Nazım Hikmet Kültür Merkezi tarafından desteklenen
"Devrimden Sonra" Mayıs ayı başında çeşitli sinemalarda gösterime girdi.
Yönetmenliğini Mustafa Kamal Aybastı'nın üstlendiği; Ali Uyandıran,
Metin Coşkun, Mert Fırat, Orhan Aydın, Aytaç Arman gibi tanınmış
oyuncuların rol aldığı filmin müziklerini ise Cahit Berkay ve Emin
İgüs'ün başını çektiği bir grup müzisyen yapmış. Gerek taşıdığı iddialı
isim, gerekse küçümsenemeyecek oyuncu kadrosunu hesaba katınca Devrimden
Sonra gösterime girmeden önce adını duyurmayı başarmıştı. Çekimlerin ise
gösterim tarihinden çok önce bittiği biliniyordu. Öyle anlaşılıyor ki
filmin asıl "banisi" olan SİP'in (Sosyalist İktidar Partisi) seçim
propagandasına katkı sağlamak üzere gösterim tarihi seçimden hemen önce
olarak ayarlanmış. Buraya kadar olan kısmı yapımcıyı ilgilendiriyor. Son
derece bilinçli olarak böyle iddialı bir isim taşıdığı anlaşılan filmin
bizi ilgilendiren kısmı ise teknik veya sinemasal özelliklerinin
ötesinde içeriği ve verdiği mesaj.
Ütopyalar ve sol
Sosyalist kültür ve sanat dünyasında ütopya kavramının özel ve anlamlı
bir yeri olduğu muhakkak. Özellikle sosyalist sanat alanında devrim,
toplumsal kurtuluş ve gelecek gibi konuların her zaman en ilgi çekici ve
üzerinde çalışılan başlıklardan olduğu bilinir. Sovyet sinemasının bu
konuları yıllarca işlediği ve bu alanda pek çok parlak örnek verdiğini
ise söylemeye gerek yok. Kısaca konu devrim olunca "devrimden sonra" ile
alakalı bir film fikri kulağa sosyalistler için elbette ilgi çekici
gelmeli. Devrimden Sonra sırf bu nedenle bile gerçek bir devrim yapma
iddiasında olan sosyalistler açısından eleştirel bir ilgiyi hak
ediyor.
Biraz daha yakından bakmadan önce ilk
sözü yönetmene bırakalım. Röportajlarındaki temkinli diliyle dikkat
çeken yönetmen Aybastı, her hâlde gelecek eleştirileri de hesaplayarak:
"Ben devrimi anlatmadım, devrim olursa ne olur'u
anlattım" Birgün gazetesi, 08 Mayıs 2011 diyor. Gerçekten de filmde ne
zaman gerçekleştiği tam belli olmayan (devrimin üstünden birkaç ay kadar
geçtiği bazı diyaloglardan anlaşılıyor) bir devrimin ertesine ilişkin
çeşitli manzaralar sunuluyor. Çoğunluğu günlük yaşamdan kesitler içeren
sekiz ayrı hikâye var filmde. Bir başka deyişle kısa metrajlı olarak
çekilmiş sekiz dokuz kısa filmin birleşimi de diyebiliriz. Mekân ve
senaryo olarak hikâyelerin arasında bir devamlılık yok. Bu da anlatılan
hikâyeden veya devrimden bütünsel bir mesaj çıkartmayı neredeyse
olanaksız kılıyor. Tabii filmi yapanların izleyiciye böyle bir mesaj
verme kaygısı var mı, o da ayrı bir soru.
Uyarı: İzlediğiniz bir SİP
devrimidir!
Görsel yetersizliklerinin ve
eksikliklerinin ötesinde, aslında yönetmenin "ben devrimi değil,
sonrasını anlatmaya çalıştım" derkenki "incelikli" cevabı bile filmin
taşıdığı büyük eksiklikleri gün yüzüne vuruyor. Elbette devrimi anlatmak
zor iş. Eskinin koca ve muazzam enkaz yığınının yıkılışını ve onu
savunan yerli ve yabancı sömürücü, işbirlikçi, gerici güçlere karşı
örgütlü halkın nasıl çetin, dişe diş bir mücadele verdiğini anlatmak
kolay iş değil. Ülkenin bugünkü politik atmosferi hesaba katılınca
egemenlerden gelebilecek tepkiler de süpriz değil. O hâlde kestirmeden
gidip sosyalizmde konut, toprak, pahalılık ve işsizlik gibi sorunların
nasıl çözüleceğini anlatmak daha kolay gözüküyor. Ne yazık ki,
bahsettiğimiz gerçek bir devrim olacaksa pek de kolay değil.
Esasında yönetmen ve yapımcı filmi kameraya almadan
önce J. Reed'in Dünyayı Sarsan On Gün'üne, J. London'un Demir
Ökçe'sine veya onlarca benzeri esere ufaktan da olsa bir göz
atsalardı dünyanın neresinde olursa olsun devrimin öncesi ve sonrasıyla
bütünlüklü bir süreç olduğunu ve emekçi kitlelerin öfkesi, gücü,
kavgası, örgütlülüğü olmadan bir devrimin ne öncesi, ne sonrası
olamayacağını kolaylıkla görebilirlerdi.
Senaryoya hâkim olan algı ise bir görme ve farketme sorununun çok
ötesinde eksiklikler ve yanlışlar taşıyor. Bu yönüyle SİP'in temsil
ettiği, "işçisiz işçi sınıfı devrimciliği" pratiğine alışkın olanlar
için filmin kurgusu hiç şaşırtıcı değil. Dahası, film taşıdığı
mesajlarla bize SİP'in devrimden ne anladığını ve SİP ezkaza bir devrim
yapsa neler olabileceğini gösteriyor. Bu yönleriyle de yıllardır sayısız
kez eleştririlere ve polemiklere konu olmuş olan Gelenek dergisinde resmedilen naif ve
irrasyonel devrimcilik anlayışının resimli hâli gibi. Başka bir ifadeyle
söyleyecek olursak; gerçek bir sosyalist devrim yapma derdi olanlar için
avantaj bile sağlıyor: Devrim ne değildir? Nasıl yapılmaz?
Filmin iyi niyetli bir çaba olup olmadığının çok
ötesinde izleyicide ısrarla uyandırmaya çalıştığı hava ise son derece
rahatsızlık verici. Dün Maraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta faşist ve dinci
çetelerin emekçilere ve ilericilere karşı katliamlar düzenleyebildiği,
kuruluşundan itibaren emperyalizmin operasyonlarının hiç bitmediği bir
ülkede, yapılan büyük devrime rağmen coşkusuz, kuru bir rahatlık havası
hâkim. Komünistler film boyunca toplumun "seçkin" ve bilinçli öncüleri
olarak karşımıza ara ara çıkıyor. Oysa ortada devrimi kitlelerin
yaptığına ilişkin hiç bir emare yok. Koca film boyunca emekçilerin
çorbada tuz düzeyinde bile işin içinde olduğunu göremiyoruz. Kısacası
SİP devriminde de "ayakların baş olamadığını" anlıyoruz.
Bir şey daha dikkat çekiyor. İzleyiciler olarak
anlıyoruz ki dünyadaki nerdeyse tüm devrimlerden sonra karşılaşılan
muazzam sıkıntılar, örneğin: emperyalizmin ağır ambargoları, iç savaş
tehdidi, gerici ayaklanmalar vb. saldırılar bizim devrimimiz için büyük
bir tehdit olmaktan uzakta. Meseleyi sinema dilinde bu şekilde ortaya
koyduğunuzda insanın Türkiye'de yapılacak bir devrimin ne kadar "rahat
ve huzurlu" koşullarda olacağına olan inancı pekişmeden edemiyor. Peki film bu ham inancı
neden bu kadar ısrarla gözümüze sokuyor? Yoksa sokaktaki insana veya
devrimci kadrolara "ürkmeye gerek yok, devrim dediysek öyle uzun boylu
değil" mesajı vermek daha mı ikna edici?
Devrim görevlilerin mi, kitlelerin mi
eseri?
Yıllar yılı egemen kültür tarafından
ısıtılıp ıstılıp önümüze çıkartılan bir solcu/devrimci/komünist
tiplemesi var. Uzunca bir süreden beri yerli dizilerde de bu figüre
alakalı alakasız zamanlarda rastlar olduk. Genelde sevimli, dürüst, çok
konuşan ancak bir o kadar da naif, sözünün etkisi ve ciddiyeti olmayan
ve amaçsız bir tip bu. Kısaca insanda gerçek bir birey olmanın ötesinde
bir karikatür kahramanı hissi uyandıyor. Anlıyoruz ki, bu tesadüfi
olarak yaratılmamış bir karakter. Yılmaz Erdoğan'ın Vizontele'sinde de,
Sırrı Süreyya'nın Beynelmilel'inde de iyi yürekli, saf ama bir o kadar
da ikna edicilikten ve inandırıcılıktan uzak bu tipleme çıkıyor
karşımıza. Devrimden Sonra'da da üstelik doğrudan sosyalist olma
iddiasında olanlar tarafından yapıldığı söylenen bir filmde devrimciler
yine karikatürize bir hâlde görünüyor. Neredeyse tüm diyaloglar
karşılıklı bir genelgeler ve talimler dizisini çağrıştırıyor.
Kollarındaki kızıl bantlardan görevli oldukları anlaşılan komünist
öncüler karşılaştıkları sorunlara bir teknisyen edasıyla yanıt
üretmekten çekinmiyorlar. Filme yapılan eleştirilerin başında kitlelerin
heyecanının yansıtılmaması geliyor. Oysa burada bir tutarsızlık yok. Tam
tersine, en devrimcilerin bile heyecansız, rutin çalıştığı bir
memlekette halk niye coşkulu olsun ki?
Devrimi
çok farklı şekillerde tanımlamak mümkün. Ancak yapılabilecek farklı
tanımlamaları ortak kesen bir kelime var mı diye baksak karşımıza
muhtemelen "halk" çıkar. Oysa, inanmak zor ama Devrimden Sonra'da halk
yok. Peki ne var? Görevliler veya tebliğ memurları! Adına her ne dersek
diyelim devrim komiteleri, konseyleri, sovyetleri partinin memuru
olarak fabrikalara, meydanlara, hastanelere gönderilen insanlar var.
Bunlar da adeta bir mübaşir edasıyla ilgilileri (galiba bu ilgililer
emekçiler oluyor) gerektiği zaman ve gerektiği kadar durumdan haberdar
ediyorlar. Yetmediği yerde kararnameler ve tebliğlerin anlatıldığı
borşürlerle halka kendi yaptığı varsayılan devrimi anlatıyorlar. Bir
devrimden sonra broşürler de, karar metinleri de, meydanları kaplayan
propaganda afişleri de olabilir. Ancak bir emekçiler iktidarından
bahsediyorsak; bu, aynı zamanda emekçilerin kendi öz ürününden de
bahsettiğimiz anlamına gelir.
Özetle,
sosyalizm üstteki bir avuç "seçkin" komünistin (o da nasıl oluyorsa
artık!) tebliğleriyle değil; zaten sınıfın içinde örgütlenmiş, yerleşmiş
devrimci unsurların partili/örgütlü müdahalesiyle kurulur. Aksi durumda,
biz büyük bir iktidar değişiminden bahsetsek bile halkın kendisinin
iktidara geldiğine inanması için tek bir sebebi bile yok demektir.
Devrim, Atatürk, Bayrak
Devrimi veya sonrasını (arada bir fark olmadığını
söylemiştik galiba!) anlatan bir filmin suya sabuna dokunmama ihtimali
de elbette olmuyor. Dahası, insan böyle bir filmden özellikle
dokunulmayana, tabulara el atmasını bekliyor. Oysa, Devrimden Sonra pek
çok tabuya dokunmuyor. Onu da geçtik, bunları "ileride çözülecek"
sorunlar kategorisine alıp şimdilik kaydıyla atlamayı bile denemiyor.
Tam tersine, yüceltiyor ve adeta gözümüzün içine sokuyor. Böylece 28
Şubat'tan bu yana "Cumhuriyetimizin kazanımlarını" koruma, kollama
vazifesi edinen ve bunu büyük gururla vurgulayan komünist partimizin
pratiğiyle de sağlam bir bağ kurmuş oluyor!
Filmin belki de en çarpıcı sahnelerinden biri, yurt dışındaki Türk
askerî birliğinin anlatıldığı bölümde karşımıza çıkıyor. Birlik
komutanına tebliğ edilen metinde "NATO başta olmak üzere emperyalist
pakt ve birliklerden çıkıldığı ve hızla ülkeye dönmeleri" emrediliyor.
Büyük bir heyecanla emri okuyan komutan hemen yanı başında duran Türk
bayrağına bakarken arkasındaki duvarda asılı Atatürk posterinden aldığı
bağımsızlıkçı güçle olsa gerek kadrajda mutlu ve kendinden emin bir
ifade sergiliyor: İşte bağımsız Türkiye! Bir sahnenin sinema dilinde
onlarca farklı anlatımı olabileceği muhakkak. Fakat kesin olan bir şey
varsa o da filmi yapanların böyle bir sahne kullanmalarının kesinlikle
tesadüf olmadığı. Tıpkı koca film içesinde; bırakın Kürt kelimesini,
ulusal sorunu çağıştırabilecek nerdeyse hiçbir şey olmaması gibi.
Böyle bir sahne ve böyle bir devrim üzerine
söylenebilecek, yazılabilecek çok şey olmakla birlikte Marksistlerin,
devrimcilerin meseleye nasıl yaklaştığına ilişkin en net yanıtı çok yeni
sayılmayacak bir tarihte Lenin: "Marks Paris Komünü deneyimine
dayanarak, proletaryanın ereklerine erişmek için hazır devlet makinesini
ele geçirip kullanmakla yetinemeyeceğini, bu makineyi kırması ve yerine
bir yenisini getirmesi gerektiğini öğretir"
diyerek söylüyor.
SİP'in
parti, devrim algısı ve gerçekler üzerine
Devrimden Sonra'nın ilk günden başlayarak genel olarak iki ayrı eğilim
etrafında eleştirildiğini görüyoruz. Birinci gruptakiler, filmin
içeriğine ve taşıdığı devrim algısına pek değinmeden, bu dönemde böyle
bir film yapılması olumlu ve desteklenmesi gereken bir şeydir diyorlar.
İkinciler ise (özellikle belirtelim ki bu gruptaki eleştirilerin çoğu
örgütlü sol veya yurtsever çevrelerden yükseldi), filmde anlatılan
hikâyenin gerçekçi olmadığı; dahası, bir sosyalist için gerçek olması
pek de istenmeyecek çeşitli mesajları da barındırdığı yönündeydi.
Özellikle bu son söylediğimiz ve esasen bizim yazımızda da özetlenen bu
eleştiriler karşısında, eleştirilenlerin eleştirilerine de kulak vermek
herhâlde meseleyi daha anlaşılır kılacak.
Konu
eleştirileri eleştirmek olunca sol.org.tr internet sitesi yazarı Kaan
Arslanoğlu ilk göze çarpanlardan oluyor. 28.05.2011 günü bahsi geçen
sitede yayınlanan ve "Devrimden Sonra' filmi ve seçimden önce
sosyalistler" başlığını taşıyan yazısında Arslanoğlu filmi ve
propagandası yapılmaya çalışılan SİP devrimini şu cümlelerle savunuyor:
"Filmin amacı ne? Sosyalist devrimin bir ülkeye neler getirebileceğini
gösterip, tartıştırmak. Bu bir "sanat" filmi değil, o açık. Bu bir
propaganda filmi." Ve asıl baklayı çıkartıyor ağzından: "Sosyalizmden
bahsetme, devrimden bahsetme cesareti gösteren sanatçılar bu kadarsa,
bunlarsa, bu iş bu kadardır ve daha iyisi gelene dek alanda rakipsizdir.
Tıpkı bugün TKP'nin böyle bir rakipsizlikle seçime girdiği gibi. Bin
tane eleştiri getirebilirsiniz ona da, çoğu da doğrudur belki, ama
başkası çıkmadığı sürece alanda rakipsiz örnektir. İster şans deyin
buna, ister şanssızlık, gerçeğin ta kendisidir."
"Gerçekler" konusunda özel bir hassasiyeti olduğunu anladığımız
Arslanoğlu bu veciz açıklamasıyla bir çırpıda hangi gerçekleri hasır
altı ediyor peki? Kendisinin TKP olarak adlandırdığı partinin gerçekte
rakibi yok mu? Türkiye sosyalistlerinin, Kürt yurtseverlerinin on yıllar
içinde zindanlara, sürgünlere, faşist baskı ve teröre, hukuksuzluklara
rağmen türlü türlü yoksulluklar içinde adım adım örgütlediği siyasal
pratikler Arslanoğlu'nun TKP'sinin şaşaası yanında sönük kaldığı için
değerlendirme dışına nasıl da kolay itilebiliyor. İnsan sormadan
edemiyor doğrusu: bugünün AKP'si de, yeri geldiğinde CHP'si ve diğer
bilumum düzen güçleri de, emekçilere karşı aynı muktedir dili
kullanmıyor mu? Güç bizde, imkân bizde; zaten rakip de yok, biz yaparız,
işinize gelirse! Esasında Arslanoğlu'nun derin yanılgısı, propagandasını
yaptığı siyasi oluşumu aşırı derecede ciddiye alınması gereken bir güç
olarak görmesinden kaynaklanıyor. "Steril" devrimciliğin adresi olan bu
girişim, tıpkı yıllar yılı açıktan ve sayısız kez hakaretler ettiği
Türkiye Komünist Partisi'nin adını bir kongre cambazlığıyla sahiplenmeye
kalktığı gibi, aynı kolaycılıkla devrimi de çözebileceğini
düşünüyor.
Başlarken de belirttiğimiz gibi,
devrimden sonraya ilişkin bir ütopyanın tartışılması başlı başına iyi ve
olumlu bir fikir. Sayıları gerçekten de az olmayan oyuncuların ve teknik
anlamda emek verenlerin çabasını küçümsemek ise haksızlık olacaktır.
Fakat Türkiye gibi, tarihi, darbelerle, karşıdevrimci örgütlenmelerin
karanlık operasyonlarıyla, bunun karşısında da şanlı direniş ve
başkaldırılarla dolu olan bir ülkede yapılacak devrimden sonrasını
anlatmak daha ciddiye alınması gereken bir iş. Belki "Devrimden Sonra"ya
ilişkin yazılması, eleştirilmesi gereken daha çok şey var. Ama kesin olan bir şey varsa, o da, gerçek hayattaki bir devrime ve sonrasına ilişkin söylenecekleri emekçilerin doğru bildikleri şekilde ve gür bir sesle söylemeyi başaracaklardır.