Bütün insanlık büyük bir sınavdan geçiyor. Amerikan emperyalizminin Irak'a
yönelik saldırısını durdurma gücünü göstermemiz, sömürgeci zalimlerin 19.
yüzyılda olduğu gibi hiçbir cezayla karşılaşmadan milyonlarca insanı savaş adını
verdikleri katliamlara uğratamayacağını kanıtlamamız gerekiyor.
Dünya kapitalizminin başhaydut devletinin, Irak'ın doğal kaynaklarına sınırsız biçimde
el koyma, Ortadoğu haritasını ABD çıkarlarına göre yeniden belirleme, Filistin
direnişini kurutarak İsrail siyonizmini daha da güçlendirme, Ortadoğu'yu etnik
ve mezhepsel temellerde birbirlerini kıran devletçiklere bölme, bütün dünya
halklarına gözdağı vererek sömürüyü katmerlendirme ve dünya hakimiyeti
planlarında rakipsiz kalma düşü için Irak halkının tepesine ölüm yağdırmasına
engel olmamız gerekiyor.
Birleşir ve direnirsek bunu yapabilir, emperyalist saldırıyı önleyebiliriz.
Hiç kimse, Amerikan psikolojik savaş merkezinin kuklası medyanın yaydığı
"ABD'nin önünde durulamaz" yalanına kanmasın. Dünya halkları, emperyalist savaş
politikasına karşı her yerde harekete geçer ve gereken mücadele kararlılığını
gösterirse ABD savaş makinesini durdurabiliriz. Nitekim, şu anda dünyanın her
tarafında yüz binlerce insan bu emperyalist saldırıya karşı miting ve
gösterilerle hayır diyor. Halkların bu yanıtının daha yaygın, daha örgütlü, daha
sürekli, daha kararlı olması, emperyalist saldırganları durduracak güce ulaşması
gerekiyor.
Amerikan emperyalizmi, ülke içinde, pençesinde bulunduğu ekonomik krizi
aşmak, şirket iflaslarıyla gitgide yoğunlaşan işsizliğin ve büyük kapitalistler
lehine yaptığı vergi düzenlemeleriyle yoksul kesimlerden zengin kesime gelir
aktarmasının yarattığı toplumsal tepkilerin önüne geçmek; uluslararası düzeyde
ise, zayıflayan ekonomisinin sonucu olarak dünyanın ekonomik sömürüsünden aldığı
payın azalmasını durdurmak için, askeri zorbalık politikasına sarılıyor.
Ekonomik zayıflığını askeri üstünlükle kapatmaya, ekonomik rekabette geriye
düşmesini silah zoruyla aşmaya çalışıyor.
Ne var ki, Amerikan emperyalizmi, içinde bulunduğu sayısız sorunu bir çırpıda
çözmek üzere dünyaya tek başına ve mutlak egemen olma düşü için hamle yaptıkça,
aslında sorunlarını daha da derinleştiriyor. Hitlerci politikalara sarıldıkça
kendini Hitler'in kaderini paylaşmaya mahkûm ediyor. Rüzgâr eken fırtına biçer.
Sömürünün, zulmün, adaletsizliğin, zorbalığın bu kadarı artık dağı taşı isyan
ettiriyor. Dünya halklarının her yerde büyüyen nefreti ve tepkisi, Venezuela ve
Kuzey Kore'de devlet politikası düzleminde de dile geliyor. ABD'nin Soğuk Savaş
sırasında oluşturduğu ittifaklar zinciri ise daha şimdiden çatırdamaya başladı.
Avrupa Birliği ve NATO içinde başını Almanya ve Fransa'nın çektiği yeni bir odak
şekilleniyor. Rusya ve Çin de bu odakla işbirliği yapma eğilimini gösteriyor.
Avrupa Birliği ve NATO'nun içindeki isyanın sonucu ve Rusya ile Çin'in
yaklaşımları kısa vadede ne olursa olsun, yeni Amerikan stratejisi salt halklar
ve ilerici rejimler düzleminde değil, emperyalistler arası rekabet düzleminde de
kendi düşmanlarını yaratıyor.
Türkiye halkı da bütün insanlık gibi büyük bir sınavdan geçiyor. Türkiye hiç
bir şekilde Irak'a saldırının suç ortağı olmamalıdır. ABD'li zorbalara yataklık
olmaz. ABD'ye tek bir asker, tek bir üs, tek bir liman, tek bir hava alanı, tek
bir kolaylık bile vermemeliyiz. Irak halkı, bütün dünya halkları gibi,
kardeşimizdir. Kardeş kardeşi vurmaz. Türkiye hiçbir gerekçeyle sömürgeci
cellatların yamağı durumuna düşürülmemelidir. Türkiye, ABD'nin savaş planlarını
boşa çıkarmalı, "Kuzey cephesi"ne asla olanak vermemelidir. Amerikan askerlerine
sayıları 150 bin de olsa, 100 bin de olsa, 40 bin de olsa, 15 bin de olsa, bin
de olsa, yüz de olsa, on da olsa, bir de olsa geçit verilmemelidir.
ABD sömürgecileri, Türkiye'yi Irak'a yönelik yağmacı saldırıya suç ortağı
yapmak için her yolla yoğun bir baskı uyguluyor. Türkiye'nin yaşadığı ekonomik
krizi şantaj vasıtası olarak kullanıyor, bağımsızlık ruhunu çoktan yitirmiş
yöneticileri İMF kredilerini verdirmemekle tehdit ederken, bir yandan da
ahlaksız ve onursuz bir teklifte bulunarak komşu Irak halkına karşı katliama
katılmak karşılığında Irak'ın zenginliklerinden pay vaat ediyor. "Kürt devleti"
korkusunu yayarak siyasal alanda da şantaja başvuruyor. Ülke içindeki
"laik-İslamcı" bölünmüşlüğünü sömürerek her iki çevreyi de kendi emellerine alet
etmeye çalışıyor.
Kaderlerini emperyalizmle birleştirmiş büyük sermaye çevrelerinin örgütü
TÜSİAD, açıkça savaş yanlısı bir pozisyonu benimsedi. İşbirlikçi tekelci
kapitalistler örgütünün başkanı Tuncay Özilhan, en büyük yerli kapitalist
grupların başları Rahmi Koç ve Sakıp Sabancı, "büyük müttefikimizin yanında
yer almalıyız" gerekçesiyle Amerikan saldırganlığına evet dediler. Özellikle
Aydın Doğan medyası, bu haksız ve gayrimeşru savaşın çığırtkanlığını
yapıyor.
Buna karşılık, siyasal görüşleri, yaşam tarzları, etnik kökenleri açısından
çok geniş bir yelpazeyi oluşturan ülkenin sade insanları, emekçileri, işçiler,
aydınlar, öğrenciler, köylüler, esnaf bu saldırganlığa açıkça hayır diyor.
Siyasal partiler, işçi ve kamu emekçileri sendikaları, gençlik dernekleri, köylü
örgütleri, kadın hareketleri, esnaf birlikleri, barış girişimleri ülkenin en
ücra köşelerine kadar yayılan gösteri, miting, iş durdurma gibi eylemleriyle,
basın açıklamaları ve kamuoyu yoklamalarıyla Türkiye halkının emperyalist savaşa
karşı kesin iradesini ortaya koyuyor.
Sorun, dünyada ve ülkemizde halkın iradesini yaşama geçirmek, bu iradenin
yaptırım gücü kazanmasını, uygulanmasını sağlamaktır. Emperyalist savaş karşıtı
duyguların dile getirilmesi, güçlü barış iradesinin beyan edilmesi yetmez;
sözkonusu duygu ve iradenin emperyalistlerin iradesini felce uğratacak ve bizzat
iktidar olacak kadar güç kazanması gerekiyor. Her ülkede komünistler ve ilerici
çevreler kendi somut koşullarına uygun olarak bu amaç doğrultusunda
çalışıyorlar.
Savaşın kaderi açısından kritik bir konumda bulunan ülkemizde, küçük ve orta
sermaye kesimlerini temsil eden eski-İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi hükümete
geldiğinden bu yana emperyalizm ve yerli büyük sermayeye boyun eğerek kendini
"kabul ettirme" politikası izliyor. Siyasal meşruiyetini kendisine "iş, aş ve
adalet" sağlayacağı umuduyla oy veren kitlelerin özlemleri doğrultusunda adım
atarak değil, emperyalizmin ve büyük sermaye oligarşisinin batakçı
politikalarına uyum göstererek elde edeceğini sanıyor. AKP'nin bugüne kadar
yaptıklarına ve yapmadıklarına bir göz atalım.
Birincisi, işçileri, köylüleri ve bütün emekçileri sefalete ittiği gibi kendi
tabanını oluşturan küçük ve orta sermaye kesimlerini de yıkıma uğratan Gümrük
Birliği'nden çıkmak şöyle dursun, TÜSİAD'ın kuyruğuna takılarak ülkemizi zengin
konağına yanaşma olarak girmek için her aşağılamaya katlanan bilinçsiz bir
yoksul durumuna soktu. Emperyalist Avrupa Birliği'ne üyelik görüşmelerine
başlama tarihi almak uğruna Avrupalı bankerlerin ve hükümetlerinin önünde
kendini gülünç duruma düşürdü, üstelik bir tarih de alamadı.
İkincisi, İMF programını yırtıp atacak yerde, koca ülkenin bir avuç rantiyeye
faiz ödemek için işsizliğe, sefalete, ilaçsızlığa, sömürge bağımlılığına ve
ekonominin sürekli kan kaybetmesine razı olması anlamına gelen "yüzde 6.5 faiz
dışı fazla" dayatmasına boyun eğdi. Çalışanların alım gücünü arttırmaya ve
üretimi geliştirmeye yönelik politikaya ve bu amaçla "borç erteleme"ye dair
sözlerini unuttu ve bu konuda, toplumsal dayanağını oluşturan MÜSİAD
çevrelerinin önerilerini bile bir yana itti. Kamu çalışanlarına yüzde 5'lik bir
maaş artışını reva gördü. Zorunlu tasarruf adı altında emekçilerin ücret ve
maaşlarından yapılan kesintileri daha da eritmeden ödemeye yanaşmadı. Zaten hiç
uygulanmayan "Mali milat" yasasını -yasanın kâğıt üzerinde kalmasına bile
tahammül edemeyerek- kökten kaldırdı ve sermayenin bir ölçüde
vergilendirilmesini öngören sınırlı bir reform girişimini yok etti; vergi
yükünün bütünüyle çalışanlara ve yoksul kesimlerin sırtına yıkılmasına onay
vererek gözükara bir sermaye iktidarı olacağını göstermekte bir sakınca görmedi.
Aynı gözükaralığı, esnek çalışmayı öngören köleleştirici İş Yasası girişimiyle
sürdürüyor. Yerli ve yabancı iş çevrelerine özelleştirmeyi hızlandırma sözünü
veriyor.
Üçüncüsü, Kürt sorununda ve F tipi zulmünde eski iktidarların duyarsızlığını
aynen sürdürüyor. Şovenist ve intikamcı bakış açısıyla en temel hakların
çiğnenmesine ortak oluyor. Kıbrıs'ta Türk ve Rum halkları arasında barışın
sağlanmasına ve adadaki bölünmüşlüğün kaldırılmasına yönelik bir yığın demeç
verdikten sonra söylediklerini adım adım geri alıyor ve statükoya boyun
eğiyor.
Dördüncüsü, Irak'a karşı Amerikan saldırısına ortak oluyor ve Türkiye'yi
halkların barışının değil, emperyalist savaşın bir cephesi durumuna düşürüyor.
Özkök'ün ve Erdoğan'ın Amerika'daki temaslarından sonra şekillenmeye başlayan
savaş politikasının kendi seçmenleri dahil halkın büyük çoğunluğundan gördüğü
tepkileri yumuşatmak üzere sahnelenen barış çabalarını ve Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi'nin alacağı bir savaş kararına dayalı "uluslararası meşruiyet"i
gözetme sözünü bile unutarak, "denklemin dışında kalamayız" gerekçesiyle "biz
Amerika'nın yanında yer alacağız" açıklamasında bulundu. Erdoğan ve Gül ikilisi,
Amerika'nın, büyük sermayenin, yüksek bürokrasinin, büyük medyanın istekleri
doğrultusunda ülkeyi savaşa sürüklemeye razı oldu.
Milli Güvenlik Kurulu'nda alınan karar doğrultusunda Meclis'e sevkedilen
birinci tezkerenin AKP'nin 308 oyuyla kabul edilmesiyle Türkiye limanlarını ve
üslerini savaş hazırlıkları için Amerikan askerlerine açıyor. AKP iktidarı
Amerikan bankerlerinin, petrol ve silah tekellerinin iğrenç menfaatleri uğruna
Iraklı bebelerin, çocukların, gençlerin, ihtiyarların tepesine daha fazla bomba
yağdırılması için liman ve üslerin "modernize edilmesi"ne onay veriyor. Şuna
bakın: Ölümü, yıkımı, zorbalığı arttırmak ve yoğunlaştırmak için
"modernizasyon"! Köleliği, barbarlığı daha da etkili biçimde yerleştirmek için
"yenileştirme ve geliştirme"! Böyle bir kararı alanların ve aldıranların Mehmet
Akif'in yazdığı İstiklal Marşı'nı pek sever göründükleri bilinir; peki bu kararı
verirken "medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" dizesini hiç mi
anımsamadılar?
Türkiye'yi savaş rotasına sokan bu kararın ardından, AKP iktidarı Meclis'e
Amerikan silahlı kuvvetlerinin Türkiye'ye girmesini ve Türk silahlı
kuvvetlerinin Irak'a gönderilmesini öngören iki tezkere daha sunacağını
bildirdi. Tıpkı birinci tezkereyi olduğu gibi, ikinci ve üçüncü tezkereleri de
haklı gösterecek hiçbir meşru neden yoktur. Bu tezkereler reddedilmeli, kabul
edilen birinci tezkere de iptal edilmelidir.
Meclis'teki oylamada Cumhuriyet Halk Partisi, olumlu bir davranışla red oyu
verdi. Meclis'e sunulacak iki tezkereden ABD birliklerinin Türkiye'ye kabul
edilmesini sağlayacak tezkereye de red oyu vereceğini ilan etti. Buna karşılık,
Türk askerlerinin Irak'a gönderilmesi kararına evet diyeceğini, bu konuda
hükümetle aralarında bir sorun bulunmadığını açıkladı. Oysa, Irak'ın toprak
bütünlüğüne saygı gösterilmesi, Irak'ın uluslararası sınırlarının ihlal
edilmemesi, Türkiye dahil bütün dünya devletlerinin uluslararası yükümlülüğü
olduğu gibi, başta Irak ve Türkiye olmak üzere bütün bölge ve dünya halklarının
en köklü menfaatlerinin de gereğidir. Türk, Kürt, Arap ve Fars halklarının
dostluk ve dayanışmasını bozacak, bölge halklarını birbirine düşürecek
adımlardan sakınmak Türkiye'nin de ödevidir.
Aslında Türkiye yönetiminin Irak'a asker gönderme kararı, hangi gerekçeyle
alınırsa alınsın, Türkiye'yi Amerika'nın emperyalist saldırı planlarına boyun
eğmek zorunda bırakacak olan bir tuzaktan ibarettir. Amerikan yönetimi, yerli
oligarşinin Kürt sorunu konusundaki şovenist önyargılardan kaynaklanan korkusunu
sömürüyor ve hem Irak Kürtlerini, hem Türkiye'yi "tavşana kaç, tazıya tut"
taktiğiyle kendi sömürgeci emellerine alet etmeye çalışıyor. Dolayısıyla, Irak'a
yönelik tezkerelerden birine bile evet demek aslında bilerek ya da bilmeyerek
Amerikan planlarına teslim olmak anlamına geliyor. Irak'ı, Türkiye'yi ve bütün
bölge halklarını birbirine kırdıracak bu tuzağa büsbütün düşmemek için, Türk ve
Kürt halklarının eşitlik ve dostluğunu esas alan demokratik bir anlayışı artık
benimsemek gerekiyor. Bu doğrultuda daha da geç kalmak, şovenist, militarist ve
basiretsiz politikalarıyla Türkiye ve bölge halklarına ağır zararlar veren
Enver, Cemal ve Talat Paşa üçlüsünün çıkmaz yolundan gitmek demek olacaktır.
Sermaye diktatörlüğünü sürdürmek için laikliği kullanan çevrelerin de,
İslamcılığı kullanan çevrelerin de Amerikan sömürgeciliğine hizmet etmekte
birleşmeleri, her iki kesimde yer alan ve içtenlikle emperyalizme ve
işbirlikçilerine karşı mücadeleden yana olan çoğunluk için uyarıcı olmalıdır.
Bakın, 28 Şubat sürecinin önde gelenlerinden emekli orgeneral Çevik Bir de, 28
Şubat sürecinin mağduru olarak siyasal prim yapan Tayyip Erdoğan da Amerikan
planlarını savunmakta birbirleriyle yarışıyor. Eski kalıplarla birbirimizle
didişirken, Türkiye ve bölgenin emekçi halkları kan kaybediyor, emperyalizm ve
yerli ortakları kazanıyor. Hangi anlayış ve inancı savunursa savunsun, bütün
yurtseverlerin, emperyalist savaş politikalarına ve emperyalizme karşı mücadele,
bağımsızlık, demokrasi, halkların dostluğu ve eşitliği, İMF yıkımına karşı
emekten ve üretimden yana sosyal politikalar temelinde birleşmesi yaşamsal önem
taşıyor.
Irak laik bir ülkedir; laikliğe içtenlikle önem verenlerin Irak'ın
vurulmasına, bölünüp parçalanmasına karşı çıkması gerekiyor. Irak bir İslam
ülkesidir; İslam'a içtenlikle önem verenlerin Irak'ı savunması gerekiyor. Irak,
Ortadoğu ülkeleri içerisinde sosyal politikalara ve eğitime en çok önem veren
ülkelerin başında geliyor; sosyal politikalara ve eğitime değer verenlerin
Irak'la dayanışması gerekiyor. Irak, bağımsızlığına ve ulusal onuruna sahip
çıkmaya, ulusal kaynaklarını korumaya çalışan bir ülkedir; bağımsızlığı bir
değer olarak görenlerin Irak'a saldırıya göz yummaması gerekiyor. Irak halkı, 12
yıldır acımasız bir ambargonun ve ABD-İngiltere ikilisinin sürekli bombardımanı
altında yaşamaya çalışıyor; yaşama değer verenlerin Irak halkıyla birlikte
olması gerekiyor. Irak halkı, sömürgeci haydutlara karşı insan onurunu
savunuyor; insanlığa değer verenlerin emperyalist savaşa dur demesi gerekiyor.
Irak yönetimi kuşkusuz çok ağır suçlar işledi; ama unutmayın ki, İran'a karşı
savaş başlatması için Irak yönetimini kışkırtan, teşvik eden ve silahlandıran da
Amerikan emperyalizmiydi; Halepçe katliamına onay veren ve göz yuman da Amerikan
emperyalizmiydi. ABD'nin Irak'a saldırısı, gayriinsani, gayrimeşru, gayriahlâki
bir eylemdir. ABD'nin saldırısına yataklık etmek, insanlığa, adalete, hukuka,
ahlâka ihanetle eş anlamlı bir suçtur; bu leke silinmez.
Siyasal iktidara Türkiye'yi bu insanlık suçuna ortak edemeyeceğini daha da
güçlü biçimde göstermemiz gerekiyor. Barışı daha da kararlı biçimde savunmamız
gerekiyor. ABD'yi durdurmak hâlâ mümkündür. ABD'yi durdurmak, emperyalizme karşı
çok daha yaygın bir direnişin başlatıcısı olacak ve "son imparator"un çöküş
sürecini hızlandıracaktır. Ama herşeye rağmen savaşı önleyemez, Irak'a ve bütün
Ortadoğu'ya kan, yıkım ve gözyaşından başka bir şey getirmeyecek olan bu
saldırıyı durduramazsak, Ortadoğu'yu sömürgeciler için bir cehenneme çevirmek,
Bağdat'ı Alman faşist ordularının Stalingrad'ı haline getirmek bütün insanlığın
boynunun borcu olacaktır. Amerikan emperyalizminin hesapları, hiç kuşkunuz
olmasın, Bağdat'tan dönecektir. Basra, Musul ve Kerkük, Erbil ve Süleymaniye,
İstanbul ve Ankara, Diyarbakır ve Adana, Şam ve Halep, Kudüs ve Beytüllahim,
Beyrut ve Amman, Kahire ve İskenderiye, Mekke ve Medine, Tahran ve Tebriz
Bağdat'la omuz omuza emperyalizme karşı direnecektir. Ortadoğu'nun direnişi
emperyalizmden ve kapitalizmden arınmış yeni bir eşitlik, özgürlük ve barış
dünyasının kurulması yolunda bütün halklara esin kaynağı olacaktır.
Öyleyse, insanlığın en köklü değerlerini, barışı, dostluğu, dayanışmayı,
insanlık onurunu, eşitliği, adaleti ve vicdanı savunmak için haydi görev başına!
Haydi Irak halkıyla dayanışmaya! Haydi sömürgeci zorbaları durdurmaya!