekte görece iş güvenceli bir kadrolu işçi birikimi ve bunun dışında da yoğun bir taşeronlaşma ve dış halkalarda bir işçi birikimi, geçici işçiler. Part time çalışmanın yoğunlaşması, atipik çalışma biçimlerinin artması, iş saatlerinin uzaması, 1970'deki krize finanskapitalin vermiş olduğu tepki düşmekte olan kâr oranlarını arttırmak için doğrudan, nispi sömürüyü arttırmaya dönük bir müdahaleydi ve bu da çalışma koşullarını oldukça bozan bir takım sonuçlar yarattı.

Bizce, bu yaşanan değişmeler açısından bakıldığında en önemli altı çizilmesi gereken şey sınıftaki ortaya çıkan parçalanma hâli. Sınıftaki parçalanmayı birçok başlıkta nitelendirmek mümkün; sanayi hizmetler ayrışması, nitelikli niteliksiz işçi ayrışması, çekirdek çevre iş gücü ayrışması, kadrolu taşeron ayrışması. Mesela şimdi kamuda çalışan bir insan olarak bir okulda, bir eğitim biriminde bile şu anda kadrolu, 4B'li, 4C'li öğretmenler, şirket çalışanları vs. diye yaklaşık 5 6 tane farklı istihdam biçimi çerçevesinde bölünmüş durumdayız.

Şimdi, bu genel durumun ortaya koymuş olduğu sonuçlar ne bizim açımızdan? Gerçekten az önce de söylediğim gibi bu bir proleterleşme dalgası çünkü dünyanın şimdiye kadar kapitalizme açık olmayan birçok noktası kapitalizme açıldı. Tarım, teknoloji yoğun bir biçime dönüşüyor, kırlar hızlıca boşalıyor, Türkiye'de o bildiğimiz kendine yeterliliğe dayanan o küçük tarım birimleri şehirlere doğru yoğunlaşmayla birlikte eriyor. Bir proleterleşme dalgası var. Bu proleterleşme dalgası yoksullaşmanın derinleşmesiyle, çalışma koşullarının kötüleşmesiyle paralel yürüyor ve tüm bunlarla beraber olağanüstü bir işsiz kitlesiyle kuşatılmış bir proleterleşme dalgası, bunun tabii ki işçi sınıfı üzerinde olağanüstü bir etkisi var. İşçi sınıfındaki çeşitlenmenin, iş bölümünün artmasıyla, teknik gelişmenin bunun imkânlarını sağlamasıyla işçi sınıfındaki muazzam bir çeşitlenme ve parçalanma ve tabii ki hizmet sektöründe yaşanan gelişmeler. Hizmet sektörünün –demin de bahsetmeye çalıştım– en belirgin özelliği, burada hizmet sektöründe çalışan işçiler arasından sınıf bilincinin oluştuğuna, bunların mücadeleye dalga dalga katıldığına dair deneyimleri şu an için sınırlı olarak görebiliyoruz. Burada en önemlisi, belki de, bu parçalanmanın doğal bir sonucu olarak işçi sınıfının topyekûn davranma yeteneğindeki olağanüstü zayıflama. Sınıf olarak varlığını korumasına, hatta nicelik olarak bir artış yaşamış olmasına rağmen sınıfın merkezini kaybetmiş olması. Biz bunu tabii siyasi sonuçlarıyla, mücadeleye yansıyan sonuçlarıyla da çok net bir şekilde görebiliyoruz.

Dünyada sendikalı işçi sayısında çok net bir azalma var. Klasik örgütlenme biçimlerinde bir tıkanış var. Tabii ki bunu da sadece işçi sınıfının yapısında ortaya çıkan şeylerle açıklamak mümkün değil, bunun subjektif koşulları da var. Mesela sosyalizmin yaşamış olduğu geri çekilme, dünyadaki sol partilerin, sosyalist hareketlerin yaşamış olduğu sıkıntılar da bu durumu yoğunlaştırıyor diye düşünüyoruz. Şimdi, böylesi bir momentte aslında bizim üstünde durduğumuz iki temel soru; burada da kurucu özneden bahsedeceksek eğer, gerçekten de sınıf hareketinin ayağa kalkmasından, yeniden sürece damgasını vurmasından bahsedeceksek eğer, sosyalistlerin üzerine düşen görevleri tanımlayacaksak bizim bir takım soruları net bir şekilde ortaya koymamız gerekiyor. Bu sorulardan bizce en önemlisi şu; Sınıfın kitlesel kollektif davranış yeteneğini yeniden yaratmak nasıl mümkün olacaktır?

Gerçekten de en son tekel direnişiyle birlikte yaşadığımız süreci bir değerlendirecek olursak 90 gün boyunca Ankara'nın merkezine yerleşen bir işçi sınıfı gerçekliği, tüm ülkenin gündemini belirleyen bir işçi sınıfı gerçekliği fakat bunun işçi sınıfının tümü tarafından ortaya konulan kollektif anlamda güçlendirilen bir şey hâline dönüştürülmesinde ortaya çıkan zorluklar, destek grevlerinde yaşanan sıkıntılar ve eksiklikler ve 90 günlük eylemden sonra ortaya çıkan bir anda büyük bir geri çekilme ve sanki bir sene sonrasında böylesi bir Tekel direnişi yaşanmamış gibi bir momente yeniden dönmemiz. Bizim geçmişte yaptığımız çok belirgin tartışmalar vardı. "Kendinde sınıf" ve "kendisi için sınıf" ayrımı üzerinden yürüyen tartışmalar.

Bugün için bakıldığında aslında kendinde sınıfı bile ülke politik atmosferine müdahalesi açısından çok fazla görme şansımız kalmıyor. Bunu şununla birlikte söylemek gerekiyor aslında; şu anda da işçi sınıfı belki de bahar eylemlerinden bu yana en kıpırtılı dönemlerinden bir tanesini yaşıyor. Olağanüstü fazla sayıda lokal eylem, olağanüstü fazla sayıda lokal örgütlenme girişimi, sendikalara doğru bir yönelme girişimi var. Fakat, bunların bir merkezden yoksun olmasından dolayı, bu girişimler ülke politik atmosferine, hatta sosyalistlerin gündemine bile zaman zaman girmekte zorlanıyor. Şimdi bu birinci soru, kollektif yeteneği yeniden kazanmayla ilgili bir tartışma yürütmemiz gerekiyor. İkincisi, işçi sınıfının burjuvaziden ve düzenden kopuşması, yani kendisi için bir sınıf seviyesine sıçramasının imkânları nelerdir? Gerçekten de gündelik mücadelelerden, yani bu sendikal alanda yaşanan hak mücadeleleri çerçevesinde yürüyerek böylesi bir kopuşmayı yaratma şansına sahip miyiz?

İşte burada da işçi sınıfı siyasetiyle ilgili bir takım eksikliklerimizi masaya yatırmak gerekiyor. Özellikle sosyalizmin yaşamış olduğu prestij kaybı telafi edilemediği için, böylesi bir kopuşmanın yeniden yaratılabilmesi, yeniden bir sınıf iktidarı perspektifinin ortaya konulabilmesi, bunun dinamik ve politik özne olarak inşaa edilebilmesi durumuyla karşı karşıyayız. Dünyada daha önceki kopuşma deneyimine baktığımızda şunu görüyoruz. Fabrikalar döneminde ortaya çıkan bu olgu, yani işçi sınıfının bir iktidar adayı olarak dünyanın, toplumun önüne çıkması; bizim 1830'larda Lyon ayaklanmasıyla başlattığımız kopuşma sürecidir. Bu kopuşma sadece işçi sınıfının gündelik çalışmayla ilgili sorunlarından kaynaklanmamıştır. Aynı dönemde politik ortamda yaşanan, o dönemde burjuvazi ve feodalizm arasındaki mücadelede işçi sınıfının oynadığı rol, o restorasyon süreçlerinde proletaryanın devreye girmesi, özgürlük meselesine bir taraf olarak eklemlenmesi, bu kopuşma imkânının sadece gündelik mücadeleler yoluyla yaratılamayacağının da göstergesidir. Burada siyasete büyük bir rol düşüyor.

Şimdi en son yaşadığımız olaylara baktığımızda da, mesela bu Tunus'la Mısır. Çok güncel örnekler. Tabii burada direk olarak işçi sınıfının bir sınıfsal kopuşmasını, kendi iktidarı perspektifiyle hareketlenmesini göremiyorum. Çünkü yürütülen tartışmalarda da çok fazla şekilde işte bir sınıfsal subjektif unsurun eksikliğinden, işte sol örgütlerin yetersizliğinden bahsediliyor ama yine de bu coğrafyayı düşünürsek; bu coğrafya aslında hep yoksulluk isyanlarıyla, gıda ürünlerinin fiyat artışlarına karşı isyanlarla kamuoyuna yansırdı ama hiçbiri şu dönemki ağırlıkta sonuçlar doğurmamıştır. Bu sonuçların oluşmasında, alttakilerin, yoksulların, dışlananların siyasete boylu boyunca katılması ve siyasi gündeme müdahale etmesiyle birlikte gerçekten de ciddi bir siyasi taraf yaratıldığını görme şansımız var. Şimdi, SODAP olarak burada, bu sınıfsal meseleyi ele alırken kendimize koyduğumuz başlıklar. Yani bunları yapmalıyız, bu hedeflere doğru yürümeliyiz derken altını çizdiğimiz şeyler şunlar arkadaşlar: Öncelikle bu işçi sınıfı içerisindeki parçalanmadan bahsederken bizim yönümüzü verdiğimiz, kendimizi yönelttiğimiz, örgütlemeye çalıştığımız öncelikli kesimler çekirdek dışı dediğimiz ya da kadrosuz dediğimiz ya da güvencesiz dediğimiz, dışlanmış dediğimiz, varoşlar dediğimiz sınıfın en alt tabakası. Gerçekten buralarda dağınıklıktan, yaşamsal sorunlardan kaynaklı olarak örgütlenmek gerçekten zor. Ama örgütlenmenin en temel maddesine yani öfkeye ulaşma şansımız var.

Dolayısıyla SODAP özellikle 1990'lardan itibaren mücadelesinin ana gövdesini varoşlar olarak seçmiş bir yapı. Bugün sadece sınıf örgütlenmelerini sendikalar olarak düşünmemizin yetersizliğinin de altını bir kez daha çizmemiz gerekiyor. Burada işsiz örgütlenmeleri, dünyadaki örneklere de bakıldığında özellikle Arjantin'de yaşanan isyanlarda işsiz örgütlenmelerin inisiyatifini görüyoruz. İşsiz örgütlenmeleri yaratmak istiyoruz kendimize. Bunu mutlaka başarmalıyız. Bütün sınıfa tek bir taktikle, tek bir ana eksenle yürümek değil, işçi sınıfının tüm farklı öbeklerine, demin çizmiş olduğum bu farklılaşmaya, bu parçalanmaya karşı çok zengin, farklı taktikler geliştirebilmek, farklı örgütlenme modelleri geliştirebilmek. Böylece şu an da yapılması gereken şey, sınıfa tek bir örgütlenmeyle gidip bu örgütü örgütlemek değil, farklı örgütler, farklı taktikler yaratarak örgütlerin birbirleriyle dayanışmasını, bir eksende buluşmasını sağlamak gerekiyor bugünün ihtiyacı olarak. Ve gerçekten de sınıf örgütü açısından önemini görebileceğimiz dünya deneyimleri açısından bakıldığında bunların da varolan klasik sendikal örgütler içersinden değil biraz bunların dışından, çeperlerinden üretildiğini görüyoruz. Bu konuda en zengin örnekler Latin Amerika'da yaşanıyor. Fakat şunun da altını çizmek lazım. Sendikal örgütlerin içinden değil biraz bunların dışından, bunların çeperinden üretildiğini görüyoruz. Bu konuda en zengin örnekler Latin Amerika'da yaşanıyor.

Sonra şunun da altını çizmek lazım; herhâlde Tunus'ta yaşanan hareketlerde, oradaki hem komünist partinin, hem de var olan sendikaların etkisini görmezden gelmememiz gerekiyor. Dolayısıyla bu noktalarda yapılacak çok uç ve ani değerlendirmelerin de zaman zaman gerçeğin duvarına çarptığını görmemiz gerekiyor. Dolayısıyla bugünkü sınıf örgütlenmelerine bakışın altını çizmek gerektiğinde, sınıfın çeşitli parçalarıyla kollektif davranmasının artık çok daha fazla bilinçli örgütlenmeye, siyasetin çok daha fazla sendikal örgütlenmenin içine girmesine ve bir taktik zenginliği yaratmasına bağlı olduğunu düşünüyoruz. Sanayi kapitalizminde işçi sınıfının konumlanmasını yani; büyük devasa fabrikalarda bir arada olmasının, mahallelerinin bir arada olmasının, bir işçi sınıfı kültürünün popüler kültüre karşı bu kadar zayıflamamış olmasının yarattığı imkânların bugün olmadığını görerek bunların altını çizmeye çalışıyoruz.

Şimdi bu genel durum tespitinden sonra bir kurucu özneye yani, sınıf hareketini yeniden yaratmak hedefiyle yola çıkan, kendine böyle bir dert edinen, sınıfı kendine esas alan bir kurucu öznenin yapması gerekenleri biraz daha basitleştirmeye çalışırsak:

1. Alana çıkmak ve sınıfın içine girmek gerekir. Çünkü özellikle 80'ler sonrasının yarattığı en bariz sonuçlardan bir tanesi sınıf ve sosyalistlerin arasına devasa duvarların örülmüş olması. Sendikal bürokrasi, genel olarak yoksul mahallelerde özellikle tarikatlar üzerinden gelişen bir başka örgütlenme, çeteler vs. dolayısıyla sınıfın içine girebilmek bir mesele hâline gelmiştir bugün sosyalistler açısından. Sol içerisinde çok fazla öbeklenmeler yaşandı. Sınıfı örgütlemek üzere yola çıkan farklı perspektifler, sendikal öbeklenmeler ortaya çıktı. Bunlar bir süre sonra, bir takım tartışmalardan sonra, patinaj çekerek hayatın gerçekliğinin dışına çıktılar.

Yazılmış onlarca program vardır. Şimdi esas olan bu programları sınıfın içerisinde yazabilmektir. Yani hayatın ihtiyaçlarına kendimizi açabilmektir, bu noktaya gelebilmek dahi çok önemli bir mesele.

2. İş bölümü. Gerçekten de bugünkü bu zenginliğe karşı mücadele edebilmek için bunu farklı siyasi öznelerin de bir arada örgütleyebilmesi. Herkesin olanaklarını büyük oranda birleştirebilmesi ve herkesin iyi bildiği işi yaparak bu işe katkı sağlamasının önünü açacak bir örgütlenme modeli.

Koordinasyonun dahi öneminin altını çizmek gerekir. Bugün yaptığımız toplantı gibi bir takım deneyim aktarımlarının ya da birkaç hafta öncesinde "güvencesizler platformu" çerçevesinde gerçekleşen. Çünkü birbirimizin yaptıklarından haberdar olma şansımız da maalesef çok fazla olmuyor.

3. Ortak işçi meclislerinin yaratılması. Örneğin KESK'in bir kongre süreci var ve biz KESK'teki arkadaşlarla da tartışıyoruz. KESK'te artık kimin yönetici olacağının bir önemi yok. Çünkü KESK, şu anda, içinde bulunduğu durumdan daha devrimci yöneticiler aracılığıyla çıkabilecek bir durumda değil. Esas önemli olan sınıfın farklı öbekleriyle bir ortak enerji yaratacak yeni örgütlenme modeli yaratabilmek. Dolayısıyla ortak işçi meclislerinin yaratılmasını artık önümüze bir hedef olarak koymalıyız. Bunu Ekim Devriminin ilk günlerinde ortaya çıkan Sovyetler gibi sınıfın öz yönetim aygıtları olarak değerlendirmeliyiz. İşte siyasetin etkisi burada ortaya çıkmalı. Bugün sınıfa dışarıdan bilinç taşımak değil, ama sınıfa dışarıdan politikleşme taşımak gibi çok önemli bir misyonla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyoruz ve burada kendi adımıza demokratik karar alma süreçlerine kendimizi açmak gibi çok önemli görevlerimiz var.

4. İdeolojik hegemonyayı kurabilmek. AKP'nin yaratmış olduğu şu momentte –nasıl demiştik– Tunus'ta sınıfı ya da yoksulları ya da dışlanmışları böylesi bir öfkeyle devrime kalkıştırabilen güç, nasıl o Binali denen adama karşı isyansa, Mısır'da Mübarek'e karşı isyansa bugün de gerçekten var olan politik atmosfere karşı sınıfı ortaya dökebilecek bir ideolojik hegemonyadan bahsediyorum.

Şimdi zaman da oldukça daraldı ama biz bu tüm anlattıklarımız çerçevesinde neler yapıyoruz dersek iki şeyden bahsetmek istiyorum.

1. BATİS. –Arkadaşımızın da altını çizmeye çalıştığı şey– Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası. Merkez olarak Bursa'da örgütlü, 5 bine yakın üyesi var. Aslında bugün konfederasyonlara bağlı hatta toplu sözleşme yapabilen birçok örgütten çok daha etkin bir pozisyonda. Bunların yaptığı en önemli şey sınıfa bir hukuki destek vermek. Çünkü işçi sınıfı bugün var olan haklarını bile kullanabilme imkânından oldukça uzak, örgütsüzlüğünden dolayı. Toplu sözleşme perspektifiyle hareket etmiyor, işyeri örgütleme gibi bir perspektifle de hareket etmiyor fakat dediğim gibi oldukça farklı orijinal yönleri olan özgün bir sınıf örgütlenmesidir.

2. Dayanışma evleri. Bunlar da yine bizim varoşlarda dışlanmışlar arasında bir yaşamsal dayanışma örgütü olarak çalışan bir örgütlenmemiz. Şu süreçte biraz ivmesini kaybetmiş olsa da özellikle 2000'lerin ortalarında çok önemli işler yaptı. Burada da yapmaya çalıştığımız şey aslında bütün bu dışlanmış kesime, yani bırakalım bir kadrolu çalışmayı, bırakalım bir toplu sözleşmeyi, günübirlik karnını doyurma derdiyle karşı karşıya olan insanlara yaşamsal destek sunan sınıfsal örgütlenmeler. Bu insanların ancak dayanışma içerisinde bir güç olarak hayatta kalabileceklerini ispat etmeye çalışan dayanışma örgütleri. Bunların benzerleriyle Latin Amerika'da Venezüella devriminde çok fazla karşı karşıya geliyoruz. Bunlar neler yaptı? Bunlar eğitim, sağlık dayanışmaları kitap paylaşımları yapıyorlar. İş yerinden parasını alamayan işçinin parasını alan sokak sendikaları oradaki yozlaşmaya, çürümeye karşı mücadele eden gençlik birimleri şeklinde tam anlamıyla bir yaşam örgütlenmesi olarak çalışmaya gayret eden bir örgütlenme.

Şimdi son olarak şundan bahsetmek istiyorum. Sınıfın parçalı yapısına karşı bizim oldukça özgünlüğe, her bir öbeğin kendisini örgütlemeye çalışacak taktiklere ve bunları da koordine edecek, bu zenginliği hep birlikte yürütebilecek bir merkezî müdahaleye ihtiyacımız var. Dolayısıyla, burada subjektif unsur çok önemli. Yani sınıfı örgütlemenin kendisi belli bir momente geldikten sonra eğer bir üst noktaya sıçrayamıyorsa bunun kendisi de bir süre sonra etkisizleşmeye başlıyor. Bu da, subjektif unsur, ideolojik unsur, sosyalizmin yeniden bir alternatif olarak kendini ortaya koyabilmesidir. Hepimiz bu ihtiyacı duyuyoruz. Burada bizler 21. yy sosyalizmi başlığı altında bir tartışma yürütüyoruz. Bir ideolojik hegemonyaya karşı özellikle zengin yoksul çelişkisini esas alan, burada ortaya çıkma potansiyeli olan öfkeyi esas alan bir ideolojik müdahaleyi üretmeye, geliştirmeye çalışıyoruz.

Teşekkür ederim.




Sendika ve Siyaset İlişkisi

Celal Uyar


Yoldaşlar,

Yoldaşlarımızın Kemalist burjuvazi tarafından katlinin 90. yılında düzenlemiş olduğunuz toplantının benim için iki önemli anlamı bulunmaktadır. Birincisi toplantının gündemini işçi hareketinin oluşturması ve toplumsal kurtuluş savaşının ta baştan önünü kesmek için önderlerimizi katleden burjuvazinin yanılmış olmasıdır. Evet yanıldılar, eğer yanılmasalardı onların ülkü ve utkuları için savaşım sürdüren bizler bu salonda olmazdık. Bu salon onların yanıldığının kanıtıdır.


Yoldaşlar,

Konuşmamda sendika ve siyaset ilişkisini irdelemeye çalışacağım. Doğal olarak komünist siyaset ile sınıf ve kitle sendikacılığından ne anladığımı anlatmaya çalışacağım.

Türkiye sendikal hareketi, içine düştüğü bunalımdan bir türlü çıkamıyor. Her üç konfederasyon da yeni bir alternatif yaklaşım üretmemenin yanı sıra işçi sınıfının hak ve çıkarlarının korunması temelinde sendikal eylem birliğini de gerçekleştirmemenin sonucu olarak gündeme gelen "sendikal rekabet" ise işçileri bölme, sözleşmeleri kilitleme, sendikaları transfer etme (DİSK'ten Oleyis Sendikasının Hak İş'le kirli pazarlığı) sonucunu doğurarak işverenlerin ekmeğine yağ sürüyor.

Ne yapacağını bilmezlik ve çıkışsızlık ortamında sendikal bürokrasi çıkış yolunu fiilen devlete yaslanmakta görüyor. Yine sendikal bürokrasi için sendikal yöneticilik konumları milletvekilliğine giden yolda ara durak olarak değerlendirilmektedir. Devletle bütünleşen sendikal bürokrasi sadece rica ediyor. Devlet ve hükümet ise her rica edişte yeni bir dayatma ile karşılık veriyor. Örneğin 2821 ve 2822 nolu yasaların yerine çıkacak yasada "noter şartı ve %10 barajını kaldırırım ama bunun karşılığında sizler de Ekonomik Sosyal Konsey'e katılmak zorundasınız" dayatmasında bulunuyor. Katılma konusunda her üç konfederasyonda birbiri ile yarışmaktadırlar. Özellikle Hak İş'e ayrı bir parantez açmak gerekmektedir. İslamcı gericiliğin siyasal örgütlenmesi AKP'nin burjuva devletini İslamcı temelde yeniden yapılandırma projesinde İslamcı sermaye çevreleriyle, onların örgütleri MÜSİAD gibi örgütlerle kol kola yeni bir "sivil" inisiyatif, ancak "takkeli ve türbanlı bir sivil inisiyatif" oluşturuyor. Ve "sivil toplum örgütü" olarak AKP hükümetinin açıktan baş destekçisi durumundadır. Türk İş konfederasyonu kamu kuruluşlarının tasfiyesi ile birlikte çoğu sendikası sıfır üye ile yüz yüze kalma sürecine girmiştir. DİSK ise sınıf savaşımından diyalog sendikacılığına evrilmenin bedelini ödemektedir. Sonuçta tümüyle devlete endekslenen sendikal hareket "resmî" bir nitelik kazanıyor. Sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma ve kuralsız çalıştırma ricalara rağmen hızla sürüyor. Özelleştirme politikalarında ısrar eden tekelci burjuvazinin bu saldırılarına karşı sendikal hareketin bir kesiminin üretebildiği tek politika ise "Özelleştirmeye Hayır" demekten ileriye gidemiyor.

Sendikal hareketteki bu olumsuzlukların temelinde ise; komünistler ile işçi hareketinin birliğinin sağlanamamış olması yatıyor. İşçi hareketinin uzağında, kendi özel ve öznel gündemiyle meşgul olan, çok parçalı komünist hareketimiz "Fabrikasız Sosyalizm Mücadelesi"nin olamayacağını anlamaktan hâlâ çok uzaktadır. Komünist hareket, işçi hareketine müdahaleyi, kendi özel gündemini işçi hareketine taşıma ya da işçi hareketinin kendiliğinden gündemine tabi olma olarak ele alıyor. Böylesi basit ve kolaycı yaklaşımların tek sonucu ise, çıkışsızlığın yeniden üretimidir. İşçi sınıfının ileri, öncü kesimleriyle bağlanmadan, sınıfın içinde geniş ve yaygın politik etki alanına sahip bir akım olarak var olmadan yapılacak çalışmaların tümü komünistleri marjinellikten ve toplumsal yaşamın kenarında politika yapmaktan kurtaramayacaktır. Bu gerçeğin artık anlaşılması gerektiğine inanıyorum. Pratik yolu ise, komünist hareketin gündemi ile sınıfın mücadele gündemini eylem içinde birleştirmekten, her ikisini de bir ve aynı kanaldan akıtmaktan geçiyor.

Hep bilinir ya da bilindiği sanılır. Ancak tekrarlamakta yarar var; tüm toplumsal sınıf ve tabakalar içinde, toplumsal yaşamın bütün alanlarında yapılan ve birbirini senkronize eden bir politik çalışma, komünist politik çalışma niteliği taşır. İşçi sınıfı içinde yürütülen çalışma ise, bu geniş perspektifin odağında yer almakta ve olmazsa olmaz bir özellik taşımaktadır.

Sınıf çalışması iki kanalda gelişir. Birinci kanalı doğrudan fabrika ve iş yerlerinde bire bir, yüz yüze sürdürülen çalışma oluşturmaktadır. Zorluğuna, zahmetine ve fiziki darlığına rağmen çalışmanın ana eksenidir. İkinci kanalı ise komünistlerin sınıfa yönelik taleplerinin, sınıfın önündeki sorunlara yönelik çözümlerin değişik propaganda ve ajitasyon malzemeleri ile sınıfa ulaştırılmasını oluşturur. Birinciyi besler, takviye eder, işini kolaylaştır. Birbirini bütünleyen bu iki kanallı çalışmanın, işçi sınıfının ekonomik, ideolojik ve siyasal mücadelesinin bütün alanlarını kapsaması gerekir. Sınıf içinde çalışan komünistler ve bir bütün olarak komünist hareket, sınıf savaşımının her alanında öncü ve yol açıcı olmak zorundadırlar. Kendini salt siyasi propaganda ve ajitasyonla sınırlayan bir komünist çalışma başarılı olma şansını taşımaz. Böylesi bir çalışma darlığı, dogmatizmi ve "sol" çocukluk hastalıklarını üretmekten başka bir sonuç vermeyecektir. Aynı şekilde sadece ekonomik bir zeminde yürütülen çalışmalar da kaba bir ekonomizmin üretimine yol açar. Sadece ideolojik alanı esas alan çalışma tarzı ise aydın elitizmini ve örgütsüzlüğü üretmekten öteye geçemez. Devrimin politik ordusunun ana gücü ve öncüsü işçi sınıfının mücadeleye kazanılmasının yolunun üç alanda birden yürütülen komple bir çalışmadan geçtiğini artık anlamak gerekir. Benim konuşmamı bu üç ayaklı mücadelenin bir ayağı olan işçi sınıfının ekonomik, sendikal mücadele ayağı oluşturuyor.


Yoldaşlar

İşçi sınıfının ekonomik mücadelesinin odağında, onun sendikal örgütleri bulunuyor. Sınıfın geleneksel örgütleri olarak sendikalar bugün de işçi sınıfının vazgeçilmez örgütleri olarak korunup güçlendirilme, dahası yeni bir açılımla yeniden yapılandırılma zorunluluğu taşıyor. Bu özellikleriyle de komünistler için özel bir çalışma alanını oluşturuyorlar.

Sınıf çalışması yürüten komünistler ve bir bütün olarak komünist hareketin işçi sınıfının ekonomik mücadelesindeki öncü ve yol açıcı görevini yerine getirebilmesi için öncelikle net ve tutarlı bir sendikal anlayışa ve programa sahip olması gerekir. Sonrasında ise sendikal pratiği, sendikaların ele geçirilmesi hedefinden arındırması. Türkiye sendikal hareketinde bugünün ve yakın geçmişin pratiği bize gösterdi ki komünistlerin, sendikalardaki çalışmaların ana hedefi olan örgütleri ele geçirip siyasi örgütlenmeye bağlı yan örgütler durumuna düşürmeyi amaçlama bir yandan sendikal örgütü üye kitlesinden tecrit ederek paralize olmasına yol açmakta, diğer yandan komünist hareketin işçi sendikası içerisindeki politik prestijini yok etmektedir.


Yoldaşlar

Konuşmamın bu bölümünde işçi sınıfı hareketinin yaşadığı bu çıkışsızlığın nedenlerine de değinmeye çalışacağım:

Son otuz kırk yıl, dünya siyasal süreci bakımından muazzam denebilecek değişim ve dönüşümlerin yaşandığı zaman dilimi olarak tarihteki yerini aldı. Bu dönemin genel yönelimi tamamlanmış bulunmaktadır. Yaşanan değişim ve dönüşüm tüm insanlığın yaşamını belirlemeye devam etmektedir. Bu durumun en önemli parçası gerçekleşmiş olan sosyalist sistemin ortadan kalkmasıdır. Dünya sosyalizminin yaşadığı oto likidasyon ve emperyalizm karşısında diz çökmesinin yarattığı yıkımın değerlendirilmesi, sonuçlarının çıkarılması, işçi hareketinin bundan sonraki gelişmesi açısından büyük önem taşıyor.

Sosyalizmin, işçi emekçi demokrasilerin yıkılma nedenlerinin en başta geleni, kuruluş sürecinde başlıyor. Gelişmiş bir sanayiye ve sayıca büyük bir işçi sınıfına sahip, ileri bir kapitalist ülke olmayan Çarlık Rusya'sında kırılan kapitalist zincirin, eşitlikçi toplum düşüncesini Avrupa'ya kapitalizmin ana vatanına taşınamaması, dünya sosyalizmine büyümemesi, tek ülkede kuruculuk pratiğine mahkûm kalması, daha kuruluş sürecinde kısıtlılıklar yarattı.

İzleyen süreçte yaşanan olumsuzluklar, sosyalist kuruculuğun yalnızca emek üretkenliğinde sağlanan ilerleme, dolayısıyla maddi teknik gelişme süreci olarak ele alınması, sosyalizmi bir kalkınma stratejisi durumuna getiren indirgemeci anlayışlar, kuruculuk pratiğini zedeledi.

  • Kitlelerin değişen ve çeşitlenen tüketim ihtiyaçlarına cevap veremeyerek hantallaşan ve bürokratikleşen merkezî planlama mekanizması etkin hâle getirilemedi. Tüketim alışkanlıkları alanı, iletişimin olağanüstü geliştiği günümüzde tamamen kapitalist medyanın yönlendirilmesine terk edildi. Yeni yaşamın tüketim kalıpları yaratılamadı. Kapitalizmin tüketim kalıplarıyla rekabete girişildi.

  • Yeni insanın yaratılamaması, emek üretkenliğinde sağlanan gelişmenin insan bilincindeki yenilenmeyle bütünlenememesi, yeni bir ahlak ve kültürün yaratılamaması, enternasyonalist bakışlı yeni kuşakların yetiştirilmesinde gösterilen atalet ve donukluk süreç boyunca aşılamadı.

  • Sosyalist demokrasilerin yerleştirilmesi, kitle inisiyatifinin ve katılımının artırılarak doğrudan demokrasinin yaşama geçmesinde başarılı olunamadı.

  • Ekonomik uygulama ve politik sistem "Reel Sosyalizmin" Marksizme katkısı adı altında teorileştirilerek dokunulmazlaştırıldı.

  • 1980'in ikinci yarısında açıklık, yeniden yapılanma ve demokrasi sloganlarıyla başlatılan yenilenme atılımı, öznel tüm niyetlerin ötesinde gerçekleşmiş sosyalizm pratiklerinin emperyalizm karşısında diz çökmesini getirdi. Yaşanan bu kendi kendini tasfiye ve kapitalist restorasyon süreci, dünyamıza yeni bir görünüm kazandırdı.

  • İki kutuplu ifade ettiğimiz dünyamız, emperyalizmin hegemonyasında, tek kutuplu bir dünyaya dönüştü. Tek kutuplu dünyamızda emperyalist kampın dayattığı "yeni dünya düzeni" olarak adlandırılan yeni dönem hüküm sürmektedir. Yeni dünya düzeni azgın bir sömürüye, ulusların –zor yolu da dahil– ezilmesine, emperyalizmin tanıdığı kadar özgürlük ve demokrasiye denk düşüyor.

  • Yeni dünya düzeni tüm uluslararası kurum ve kuruluşların işlevlerinin yeniden biçimlendirilmesini de getiriyor. Birleşmiş Milletler, yıkılan sosyalist devletlerin emperyalist kampa entegrasyonunu gerçekleştirmeyi üstlenirken, NATO yıkılan komünizm düşmanın yerine muhayyel düşmanın varsayılması altında yeni dünya düzenini tehdit edebilecek ulusal ve toplumsal hareketlere karşı yeniden biçimlendirildi. Başta Yugoslavya'nın parçalanması, Afganistan'ın, Irak'ın işgal edilmesi, gibi işlevleri üstlendi. Yarattıkları Bin Ladin, Nükleer Silah ve Terörist ülke gibi muğlak kavramlar muhayyel düşmanı temsil ediyor.

  • Bugün başta bölgemizde süren enerji kaynaklarının paylaşımı kavgası bir yandan savaş ocakları yakarak devam ederken, bir yandan da, yeni konsepte uygun olarak "demokrasi", "sivil inisiyatif" vb. olumlu kavramları kullanarak ve dolar milyarderlerinin kurduğu vakıflar aracılığıyla hükümetler alaşağı edilmektedir. Büyük Ortadoğu Projesi ile Ortadoğunun sınırları yeniden belirlenmek istenmektedir. Irak işgalini, Suriye'nin diz çöktürülmesi, İran'ın uluslararası ilişkilerden izole edilmesi süreci devam ederken patlak veren Arap dünyasındaki halk ayaklanmalarının toz bulutu altında yaşıyoruz. Tüm bu süreçte Türkiye Cumhuriyeti ve İsrail Devleti bölgesel hegemon güç olmaya dayalı rekabet politikaları kızışarak devam etmektedir. Kürdistan'da süren kirli savaş, çözülemeyen Kıbrıs, Filistin sorunu, Irak'ın işgaliyle başlayan İran'ın izole edilme politikaları ve yeni başlayan Arap dünyasındaki halk ayaklanmaları, bunların nereye evrileceği, bölgemizi patlamaya hazır bir barut fıçısı hâline getirmiş bulunmaktadır. Tüm bunlar yeni dünya düzeninin dünya ve bölgemize dayattığı çözümsüzlükler olmaya devam ediyor.

  • Yaşanan değişimin diğer yönünü, üretim teknolojisinde sağlanan muaazzam ilerlemeler oluşturuyor. Bilimsel teknolojik gelişme ve bu gelişmenin üretimde uygulanmasında sağlanan baş döndürücü hız, üretimin yapısında köklü değişimlerin yaşanmasına neden oldu. Yeni teknolojilerin kullanımı hizmetler sektöründe yeni iş alanları açıyor ve toplumun daha büyük bir kesimlerini çalışanlar kategorisi içinde işçileştiriyor. Emeğin genel anlamda niteliğini ve entelektüel düzeyini yükseltiyor. Üretim araçları ve üretim organizasyonunda sağlanan değişim, dünün ayrıcalıklı kafa emeği sahiplerinin elinden bu ayrıcalıklarını alıyor –yani sınıf profili içinde– onları üretim sürecinin içine çekiyor. Üretken emek "beyin gücünü" de kapsıyor.

  • Üretim teknolojisinde "esnek üretim" diye ifadelendirilen yeni bir imalat modeli ortaya çıktı. Bu üretim modeli çok kısa bir zaman süresi içinde pazarın ihtiyaçlarına uyarlanabilme yeteneğine sahip olmasıyla ayırt edilebiliyor. Üretimde robot kullanımı giderek gelişiyor. Sermayenin uluslararasılaşması sürecin olağanüstü yükselişi ve bunun sağladığı faiz rant gelirlerinin artışı sürece eşlik ediyor.

  • Bu gelişmelerin tümü yeni bir emperyalist iş bölümünün gerçekleşmesinin olanaklarını sunuyor. Bir avuç metropol kapitalist ülke daha çok bilgi ve teknolojinin üretimini kendinde toplayarak yeni bir entegrasyon zinciri yaratırken, bu teknolojilerin üretime uygulanışını ülke özelliklerini de hesaba katarak bir dizi ülkeye dağıtıyor. Ve böylece alt entegrasyon zincirleri yaratıyor. Bu yolla teknoloji üretiminde geri kalmış, geri bıraktırılmış ülkelerin bağımsız sanayileşme çabalarının önünü keserken, emperyalist bağımlılığı da yeni koşullarda üst düzeyde yeniden üreterek bu ülkeleri sömürmeyi sürdürme olanağı sağlıyor. Sürdürülen bu yeni uygulama, geri bıraktırılmış ülkelerin farklı bir sanayisizleştirilme sürecini yaşamalarını beraberinde getiriyor.

  • Bilimsel teknolojik gelişmelerin sonuçları salt üretim sürecinde yarattıkları ile kalmıyor. İdeolojik ve politik süreçlerde, düşünce sisteminde de bilinç bulanıklıkları yaratıyor. Gerçekleşen gelişmelerden güç alan kimi dönek Marksistler, bilimsel teknolojik devrimle proletarya ve burjuvazinin bütünüyle sınıfsal karakterlerinin değiştiğini, işçi sınıfının gerçekleştirdiği ürüne, dolayısıyla emeğine yabancılaşmanın ortadan kalktığını ileri sürebiliyorlar. Bu tezlerle, yani işçinin yarattığı ürüne kendinden bir şeyler katabilmesinin "olanaklarının" ortaya çıktığını vaaz ediyorlar. Böylelikle yabancılaşmanın kapitalizm içinde ortadan kalkabileceğinin olanaklı olduğunu, hatta gerçekleştiğini öne sürebiliyorlar. Buna bağlı olarak tek tek baktığımızda olumlu sayabileceğimiz, burjuva ideologları tarafından yeniden anlamlandırılan kavramlar etrafında "demokrasi", "kimlik siyaseti", "insan hakları", "anti militarist, sivil inisiyatif" ideolojik kavramlarla kitleleri yanıltmaya ve burjuvazinin "tarihsel haklılığını" kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Diğer yandan ise, emperyalist kapitalizmin aşıldığını, globalleşen dünyada kapitalist üretim ilişkilerinin değiştirdiği ve sermeyenin geniş kitlelere dağılarak niteliksel bir değişime uğradığını, üretimde yüksek teknoloji ve robot kullanımına bağlı olarak işçi sınıfının üretim sürecinde sönümlendiğini ve giderek yok olacağını savunmaktadırlar. Tüm bunların sonucu olarak parti, mücadele gibi şeylerin tarihsel misyonlarını tamamladıklarını vaaz ediyorlar.

  • Bilimsel teknolojik gelişmenin, yüksek teknolojinin üretimde kullanımı, kafa kol emeği ayrımı, kol emeğini üretimden dışlayarak ortadan kaldıran bir süreç işliyor. Üretimde yüksek teknoloji kullanan işçi artık okur yazar ve sadece dört işlem bilen işçi olmuyor. Ancak yüksek teknoloji bu kez kafa emeğindeki rolünü ayrıntılı bir biçimde belirleyerek bilgisayar programının bir parçası hâline getiriyor. Dünkü kol emeğinin rolü, bu kez kafa emeğine geçiyor. Akar bantta tornavidayla vida sıkan işçinin yerini, ekran karşısında kendine verilen programı gerçekleştirmek üzere gösterilen tuşa basan işçi alıyor. Bu yeni işbölümü ise, kafa kol emeği ayrımı sürecinde, kafa emeğinin kol emeği karşısında mevcut vasıflı karakterini ortadan kaldırıcı bir özellik olarak kendini gösteriyor.

    1. Kapitalist üretim içinde işçi yabancılaşma olgusunu en yüksek düzeyde yaşıyor. Sanayide günümüzde uygulanan postfordist üretim modelinde, eğer bitmiş mamulün ne olduğu ve hangi işte kullanılacağı kendisine söylenmemiş ise işçinin bunu bilme, anlama şansı bulunmamaktadır. İşçi akar bantta veya bilgisayar ekranının başında sadece kendisine verilen işi tekrar ediyor.

    2. Bilimsel teknolojik gelişmelerin üretim sürecine uygulanması, üretim yapısında değişime neden oluyor. Esnek üretim ve ürün biçimleri ortaya çıkıyor. İş yeri ölçeği küçülüyor. Büyük fabrika ve işletmeler eski üretim ölçekleri rantabl olma özelliklerini yitiriyor. Artık ham maddeden, bitmiş mamule entegre, kombina türü işletmeler terk ediliyor. Daha çok küçük ve orta boy modern teknolojiye sahip yeni bir işyeri türü gelişti. Bu türün ana işletmesi esas olarak modern montaj hattından ibarettir. Ülkenin, dahası dünyanın çeşitli yerlerinde üretilen parçalar bu ana işletmede sadece monte ediliyor. İmalatın parça dağılımı ise uluslararası rekabete üstünlük sağlama imkânı veren maliyet unsuru belirliyor. Maliyetin düşürülmesine imkân sağlayan ucuz işçilik ve nakliye kolaylıkları esas faktörü belirliyor. Yarı zamanlı çalışma, düzensiz istihdam biçimleri tüm dünyada temel istihdam biçimi olmaya aday durumdadır.


Yoldaşlar,

Konuşmamın bu bölümünde Türkiye sendikal hareketine özellikle de DİSK'e dair bir takım değerlendirmelerde bulunacağım.

Ülkemiz 12 Eylül askerî faşist diktatörlüğü tüm toplumsal muhalefeti bastırdığı gibi sendikaları da susturdu. Özellikle DİSK yöneticilerinin bir kısmını uzun yıllar hapishanede tutarken bir kısmını yurt dışına kaçmak mecburiyetinde bıraktı. Fabrikalardaki öncü işçiler de aynı akıbeti yaşarken binlerce militan işçi işsizlik cenderesine sokuldu. 12 yıl örgütsüz kalan DİSK işçileri Türk İş ve Hak İş sendikaları arasında pay edildi. DİSK 12 yıl sonra açıldığında sıfır üye ve kuruşsuz açılmak durumunda kaldı. Uzun yıllar süren ülke barajı, %50+1 barajı, noter şartı cenderesinden geçerek var olmaya çalışıldı. Bir başka zorluk da, burjuvazi tarafından çok yoğun olarak, sendikalar ve sendikacılara karşı yürütülen sistematik dezenformasyon politikasının geniş kitleler tarafından kabul görmesi, özellikle genç işçilerin sendikalardan uzak durması sendikal örgütlenmelerin önünü tıkadı.

Diğer yandan, yeniden açılan DİSK, kuruluş ve 1980'e kadar yürüttüğü sendikal politikaları yani demokratik sınıf ve kitle sendikacılığını terk ederek çağdaş sendikacılık denen özünde sınıf uzlaşmacılığına dayalı politikaları benimsedi. Sözde çağdaş sendikacılığa karşı çıkan sendikalar da en çok çağdaş sendikacılık politikalarını uyguladı. Bir başka çıkmaz ise; TKP'nin bir takım yöneticileri eliyle likidasyonunun sendikalara yansıması, TKP üyesi veya TKP'nin sendikal politikaları doğrultusunda sendikalarda yer alan sendika yöneticisi ve militan işçilerde demoralizasyon ve sendikal örgütlenmelerden çekilmek oldu. Özellikle çağdaş sendikacılık denen sınıf uzlaşmacılığına dayanan politikaların kimi TKP'li sendikacılar tarafından bu topraklara taşınması, sendikalarda yer alan TKP militanlarını çok zor durumda bıraktı. Böylesi bir süreçte TKP üyeleri ya kendiliğinde sendikalardan çekildi ya da tasfiye edildiler.

TKP'nin likidasyonu ve TKP savaş erlerinin sendikalardan çekilmesiyle birlikte DİSK politikasızlığa mahkûm oldu. Sınıf savaşımı, mücadelenin yerine ikame edilen uzlaşmacılık, diyalog, devlete yaslanma, DİSK yöneticiliğini milletvekilliğine atlama aracı olarak kullanma DİSK'i diğer konfederasyonlarla aynılaştırdı. Bu durum, aynı zamanda, burjuvazi tarafından sendikalara karşı yürütülen politikalara da bol bol malzeme sunmaktadır.

Yukarıda da belirttiğim gibi, işçi hareketinin uzağında kendi öznel gündemi ile meşgul olan sol ve komünist hareket zaman zaman ortaya çıkan sınıfın kendiliğinden hareketlerine tabi olmak ve oradan yeni bir sınıf hareketi yaratma hayallerine kapılmaktadırlar. Zonguldak Madenci Yürüyüşü ve Tekel örneğinde olduğu gibi ya da Amerika'yı yeniden keşfederek "güvencesizler" üzerinden işçi sınıfını yeniden tarif etmeye ve yeni sınıf hareketi yaratma hülyalarına kapılmaktadırlar.


Yoldaşlar

Sonuçta ortaya çıkan durum ise, krizdeki bir sendikal hareket, sınıfı bölen, sözleşmeleri kilitleyen bir sendikal rekabet ortamı ve sendikal bürokrasinin rakipsiz egemenliğidir. Sendikal hareket kendisine dar gelen, onu sıkan ve krizini derinleştiren 2821 2822 sayılı bu yasalara onları kırarak karşı çıkmak zorundadır. Ancak böylesi bir mücadele sonucunda sendikal örgütlenmede başarı sağlayabilir, sendikal çalışmanın değişik alanlardaki yeni politikaları yaşama geçirilebilir ve işçi hareketinin siyasallaşması amacına ulaşılabilir. Bu nedenle dönemin sendikal mücadele hedefi, "özgür sendikacılık" ve "özgür toplu iş sözleşmesi düzeni" olarak formüle edilmelidir. Diğer tüm çalışmalar da bu ana açılıma bağlı olmalıdır.

İşte bu hedefi gerçekleştirmek için, sınıf ve kitle sendikacılığının takipçisi olan kadrolara büyük sorumluluk düşmektedir. İşçi sınıfımız mücadele eden ve mücadele içinde kendini yenileyerek yeniden yapılandıran bir sendikal harekete ihtiyaç duyuyor. Başta komünistler olmak üzere tüm sınıf bilinçli kadroların böylesi bir bilinçle davranması, maddi ve moral gücü bu noktada yoğunlaştırması gerekiyor.

Hepinize teşekkürler.



Devrimci Bir Emek Odağı Yaratmanın Olanakları

Erhan Kaplan

Ben de "merhabalar" diyerek sözlerime başlayayım. Ben hem SODAP temsilcisi Mert arkadaşımdan, hem Sosyal İş temsilcisi olan, aynı zamanda pek çok alanda birlikte olduğum Celal arkadaşımdan dinlediklerimden notlarımı aldım. Ortaklaştığımız kısımları adım adım saymaya gayret edeceğim.

Benden bu panelde konuşmacı olmam istendiğinde, konuşmamı "Devrimci bir emek odağı yaratmanın olanakları" üzerine şekillendirmek istedim. Sebebi şu: Bugün burjuva basınının da gündemine girmiş, bizim de konuştuğumuz iki konu var. Birisi Mısır, bir diğeri de Tunus. Her iki ülkede yaşananlar aslında biraz böyle bir odak yaratmanın da ihtiyaç hâline dönüştüğünün bir göstergesidir. Bunu konuşmanın ilerleyen kısımlarında biraz daha anahatlarıyla belirtmeye çalışacağım.

Şimdi çok kısaca, konuşmama bir temel olması açısından günümüzü de içeren bir geçmiş hatırlatması yapayım. Sosyalistler olarak neleri yaptık, neleri yapamadık olmak üzere bir kısa çerçeve çizmek istiyorum. Bunun için de yaklaşık 30 yıllık bir sürece kısaca değinerek günümüze gelmek istiyorum. Çünkü, dünyamızda yeni bir dönem başlıyor. Öncelikle herkesin, özellikle de sosyalistlerin ve ülkemizin geleceğini değiştirmek isteyen devrimcilerin bilinçlerine çıkartması gereken şu: Bir dönem kapandı ve o kapılar bir daha açılmayacak. Yeni bir dönem başladı, fakat yeni dönemin kısa vadede sosyalizm açısından neler getireceği henüz bütün yönleriyle anlaşılacak kadar açık değil.

Fakat net olan bir şey var, eski dünya yok oldu gitti.

Neydi bu eski dünya? 30 yıldır bütün halklara dayatılan bir iktisadi ve siyasi politika bulunmakta. Türkiye'den örnek verecek olursak, ama sadece Türkiye açısından değil, benim bütün saydıklarımı gerek Latin Amerika'da, –Mert arkadaşım bu konudan yeterince bahsetti– gerek Asya ülkelerinde, gerek Avrupa ülkelerinin hepsinde görmek mümkün, hepsinde de ortaklaşan, bir standart tez ve ideoloji vardır. Bunlar neoliberal tezler olarak adlandırıldı. Yani, yeni dönemin, yeni liberalleşmiş dönemin politakaları ve tezleri. Öz olarak, çok basitçe, nedir neoliberal düzen, dediğimizde karşımıza çıkan tek bir cümle var: "Devlet hiçbir şekilde iktisadi alana, ekonomiye müdahale etmez".

Bu sözün zihinlerde bir anlam taşıması için sürecin öncesini de bilmek gerekiyor.

Öncesinde şu vardı; devlet hemen her alana müdahale etmek zorunda kalıyordu. Devlet sağlığa, eğitime, ulaşıma, kimi yerlerde kiralara ezilenler lehine müdahale ediyordu. Kısacası sosyal devlet denilen olgu vardı. Fakat iktisatçı arkadaşlarım bunun ayrıntısını bilebilirler, dünya çapında 70'li yıllardan başlayarak kâr oranlarının düşmesiyle, yani sermaye sınıfının, kapitalistlerin elde edecekleri kâr oranlarının düşmesiyle birlikte dünyada bu durum değişmeye başladı. Daha önce de halklara sosyalizmin korkusuyla bazen parasız verilen her hakkı elimizden alıp bunları özel sektöre devredip yeni sermaye alanları, yeni kâr alanları açmaya gayret edilen bir süreç başladı. En azından buna niyet edildi.

Fakat insanlara siz onlarca yıl boyunca, birkaç kuşak boyunca, eğitimi, sağlığı, ulaşımı vs. parasız ya da geniş halk kesimlerinin kolaylıkla karşılayabileceği ölçüde düşük fiyatlarla temin ettiyseniz, bunu bir anda "Ben tüm bu haklarınızı alıyorum, düne kadar bedava verilen bu hakları bundan sonra yüksek fiyatlarla vereceğim." derseniz olamaz, bunun bir bedeli olur. Değişik ülkelerde değişik bedelleri olur. Kapitalist ülkeler arasında demokratik hakların kısmen de olsa daha fazla olduğu yerlerde böylesi bir durumun sonucu seçimlerde yenilgiyle alınır. Bu tezleri bir anda uygulatmaya kalkan ve sosyal hakları kısan hükümetler, iktidarı kaybederler. Latin Amerika gibi, Türkiye gibi sınıfsal çelişkilerin daha keskin olduğu toplumlarda ise, böylesi tezleri kabul ettirmenin, bunu topluma dayatmanın yolu darbelerden, kontrgerillalardan, jitemden geçer.

Ama bundan daha önemli bir konu var. Her şeyin bir bedelinin olduğu, devletin asla iktisadi alana müdahale etmeyeceği fikri sadece zor yoluyla dayatılamazdı. Bunun için adım adım giden bir süreç izlendi. Öncelikle "Hayatta her şeyin bir bedeli vardır; okula gönderiyorsan bunun parasını ödemen gerekir, hastahaneye yattıysan tabii ki bunun parasını ödemen gerekir" diye bir düşünce kafalara yerleştirildi. "İnsanlar çalıştığı kadar alır, devlet de asla ekonomiye müdahale edemez." 30 yıl boyunca böyle bir ideolojik hegemonya altında –o süreçlere ben girmeyeyim kısmen iki arkadaşım da değindi–, sosyalist sistemin yıkılışına varana dek geçen bir süreci yaşadık. Sosyalist sistem bile, evet herhâlde kapitalizmin bildiği bir şey vardı, bu kadar insan yazdığına, konuştuğuna göre mutlaka bir temeli vardır düşüncesiyle başka bir tarafa gitti. Konumuz değil, ayrıntısına şimdi girmeyeceğiz ama herkesin bildiği gibi, Ürün dergisinde konu ayrıntılı olarak defalarca değerlendirildi.

Ama öncelikle zihinlerin ele geçirilmesi gerekiyordu, beyinlerin ele geçirilmesi gerekiyordu ve o yapıldı. Bireycilik, özel sektör güzellemeleri genel olarak kabul görmeye başladı. O yapıldıktan sonra insanlarda kamuculuktan kaçınmak başladı. Özellikle kamuda örgütlü olan sendikacı arkadaşlarım bilir, kamuda örgütlü olan işyerlerindeki işçiler bile özelleşmenin herhangi bir zararı olmayacağını söyleyip "salın gitsin" dedikleri noktaya gelmişlerdi. Buna bir kısım soldan da bir anlamıyla destek olunmuştur. "Mademki bir kapitalist sistemi yaşıyoruz, mülkiyetin devlette mi, kamuda mı, özel sektörde mi olduğu çok önemli değildir" gibi bir düşüncenin yansımasıyla, biz adım adım kamunun elindeki bütün tesisleri, işletmeleri ve haklarımızı elimizden çıkarttık.

Bu bizim açımızdan kaybedilmiş bir durum.

Ama işte o kapandı dediğimiz dünyanın içinde bu neoliberal tezler de bulunuyor. Artık en azından ideolojik anlamda böyle bir argüman geçerli değil. Çünkü devlet asla müdahale edemez düşüncesi kitlelere yansıtıldı, kitleler bu görüşe uygun olarak şekillendi.

Fakat sonuç olarak kapitalist devletler ne yaptı? Yaklaşık olarak 3 4 yıldır dünya çapında krizlerle boğuşuyoruz. Bu krizin 70'li yıllarda açığa çıkması gerekirken bir şekilde ötelendi. Ayrıntısına girmeyelim ama bir şekilde ötelendi.

İşte bir önceki dünyanın temeli dediğim neoliberal tezlerin insanların zihnine yerleşmesi için, Celal arkadaşımın da bahsettiği gibi, dünya çapındaki büyük kuruluşlar, sözde bağımsız kuruluşlar, Dünya Bankası gibi, Birleşmiş Milletler gibi, İMF gibi bütün bu kuruluşların verdikleri fonlarla destekledikleri, teşvik ettikleri akademik çalışmalara bakarsanız bütünüyle, neoliberal tezlerin halklara, insanlara nasıl uygun olduğunu anlatan; bunun aksine, kamuculuğun, sosyal hakların, sosyal getirilerin aslında ne kadar insan doğasına aykırı olduğunu iddia eden tezlerin teşvik edildiği bir dönemdi.

Bu dönem bugün bitti. Nasıl bitti? Yaklaşık 3 4 yıldır devam eden, çok daha da devam edeceği belli olan, eskisi gibi bir alev olmaktan ziyade yangın olarak tanımlanabilecek bir kriz var. 1929 Buhranından örnek veriliyor; "başladı 3 4 yıl sonra etkisi de yok olup gitti" vs. gibi, ama bu öyle bir şey değil. Adım adım, azalıp çoğalarak ama yok olmadan çok daha uzun yıllara yayılacak bir bunalım olduğu söyleniyor. Hatta bunalımdan çıkışın bizler açısından, sade bir insan açısından en büyük göstergesi bilirsiniz, şudur: Eğer çalışacak bir işiniz varsa, bu işten de insanca bir gelir elde edebiliyorsanız mesele değildir. İşte şimdi bunalımdan çıkıldığı iddia edilen Amerika'da bile işsizliğin bir önceki döneme, bunalım öncesi döneme denk hâle gelebilmesi için en az 10 yıl geçmesi gerektiği iddia ediliyor. Dolayısıyla bunalımdan vs. çıkılmış değil. Ama bundan, tüm toplumsal kesimlerin bunalımdan etkilendiği gibi bir şey anlaşılmasın. Bir kesim bunalımdan, denildiği gibi, kurtuldu. Nasıl kurtuldu? İşte hani devlet asla müdahale etmez denilen, yani neoliberal tezlerin temeli olan o argümanı yok ederek, devlet bütün kapitalist sisteme müdahale etti.

Ama kimlere müdahale etti? Kapitalizm 1929 Bunalımından işsizlere para vererek, işsizleri gerekli ya da gereksiz işlerde istihdam ederek, sosyal harcamaları arttırarak, eğitimlerini, sağlıklarını vs. parasız sağlayarak, son olarak da dünya savaşına girerek çıktı.

Şimdiki dönemde ise emekçilerin güçsüzlüğünden, ideolojik hegemonyanın devam etmesinden de kaynaklı, karşısında sistem olarak sosyalist bir alternatifin de olmamasından kaynaklı olarak devletin müdahalesi yoksul halk kitlelerine dönük olmadı. Milyarlarca, trilyonlarca dolar bankaları, sahtekârları kurtarmaya harcandı. Banker Kastelli benzeri, Titancılar benzeri sahtekârları kurtarmaya harcandı. Günümüzdeki sonuçlara baktığımızda, bankaların hepsinin kârlarına kâr kattıkları, emeğiyle geçinenlerin ise giderek daha fazla sefalet içerisine girdikleri görülüyor. Dünyamız, kapanan bu yeni dünyanın etkilerinin de uzantısıyla, tarihte ilk defa iflas eden şirketlerin yanı sıra, iflas eden ülkelerle karşılaştı. Bir çok ülke "Ben iflas ettim, bundan sonra hiçbir şey ödeyemiyorum." noktasına gelebildi. Hepimizin bildiği gibi, refah devleti denildiğinde, refah devleti uygulamaları denildiğinde, Kıta Avrupası denilen Avrupa Birliği ülkeleri ile çeperleri akla geliyordu. Ama biliyorsunuz, geçen 2010 yılı, bu "refah" devletlerinde, Yunanistan'da, Bulgaristan'da, Romanya'da, Çek Cumhuriyeti'nde, İzlanda'da, İspanya'da, Portekiz'de, Almanya'da, Fransa'da günlerce süren grevler, direnişler ve ayaklanmalarla sona erdi.

Şimdi yeni bir döneme doğru geliyoruz. Bu emekçi düşmanı tez çöktü, ama karşı tez henüz taze. Etkisi henüz tüm kitleleri kucaklamadı. Halkların bakışı yavaş yavaş değişiyor. Yani madem ki devlet bu alanlara müdahale edebiliyor, madem ki devlet sermayedarı kurtarabiliyor, o zaman bu devlet bizi de kurtarsın. Ve bizim aynen o enternasyonal marşında söylediğimiz gibi, her şeyi biz elimize alabiliriz; hem fabrikalar, hem de toprak, her şey emekçinin olacaktır, tufeyliye, parazite, yani sırtımızdan geçinenlere ihtiyacımız yok düşüncesinin de öncelikle kafamızda oluşabilmesi gerekiyor. Çünkü devrimci bir teori olmadan devrimci pratikler, devrimci müdahaleler olamaz ama, bu devrimci teori kafamıza yerleşmeden, yani, evet bu iş olabilir düşüncesi kafamıza yerleşmeden devrimci dönüşümlerin gerçekleşmesi mümkün değildir, bunu asla unutmayalım.

Şimdi gelelim her iki arkadaşımın da bahsettiği iki ülkeye: Tunus'a ve Mısır'a. Tunus ve Mısır'da ne oldu? Bugüne dek olmaz denen bir şey yaşandı. Bu iki ülkede, sadece işçi sınıfına yönelmiş olanların da, devrimci mücadele için işçi sınıfından kaçıp farklı toplumsal kesimlere yönelmiş olanların da çıkartabilecekleri çok büyük dersler var. Bugün Mısır'da bir devrim yaşandı. Bu devrimin sonucu halkçı bir yönelim mi olur, sosyalizm mi olur, devrimci güçler yenilir eskisi gibi mi kalır henüz bilmiyoruz. Celal arkadaşımın da dediği gibi henüz sonuç belli değil, hakların, kitlelerin pozisyonlarında biraz karmaşıklık var, ama buna rağmen bir devrim yaşanıyor.

Ne demektir devrim, biraz kendimizi hatırlayalım, ustalarımızı, hocalarımızı, eski tezlerimizi hatırlayalım. Nedir eski tezlerimiz? Tunus'ta bir devrim gerçekleşiyor, halklar ayakta. Tunus'ta artık insanlar eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Tezlerimizi hatırlayalım. Bir ülkede devrim olabilmesi için Lenin diyordu ki, üç şeyin gerçekleşebilmesi gerekiyor;

O ülkede artık insanların eskisi gibi yönetilmeyi istememesi gerekiyor.

Yönetenlerin de eskisi gibi yönetemez duruma gelmesi gerekiyor. Ama, Lenin sadece bu iki şart yetmez diyordu, işte biz şu anda o "yetmez" noktasını konuşuyoruz. Niye yetmez bu iki şart.

Lenin, bir şart daha var, o da eskisi gibi yönetilmek istemeyenlerin ülkede nasıl bir iktidar istediklerini onlara gösterecek bir özneye, partiye, örgüte, organizasyona, adına ne derseniz deyin, bir şeylere ihtiyaçları vardır, diye işaret ediyordu.

İşte bu ülkeler açısından biz henüz bu ilk iki aşamadayız. Güçlü bir komünist partinin, yığınlarla kucaklaşmış bir partinin eksikliği hissediliyor.

Tunus'ta halklar ayağa kalktı, insanlar eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar, hükümet eskisi gibi, iktidar eskisi gibi yönetemiyor. Türkiye'de ise, Roni Margulies diye bir arkadaşımız var. DSİP adlı, Başbakanın bile övgülerine mazhar olan, adında devrimci, sosyalist ve işçi sözcükleri geçen bir partinin sözcülerindendir. Belki ismini duymuşsunuzdur, "yetmez ama evet" kampanyasını yürütenlerden biridir. Hatta yumurtalı protestolara maruz kalmıştır. Kendi aramızda konuşuyorduk, sol sayılan birine, her şeye rağmen sol içinde sayılabilecek birine yumurta atılır mı, atılmaz mı diye. Neyse, işte bu arkadaş, işçiler orada grevlere çıkıyor, halk ayaklanıyor, devrime yürüyor, Zeynel Bin Abidin adlı diktatörü ülkesinden kovuyor. Bu adam ise oturup dalga geçiyor. "Orada bildiğiniz gibi değil kardeşim, bunların üçü beşi kalkarlar ve ondan sonra gerisin geri otururlar" diye alay eden yazılar yazabiliyor.

Peki hemen ardından Mısır yaşanıyor. Mısır yaşandığında ise bu kez aynı şey söylenmedi. Görüyorsunuz, süreç çok hızlı gelişiyor. Bu kez biraz susuldu, sebebi ise şu: Mısır'da da olunca, yavaş yavaş acaba mı diye başka yerlere gelinmeye başlandı.

Şimdi bizi burada ilgilendiren nokta ne?

Hayat devrimcilerin her şeye hazır olmasını gerektirecek kadar çeşitlilikle dolu, yeniliklerle dolu, sürprizlerle dolu. Siz eğer kafaca hazır değilseniz, devrimci durum geldiğinde bile ondan haberiniz olmayacak. Roni Margulies'i devrim yapıldığında, iktidar el değiştirdiğinde bile inanmaz hâlde yazılar yazarken görebileceğimizi düşünüyorum. Onun gibi, Nabi Yağcı'nın da aynı şeyi yazmaya başlayacağını düşündüm.

Çünkü Türkiye'de bugün baktığımızda yönetilenler aslında eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Türkiye insanlarına baktığımızda halkların, işçi sınıfının, emekçi kitlelerin mevcut kapitalizme itirazları olduğu görülüyor. Kürt halkı bütünüyle eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Başka kimler istemiyor? İşçiler eskisi gibi yönetilmek istemiyor. İşçiler istemiyor, aleviler de eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Yeter artık, görünmezlik, yok sayılma son bulsun diyorlar. Şeriat tehlikesi gören, çağdaş bir yaşam taleplerinin tehlikede olduğunu düşünen ezici bir kesim de şimdiki gibi yönetilmek istemiyor. Mert arkadaşımın başta söylediği gibi, orada burada yüzlerce yerde, sadece kıpırtı da değil, gümbür gümbür işçiler eylemler içerisinde. Ne yazık ki o eylemlerin tümünün, bir taraftan yoksul halkın, bir taraftan işçilerin, emekçilerin, ortak yere kanalize edilebilme durumu henüz yok. İşte biz onu konuşuyoruz.

Peki bu noktada bahsettiğimiz devrimci emek odakları niye önemli? Bakın Mısır'da ne oluyor? Bir yanda, halk günlerce Tahrir meydanını işgal ediyor. Diğer yanda, on binlerce işçi greve çıkıyor. Yani biz sadece fabrikaları mı hedeflesek daha iyi olur, yoksa gecekonduları mı hedeflesek devrimi daha hızla gerçekleştiririz? Bunun diyalektik bir bütünlüğünü Bolşevikler gerçekleştirmiş, Kübalılar gerçekleştirmiş, farklı farklı ülkeler gerçekleştirmiş, biz de bu ülkede gerçekleştirebiliriz. Nasıl ki Tunus'ta yoksulların ayaklanmasının hemen ardından Tunus genel işçi sendikası grev ilan ettiyse ve Tunus'taki bu işçi sendikası hükümete sonradan geri çektiği üç bakan verebiliyorsa bunun sebebi bu diyalektik bütünlüktedir.

Bugün Tunus'ta 14 Ocak Cephesini kurduklarını ilan eden ve devrimin derinleştirilmesini isteyen güçler var.

Bakalım bu güçlerin yapısı Türkiye'ye benziyor mu? Bu siyasal güçlerin birinin adı, Sol İşçiler Birliği. Diğerinin adı Birleşik Nâsırcı Hareket, Mısır'ın efsanevi lideri Cemal Abdül Nâsır çizgisinden gelmedir –kamucu, anti emperyalist bir çizgiye sahiptir. Ulusal Demokratik Hareket, niteliğini bilmiyorum ama solculara daha yakın olduğunu biliyorum. Ulusal Demokratlar, Baas Hareketi, Bağımsız Solcular diye bir örgüt, Tunus Komünist İşçi Partisi ve Ulusal Demokratik Emek Partisi. Kısacası bu cephe içinde ülkedeki tüm devrimci, demokratik güçler yer almış. Yani Tunus'ta kendilerine ilerici güçler denen kesimler, örgütler bir araya gelip bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bunun ardından ne çıkar, bilmiyoruz, hep birlikte bakacağız. Ama umuyoruz ki, bu cephe Tunus'ta yeni dönemin devrimci dalgasının ilk başlatıcısı olabilir, olmayacak bir şey değil.

Şimdi aynı soruyu ülkemiz için sorsak, Türkiye'de bir şeyler değişir mi diye, çoğunlukla değişmez cevabı alabileceğimizi düşünüyorum. Çünkü Türkiye böyle değil, şöyle değil, oraya benzemez, buraya benzemez.

Biz şimdi 2011 yılındayız. 1917 devrimleri öncesinde, 1917 Ocak ayında Lenin'in bir yazısı var, dünya savaşı patlamış, dünya savaşını değerlendiriyor, 1905 devriminin derslerini tartışıyor. Lenin, yazısında her ne kadar bizim kuşak sosyalist bir devrimi göremeyecekse de diyor. Bu yazıyı yazmasından bir yıl geçmeden Bolşevikler iktidarı ele geçirdiler!

Ama Lenin'in, Bolşevik hareketin farkı şu ki, onlar kendilerini gelişebilecek her duruma karşı hazırlıklı kılacak mekanizmaları ellerinde bulunduruyorlardı. Belki biz devrimi göremeyeceğiz diyor, ama kafaca iktidarı almaya sürekli hazırlar, uygun ortam geldiğinde biz işçi sınıfı olarak iktidarı ele alacağız diyorlar.

Bu tutuma dair bir örnek vermek istiyorum, bundan yüzyıl öncesinden.

1911 yılında, yani tam 100 yıl önce İstanbul'da Kağıthane'de ya da Haliç'in herhangi bir yerinde ya da burada Beyoğlu'nda bu toplantıyı yapan komünistlerin yerine, misal olarak o zaman Osmanlı Amele Fırkası var, onun üyelerini koyunuz. 100 yıl öncesine dönünüz ve kendinizi 100 yıl önceki komünistlerin yerine koyup bir düşününüz.

Bu ülkede bir değişim olur mu sorusu etrafında bir toplantı yapıyor olsak. 1911 yılındayız ya, içinde bulunduğumuz ülke öylesine güçlü Osmanlı Devleti ki, muhtemelen yoldaşların çoğu bu devleti hiç kimse yıkamaz değerlendirmesi yapardı. Ama, misal olarak bu Amele Fırkası üyeleri bu toplantıyı yaptıktan yaklaşık 1 yıl sonra Balkan Savaşı patladı. Osmanlı Balkanlardaki bütün topraklarını kaybetti. O toplantıdan 7 yıl sonra, yani 1918'e gelindiğinde ise Osmanlı Devleti bütün Arap Yarımadası'nı, Irak'ı, Filistin'i, Lübnan'ı kaybetti. Aynı yıllar içerisinde Mısır'la bütün bağı koptu, Kıbrıs'la bütün bağı koptu vs. vs. Hatta bütün Anadolu da emperyalistlerin işgali altına girdi. Yani alt tarafı on yıl içerisinde, 1911'den 1921 yılına gelindiğinde koskoca Osmanlıyı oluşturan toprakların 5'te 4'ü ortadan kalkmıştı.

Kendimizi o dönemin komünistlerinin, o dönemin gecekondularında yaşayan insanların yerine koyduğumuzda acaba bu değişikliği görebilir miydik? Sanmıyorum. Ama o dönem göremememiz normal sayılabilirdi, çünkü daha önce böyle olaylar yaşanmamıştı. Bugün ise, biz böylesine köklü dönüşümlere hazır olamazsak, yani zihnimizi devrimcileştiremezsek, önce devrimci bir değişimi kendi zihnimizde yapamazsak, devrimci bir durum doğduğunda da bizlerin yükselen halk hareketlerine uygun cevaplar veremeyeceğimizi biliyorum. Unutulmasın ki, tarihte böylesine fırsatlar insanlığın önüne defalarca gelmez.

Bu noktada ben, bu toplantıda hem çok eski dostumuz Sosyal İş'ten Celal arkadaşımın, hem de SODAP'ın temsilcisi Mert arkadaşımın bu noktada çok ortak sözler sarf ettiğimizi gördüm. Bu da beni sevindirdi.

Ürün devrimci yapıların bir aradalığını zaten savunmakta. Mert'in söylediklerinden biri olan, işçi eylemlerinin artık sosyalistlerin bile gündemine girmediği tespiti de doğru. Bu bir zayıflık, sınıfın içerisine girme ihtiyacı var, dedi. Çok doğru bir tespit; daha fazla sosayalistler arası ortaklaşma, daha fazla ortak iş yaparak yeni yönelimleri belirleme dedi, bu da çok önemli.

Celal arkadaşım da aynı şeyleri söyledi. Komünistler ve işçi hareketi arasında bir kopukluk var dedi. Bu kopukluğun giderilmesi zorunludur tespitinde bulundu.

Bugün Türkiye işçi sınıfı bir değişim gerçekleştirecekse, bu değişimi siz dışardan durup ona devrimci bir bilinç aşılayarak yapamayacaksınız. Kitleler ayaklandı. Tunus'taki, Mısır'daki kitleler ayaklandı. Ben aynı ortamı bugün Türkiye için düşünüyorum. Örneğin, bugün tüm Türkiye'de, Konya'da, Sivas'ta, İstanbul'da, Kocaeli'nde kitleler, on binler sokağa çıkmış olsaydı, öncüsü kim olacaktı? Merak etmeye gerek yok, öncüsü biz olacaktık diyorsak, zaten sorun yok. Ama hayır, başka organize güçler var, bizim dışımızda da güçler var, biz mutlaka onlardan daha organize, mutlaka onlardan daha bilinçli olmak durumundayız tespitini yapıyorsak, daha fazla ortaklaşmaya ihtiyaç vardır.

Sosyalistlerin de tüm bu konuları konuşup çok daha fazla birlik, çok daha fazla işbirlikleri konusuna eğilmeleri, aynı amacı güdenlerin farklılıklarıyla birlikte yeni cepheler oluşturmaları gerekmektedir. Yeni bir devrimci emek odağı yaratma hususunda adımlar böyle atılmalıdır kanısındayım.

Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.



Mustafa Suphi ve 15'leri Anarken

Hasan Tezcan

Bölüm 1

15 Kânunusani 1919 (Rosa Luxemburg   Karl Liebneckt)

28 Kânunusani 1921 (Mustafa Suphi ve yoldaşları)

5 Kânunusani 1980 (Celalettin Kesim)

19 Kânunusani 2007 (Hrant Dink)

20 Eylül 1992 (Musa Anter)'leri unutmayalım!


90 küsur senedir ince, uzun ve kanlı bir yolda yürüyoruz. Tüm bu politik cinayetlerin ortak yanı, "faili meçhul" kalmalarıdır. 15'ler de böyle, Celalettin de böyle, Musa Anter de böyleydi ve şimdi Hrant Dink de böyle sürdürülüyor. Demek ki, 90 küsur senedir gelenek değişmemiş. Demek ki, yukarıda sayılan güçler, her ne kadar farklı ve ayrı hareket etseler de, aynı merkez bunları idam sehpalarında birleştiriyor. Öyleyse gelecekle ilgili tasarımlarımızı dil din milliyet cinsiyet farkı gözetmeksizin, yeniden ve aklı selimle gözden geçirmemiz kaçınılmazdır.

Peki, adı Cumhuriyet olan bu düzen nasıl kuruldu? Kuruluşundan 15 sene kadar öncesine gidersek, 1908'de İkinci Meşrutiyet denilen olayla karşılaşıyoruz. Bugünkü deyimiyle anayasal parlamenter monarşi, yani Parlamento Sultanlık ortaklığı. Bu hareketin ardında, çoğunlukla askerî bürokrat kadroların yer aldığı İttihat Terakki hareketi vardı. İttihat Terakki kadroları genellikle "dünyayı ben yarattım" tiplerden oluşuyordu ve gerçekte Almanya'nın işbirlikçileriydiler. Bu nedenle bu süreçte, ülkenin bir adı da, tesadüf değil, Almanlara göre "Enver Land" idi. Bunu bilen diğer emperyalist güçler, Balkan halklarını ayaklandırarak 1912 13'te Balkan Savaşı'nı başlatıverdiler. Osmanlı kısa bir sürede Balkanlardan çekilmek zorunda kaldı. Balkan halkları gerilla savaşı tarzında savaşıyorlardı. Osmanlı düzenli orduları bununla başa çıkamayınca, Enver Paşa'nın öncülüğünde "Teşkilat i Mahsusa" kuruldu. Osmanlı, İttihat Terakki'nin ünlü Triumvirası, yani ünlü üç paşası Enver Talat Cemal öncülüğünde ve Almanya'yla birlikte birinci büyük savaşa sürüklendi. Savaş sürecinde ve yine bu paşaların öncülüğünde, 1914 15'lerde Teşkilat ı Mahsusa'nın organizatörlüğünde Ermeni soykırımı da uygulanmıştır. Savaşın sonunda, savaş suçlusu olan bu paşalar ülkeden kaçınca, arta kalan kadrolardan (B) takımını kuran Mustafa Kemal, sahneye çıkacaktır. Aynı hamam, aynı tas, aynı silahşörler. Düne kadar en büyük padişah diyenler, Osmanlıdan eser kalmayınca, Cumhuriyetçi olacaklardır.


Bölüm 2

1921 yılı Ocak ayının 28'ini 29'una bağlayan gece, Trabzon açıklarında seyreden bir motora, arkadan gelen bir diğer motor yetişti. İki tekne borda bordaya geldiler. Limanda silahsızlandırılmış ilk teknedeki yolcuların aksine; arkadan yetişenler dişinden tırnağına silahlıydı. İlk teknedekiler, 4 ay, 20 gün önce kurulan Türkiye Komünist Partisi'nin, Genel Başkanı Mustafa Suphi dahil, önder kadrosuydu. Arkadan yetişenler Trabzon limanı kâhyası ve Kuvayı Milliye kumandanı Yahya Kâhya'nın adamlarıydı. Komünistler işgal altındaki ülkenin bağımsızlığı için savaşmak üzere Anadolu'ya gelmişlerdi. Yahya Kâhya, Ankara'dan emir almıştı. Nâzım Hikmet'in söylediği gibi, iki motorda iki sınıf çarpışıyordu.

Mülk sahipleri sınıfı için öncelik milli düşmanlıkta değil; sınıf düşmanlığındadır. Burjuva Fransa Ordusu, Prusya desteğinde Paris Komüncülerini katliamdan geçirdi. Çin'in burjuva milliyetçi ordusu, sömürgecilerin desteğinde Şanghay işçilerinin ayaklanmalarını bastırdı, komünist katliamı yaptı vb.

21 Şubat 1921'de Londra Konferansı başlayacaktı. İstanbul Hükümeti'nin yanı sıra, Ankara Hükümeti de Konferansa davetliydi. Mustafa Kemal ve yakın çevresi, İngiltere emperyalizmine güvence vermeye çalışıyordu. TKP önderlerinin katledilmesi, Kuvayı Seyyare'nin tasfiyesi; TBMM'deki Halk Zümresi/Yeşil Ordu'nun ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası'nın dağıtılması, Londra Konferansı'nın hemen öncesinde ve eş zamanlı olarak gerçekleştirildi. Ancak İngiltere siyasetini değiştirmedi. Kemalizmin emperyalizmle uzlaşma hayallerinin ilk aşaması hüsranla sona ermişti. Sovyetlerle 16 Mart 1921'de Moskova antlaşması imzalandı.

Devletin tarihçisi Cemal Kutay Suphilerin katledilmesini yıllar sonra şöyle anlatacaktı: "Onları Ankara'ya sokmamak, Yunan'ı denize dökmekten daha hayati bir şart olmuştu. ...Ve bu şerefli vatan vazifesini nefislerine layık görenler, 28 Ocak 1921 gecesi, Trabzon açıklarında Mustafa Suphi ve on beş Yoldaş'ının cesetlerini Karadeniz'in dalgalarına teslim ettiler."1 Komünistlere, devrimcilere, düzen muhaliflerine karşı siyasi cinayetleri "şerefli vatan vazifesi" gören zihniyetin, 90 yıldır tarihçileri de eksik olmadı, tetikçileri de, hükümetleri de...

Bölüm 3

Bunları anlatmak her ne kadar bir görev ise, yeterli değildir. M. Suphi ve tüm devrimci kayıplarımıza layık olabilmek için, onların bıraktığı yerden ve onlar gibi bir eylemi sürdürmek boynumuzun borcudur. Günümüzde birincil görev, Marksizmin ilkelerine gönülden bağlı, teorisiyle pratiğiyle güçlendirilmiş, enternasyonal işçi sınıfının partisinin devamlılığını sağlayabilmektir. Fakat bunları söyleyebilmek için de göreve hazır olunması gereklidir.

Bunları Berlin'de söylememizin de tarihsel bir devamlılığı var. Bilindiği gibi Ethem Nejat, TKP'nin birinci sekreteridir ve eski bir Berlinlidir, 1918 19'larda arkadaşlarıyla Kurtuluş gazetesini Berlin'de yayınladılar. 1970'lerin TKP'si bu geleneğe bağlı kalarak, Berlin'de Kurtuluş gazetesini yayınlamaya devam etmiş, çarşı pazar, posta kutusu eylemleriyle emekçi kitlelere iletmiştir. Berlin'deki eski TKP'liler bu tarihsel eylemlerin canlı tanıklarıdırlar.

Son söz olarak söyleyecek olursak: bu ortak tarihimize baktığımızda, aynı hamamda, aynı tasla tımar edilmemizin mümkün olmadığını görüyoruz. Kirlilik artık paslanma sürecine girmiştir. Tesadüf değil, 30 seneden beri Kürt halkına karşı yapılan savaşa kirli savaş diyoruz. Bu böyle gidemez ve gitmemelidir, bunun alternatifi Yugoslavya olmaktır. Dil din milliyet cinsiyet gözetmeksizin, tüm Anadolu halklarının eşit ve özgür olabileceği bir düzen için omuz omuza mücadele vermekten başka alternatifimiz yoktur, fakat bunun kapitalist bir sistemde başarıya ulaşabilmesinin pek mümkün olamayacağını söylersek, kimse bizi karamsarlıkla suçlamasın. Bunların mümkün ve kalıcı olabilmesi için yeniden sosyalist yola açılmanın daha mutlu sonuçlar verebileceğini ısrarla söylemek istiyoruz.

1 C. Kutay, Tarih Sohbetleri Mecmuası, sayı 8, s.227, Mayıs 1968, İstanbul

 
Yazarın Diğer Yazıları
 Cengiz Çandar'ın Yeni Hedefi
 Yanlış Tarih, Yanlış Politika
 Ordu ve AKP
 Hesap Vakti
 Akıl Tutulması
 Tarih Hızlanıyor
 Merhaba
 Gündemden
 Haydi, Devrimci Dayanışmamızı Göstermeye
 Libya Gündeminden
 1 Mayıs Gündemi
 Seçimden Önce
 12 Haziran 2011 Seçiminde Tutumumuz
 12 Haziran 2011 Seçim Sonuçları
 Seçimden Sonra