Amerikan ordusu İngiliz
ordusuyla birlikte Irak'ı bütünüyle işgal etti. Bugün Irak, haksız, adaletsiz ve
gayri meşru bir saldırının ardından yeniden sömürgeleştirilmiş bulunuyor. En
ileri teknolojiyi emperyalist tekellerin kâr hırsı için halkın tepesine bombalar
yağdıran uçaklar, füzeler ve tanklar şeklinde ölüm ve yıkım makinesine çeviren
Amerikan ve İngiliz kapitalist devletleri, şimdilik amaçlarına ulaştılar.
Acımasız bir ambargoyla uzun yıllardan beri yoksullaştırılmış ve ezilmiş Irak
halkı, üç hafta boyunca işgal ordularına karşı kahramanca direndiyse de, başkent
Bağdat'ın ve öbür kentlerin istilacıların eline geçmesini, bağımsızlığının
ortadan kaldırılmasını, zengin petrollerinin gasp edilmesini, tarihinin
yağmalanmasını önleyemedi. Irak yurtseverleri, şimdi Amerikan ve İngiliz
sömürgecilerine karşı direnişlerini yeraltı koşullarında sürdürüyorlar.
İşgalin önlenememesinde, her şeyden önce, Amerikan ve İngiliz ordularıyla Irak ordusu arasındaki muazzam güç farkı rol oynadı. Bu güç farkının boyutlarını göstermek için, tarafların askeri bütçelerini vermek yeterli olacaktır. ABD'nin 2003 yılı askeri bütçesi, olağan bütçeyle ayrılan 329 milyar dolar ve ek bütçeyle tahsis edilen 80 milyar dolar olmak üzere 439 milyar dolardı. İngiltere'nin 2003 yılı askeri bütçesi 35.4 milyar dolardı. Buna karşılık, Körfez savaşından beri mali kaynaklarına el konulmuş olan rak'ın askeri bütçesi sadece 1.4 milyar dolardan ibaretti. ABD ile İngiltere'nin 474.4 milyar dolarına karşılık Irak'ın 1.4 milyar doları! Üstelik bu aşırı dengesizliğin sadece bir yıla özgü olmadığını, uzun bir dönem boyunca aynı şekilde devam edegeldiğini ve Irak'ın elindeki savunma sistemlerinin de saldırı savaşından hemen önce ABD dayatmasına boyun eğen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla yok edildiğini hatırlamak gerekiyor.
Irak'ın sömürgeleştirilmesinde ikinci etken, bütün dünya devletlerinin ve Birleşmiş Milletler Örgütü'nün işgale seyirci kalması oldu. Dünyanın dört bir köşesinde bütün halkların Irak'a saldırıya karşı aylardan beri düzenlediği protesto gösterileri gerçekten olağanüstü boyutlardaydı. Ne var ki, orduların fiziki gücü ancak fiziki güçle önlenir. Emperyalist katliam ve işgal politikalarına karşı barış mücadelesi, Amerika'yı kapitalizm dininin karşı konulmaz tanrısı olarak gören kapitalizm kullarının yönettiği dünya devletleri karşısında yetersiz ve çaresiz kaldı. Ülkelerinde devlet iktidarını elinde bulunduran irili ufaklı kapitalizm kulları alaşağı edilemediği için, barış isteyen halklar bizzat kendileri iktidar olamadığı için, Amerika'nın ve peşinden sürüklediği İngiliz ordularının saldırısına karşı hiç bir devlet gücü Irak halkının yardımına koşmadı. Bütün devletler, koca bir halkın taammüden boğazlanmasını soğukkanlı bir şekilde izlemekle yetindi.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Amerikan ve İngiliz saldırısına onay vermeyi reddeden "büyük ve güçlü" üyeler Fransa, Almanya, Rusya ve Çin bile, Irak'a yardımcı olmadı. Üstelik, Almanya ve Fransa hava sahalarını Amerikan ve İngiliz uçaklarına açtı. ABD ve İngiltere barışa karşı suç işlediği halde, Birleşmiş Milletler tüzüğüne ve başta Nüremberg Sözleşmesi ve Cenevre Anlaşması olmak üzere uluslararası hukukun öteki temel belgelerine göre açıkça gayri meşru bir silahlı saldırıya giriştiği halde, hem Güvenlik Konseyi, hem Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri barışı koruma görevlerini açıkça savsakladılar. ABD'nin 48 saatlik ultimatomuna karşı sessiz kaldılar. Silah denetimi yapan BM görevlilerini Irak'tan çekerek ABD'nin işini kolaylaştırdılar ve saldırının yolunu açtılar.
Bu davranışlarıyla, İkinci Dünya Savaşından önce Almanya, İtalya ve Japonya'nın saldırılarına göz yumarak, başlayan yangının bir dünya savaşına dönüşmesine yol açan Milletler Cemiyeti'nin takipçisi olduklarını, kendi varlık nedenlerini ortadan kaldırdıklarını ortaya koydular. Birleşmiş Milletler Örgütü'nün otoritesi, bütün dünya halklarına ve uluslararası hukuka açıkça meydan okuyan ABD ve İngiltere tarafından küstahça ayaklar altına alınmış, Güvenlik Konseyi ve Genel Sekreter (ve dolayısıyla bir bütün olarak Birleşmiş Milletler) bu durumu sineye çekmişlerdir.
Üretim araçlarının özel mülkiyetine ve piyasa anarşisine dayanan kapitalist düzen koşullarında, uluslararası sistem, tıpkı ülke içi sistemler gibi, esas olarak güçlünün borusunun öttüğü, zayıfların sömürüldüğü ve ezildiği, eşitlikten uzak, hiyerarşik bir nitelik taşır. Binlerce deneyimle doğrulanan bu olguyu kavramadan bir tek adım bile atamayız. Ne var ki, ülke içinde, işçi ve emekçi sınıfların direnişi nasıl sömürü, baskı ve eşitsizliği bir ölçüde denetim altına alarak hukuk kurallarına bağlamışsa, uluslararası alanda da, sömürülen ve ezilen halkların direnişi, eşitlikten uzak ve hiyerarşik emperyalist sistemin uluslarası hukuk kurallarıyla bir ölçüde dizginlenmesini sağlamıştı.
Bu bağlamda hepimizin hatırlayacağı gibi, 1917'de Rusya'da sosyalist devrimin başarıya ulaşmasıyla kurulan Sovyetler Birliği'nin özellikle İkinci Dünya Savaşında faşist cephenin yenilmesinde belirleyici rol oynaması, savaş sonrasında meydana gelen sosyalist ve ulusal kurtuluşçu içerik taşıyan devrimler yoluyla sömürge imparatorluklarının dağılması, Birleşmiş Milletler Örgütü ekseninde oluşturulan uluslararası hukukun emperyalist orman düzenine belirli engeller getirmesini sağlamıştı.
Sovyetler Birliği'nde ve Doğu-Orta Avrupa ülkelerinde sosyalist sistemi ortadan kaldıran 1989-1991 karşı-devrimlerinden sonra, emperyalistlerin orman düzeninin önündeki engeller adım adım kalktı. ABD'nin Irak saldırısından sonra artık bütün dünya çıplak zorbalığın hüküm sürdüğü, gücü yetenin başkasının gözünü patlattığı, ciğerini söktüğü, evini gasp ettiği, kaynaklarını talan ettiği hukuksuz bir uluslararası ormana dönüşmüştür. Artık hakkın ve adaletin yerini kaba kuvvet almıştır. Amerikan-İngiliz emperyalizmi, sadece Irak'ı değil, emekçi halkların sömürüye ve zulme karşı binlerce yıllık mücadelesinin birikimlerini, düşünce tarihinin en parlak filozofları Rousseau'nun, Kant'ın, Marks'ın, Engels'in ve Lenin'in dile getirdiği insanlığın eşitlik, özgürlük, adalet, hak ve barış özlemlerini ayaklar altına aldı.
Sovyetler Birliği'nin ve öteki sosyalist ülkelerin yıkılmasıyla, insanlığın başına neler geldiğini anlamayanlar ve hatta bu ülkelerde meydana gelen karşı-devrimleri şu ya da bu gerekçeyle alkışlayanlar da içinde olmak üzere hepimiz, soğukkanlı bir durum değerlendirmesi yapmak ve emperyalizmin orman düzeninden nasıl kurtulacağımızı planlamak zorundayız. "Ya sosyalizm, ya barbarlık" sloganı bugün her zamankinden daha yakıcı bir gerçeklik taşıyor.
Kapitalizm artık uluslararası bir dine dönüşmüştür. Amerikan emperyalizmi, bu dinin "yediği insan eti, içtiği kan" tanrısı rolünü üstlenmiştir. Kapitalizm dininin para ve iktidar ilkelerine iman edenler, dünyanın her yerinde aynı davranışı gösterdiler. Amerika'nın haksız olduğunu bile bile, Irak'ın elinde hiçbir kitle imha silahı olmadığını bile bile, Amerika'nın bu bahaneyi Irak'ın petrolüne el koymak için kullandığını bile bile, gözler önünde tek yanlı bir katliamın ve yıkımın yaşanacağını bile bile, vicdanlarını, bilgilerini, kültürlerini, görgülerini, iradelerini Amerika'ya teslim ettiler. Gazaba gelmiş tanrıları saydıkları Amerikan emperyalizmini daha da kızdırmamak için her belaya, her aşağılamaya, her lekeye, her zulme katlandılar. Bütün borsalar Amerikan bombalarıyla coştu, mazlum Irak halkının direnişi haberleriyle düştü, ABD'nin Bağdat'a girmesiyle tavana vurdu.
Bu açıdan, ülkemizde yaşananlar gerçekten ibretlikti. TÜSİAD kodamanlarının, borsa patronlarının, büyük sermaye medyasının, AKP yöneticilerinin, çok bilmiş dışişleri bürokratlarının, militarist elebaşılarının, (haşa, asla kendi iradeleriyle değil), Türkiye halkının direnişi ve bu direnişin ateşinde bir türlü kontrol edemedikleri kendi iç çelişmeleri nedeniyle ABD'ye istediği kolaylıkların bütününü altın tepsi içinde veremeyince içine düştükleri içler acısı durum, Amerikan tanrısına kulluğu seçmiş olanların bu çemberin dışına asla çıkmak istemediklerini ve işte bu yüzden asla çıkamayacaklarını tartışılmaz biçimde kanıtladı.
Kapitalizm dininin saçmalıklarına ve alçaklıklarına katlanmak istemeyen sade insanlar, işçiler, köylüler, dürüst aydınlar, bu gerçeği dikkate alarak yola devam etmek ve insanlığı bu barbarlık döneminden çıkarmak için direnmek zorundalar. Yirminci yüzyıl Amerikan emperyalizminin yüzyılı oldu. Yirmi birinci yüzyılı da Amerikan yüzyılı yapmak için, Amerikan kapitalistleri daha şimdiden iki savaş patlattılar, Afganistan'ı ve ardından Irak'ı sömürgeleştirdiler. Sırada hangi ülkelerin olduğu da kimse için sır değil. Çünkü, ABD emperyalistleri Ürün'ün geçen sayısında yayınladığımız "Yeni On Emir" belgesinde zaten neler yapacaklarını bir bir anlatmış ve plana bağlamış durumdalar. Daha Irak istilasının dumanları dinmeden Suriye'ye yönelik tehditler, Araplara karşı ırkçılık damarı kabaran yerli medyamızın "haydi, haydi" haykırışları arasında ayyuka çıktı. Ortadoğu'yu bütünüyle sömürgeleştirmek, Filistin direnişini boğmak, bütün bölgeyi Amerikan ve İngiliz sermayesi ve İsrail siyonistleri için dikensiz gül bahçesine çevirmek, petrol ve enerji kaynaklarına ve yollarına hakim olmak, böylece bir yandan bütün dünya halklarını kolayca sömürmek, bir yandan da başka kapitalist odakları rekabet edemez hale getirerek onları Amerikan tanrısının zengin kulları konumunda kalmaya razı etmek; tek bir kavramla ifade edecek olursak, dünyaya mutlak egemen olmak planı adım adım uygulanıyor.
Soğukkanlı değerlendirmenin ilk adımı, kapitalizmin zalim tanrısı Amerika'nın "Yeni On Emir" belgesinin Amerikan düzeninde "geçici bir sapma", deyim yerindeyse bir süre sonra yatışacak "bir çılgınlık nöbeti" olduğu hayaliyle avunmaktan vazgeçmek olmak zorundadır. Tanrılarından umudu kesmeye yanaşmayan birçok uzman, aklı başında izlenimi vermeye çalışarak, bizleri, "bu olanlar, sadece Bush'un ve çetesinin marifetidir; yapılanlar Amerika'yı ve Amerikan düzenini temsil etmiyor; örneğin, başta Clinton veya Demokratlar olsaydı, bunların hiçbiri olmazdı" sözleriyle teselli etmeye çalışıyor. Hayır, Afganistan saldırısı da, Irak saldırısı da Amerikan düzenini, "derin Amerika"yı temsil ediyor. Taha Parla'nın belirttiği gibi, Amerika kıtasını yerlileri soykırıma uğratarak adım adım istila eden beyaz sömürgecilerin Püriten fetihçiliğini, Tanrının "Yeni İsrail"i kurmakla görevlendirdiği "seçilmiş ulus" oldukları inancını, kapitalist tekellerin menfaatlerini her şeyin üstünde tutan bir yoruma kavuşturan Amerikan kapitalizminin özüyle karşı karşıyayız. Clinton da, Demokratlar da bu özü paylaşıyor. Örnek mi istiyorsunuz, Clinton döneminin CİA başkanı James Woolsey, Kaliforniya Üniversitesi'nde verdiği konferansta, Amerika'nın şu anda Dördüncü Dünya Savaşını yürüttüğünü, bu savaşın İslam dünyasından kaynaklanan tehdite karşı açıldığını, öncelikli hedeflerin "Irak ve Suriye'nin faşistleri", "İran'ın dinci yönetimi" ve "El Kaide gibi aşırı İslamcılar" olduğunu, ayrıca "Ortadoğu'ya yöneldiklerinde Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek ile Suudi kraliyet ailesini rahatsız edeceklerini, çünkü Ortadoğu'nun her tarafında demokratik hareketleri destekleyeceklerini" belirtti. James Woolsey'e göre, Dördüncü Dünya Savaşı Birinci ve İkinci Dünya Savaşı kadar kısa sürmeyecekmiş ama Üçüncü Dünya Savaşı olarak tanımladığı Soğuk Savaş kadar kırk küsür yılı da bulmayacakmış. Ve Woolsey, "Amerika ile müttefiklerinin bir yüz yıl içinde dördüncü kere sefere çıktıklarını" vurgulamayı da ihmal etmedi. (Bkz. CNN.com, 3 Nisan 2003). Kurulacak Irak sömürge hükümetinde bakanlığa getirileceği söylenen eski CİA başkanının artık hiç kimseyi kandırmayan demagojik "faşizm" suçlamasını ve "demokrasi"yi desteklediklerine dair rüşveti kelamını bir yana bırakalım. Bu konuşmada dile getirilen militarist anlayış, Amerikan kapitalizminin özünde yatan, onun ayrılmaz parçası olan ırkçılığı, fanatik dinciliği, fetihçiliği dışa vuruyor.
Amerikan
emperyalizmi ve onun uşaklığını yapan İngiliz emperyalizmi, dünyayı yeni bir
savaş dönemine soktu. Herkesin kafasını savaş döneminin gereklerine göre
hazırlaması gerekiyor. Savaşın gerekleri konusunda kafaca hazırlık yapmayanlar,
açık zorbalığa karşı kendilerini zihinsel olarak donatmayanlar, fiziksel
donanımdan da yoksun kalırlar. Emperyalist haydutlar karşısında direnmemek,
insanlığın intihar etmesi demektir. Hakkın kaba kuvvetten daha güçlü olduğunu
kanıtlamakla yükümlüyüz. Buna göre hazırlık yapalım.