Almanya, güçlü bir sosyal devlet geleneğine sahip olmakla tanınıyor. Ancak bugün "sosyal" yönü dönüşüm geçiren Almanya ile birlikte Avrupa'nın diğer devletlerinin tarihine göz attığımızda, bu sıfatı kazandıranın ardında güçlü sınıf mücadelelerinin yattığını görüyoruz. Bugün geri alınması söz konusu olan hiçbir toplumsal hak, gümüş tepsi üzerinde iade edilmeyecektir, ta ki onları yeniden geri almak için uzun mücadeleler verilene kadar. Tarihte de görüldüğü gibi; hiçbir toplumsal kazanım emekçilere gümüş tepside sunulmadı, ne ekonomik kazanımlar, ne de siyasal kazanımlar.
Ne yazık ki, şimdilerde Almanya'nın sosyal politikalarında köklü değişiklikler yapılıyor. Benzer uygulamalar Avrupa'nın birçok başka ülkesinde de hayata geçiriliyor. Bunlar sermaye sınıfının emekçi sınıflara, halklara topyekun saldırısının bir parçasını oluşturuyor. Sosyal alandaki hakların elde edilip bugünkü seviyedeki kazanımlar haline gelmesi, aynı zamanda Avrupa'da işçi sınıfının ortaya çıkışı ile birlikte verilmeye başlanan sınıf mücadeleleri tarihi kadar eskidir.
Tarihçeden
Gerek İngiltere gerekse sanayi devrimi sonucu işçi sınıfının sayısında muazzam artış kaydeden ülkelerde olduğu gibi, Almanya'da da 1850'lerden önce emekçilerin çalışma şartları çok ağırdı. Fabrikalarda ve madenlerde işçiler için en küçük güvenlik önlemi alınmıyor, çalışma süreleri günde ortalama 13-14 saati, bazen 17 saati buluyordu. Ücretler çok düşüktü, işçilerin barınma, beslenme şartları çok kötüydü. Hastalık, yaşlılık, kaza durumları için hiçbir güvenceleri yoktu. Gerek kadınların, gerekse küçük yaştaki çocukların çok ağır şartlarda çalıştırılması çok olağandı.1
Karl Marks ve Friedrich Engels'in 1848'de kaleme aldıkları "Komünist Manifesto"da temel noktalarını ortaya koydukları ve işçi sınıfının kurtuluşunun patronlardan beklenemeyeceği, hangi yol ve yöntemlerle mücadele edilmesi gerektiği yönündeki fikirlerinin işçi sınıfı arasında yankı bulmasıyla birlikte Almanya'da da işçi sınıfı hareketlenmeye başlamıştı. Dokuma tezgahlarından maden ocaklarına, sanayi bölgelerindeki işçiler sağlığa aykırı uzun çalışma sürelerine, düşük ücretlere karşı, hastalık, kaza gibi durumlarda haklarının güvence altına alınması için seslerini yükseltmeye başladılar.
1870 ve 1880'lere gelindiğinde Almanya'nın sanayileşme düzeyi, öteki Avrupa ülkelerinin çok üzerine çıkmıştı. İşçi sınıfı belirli kentlerde çok yoğunlaşmıştı. Marksistlerin fikirleri yaygınlaşmaya ve güçlenmeye başlamıştı. 1877 yılındaki ekonomik bunalım, işçilerin yaşam koşullarını daha da ağırlaştırmış, sosyalist akımların daha da güçlenmesine neden olmuştu. İktidarın güçlü ismi Alman Şansölyesi Bismark, sosyalistlerin etkisini kırmak için bir yandan 21 Ekim 1878'de Anti-Sosyalist Yasa'yı çıkararak sosyalist partileri kapatmış, toplanma ve dernek kurma hakkını askıya almış, marksist yayın organlarını kapatmış; bir yandan da "reform" hareketlerine girişerek işçileri sistemle bütünleştirme çabası içerisine girmişti. 1878'de kabul edilen bu olağanüstü Anti-Sosyalist Yasa 1890 yılına kadar yürürlükte kaldı. Sosyalistlere karşı baskı önlemlerini yetersiz bulan Alman yönetimi, sosyalistlerin kitle tabanını eritmek ve devletin yanına çekmek için bu süre içinde belirli sosyal güvenlik reformları yapma kararını aldı.
İlk defa 17 Kasım 1881'de parlamentoya sunulan reform tasarılarının gerekçesinde devletin yalnızca varolan hakları koruyucu bir işleve değil, aynı zamanda elverişli kurumları oluşturmak ve sahip olduğu toplumsal araçları da kullanarak tüm vatandaşların ve özellikle yoksulların yaşamlarını iyileştirmek yükümlülüğü altında olduğu belirtiliyordu. Parlamento yaklaşık on yıllık bir süre içinde üç temel yasayı kabul ederek, Alman Sosyal Sigortalar Sistemi'ni oluşturdu. 1883 tarihli hastalık sigortası, 1884 tarihli iş kazaları sigortası, 1889 tarihli sakatlık ve yaşlılık sigortalarından oluşan bu sistem ücreti belirli bir miktarın altında kalan sanayi işçilerini kapsamına alıyordu. Yürürlüğe konan Alman sosyal güvenlik sistemi yaygın bir uluslar arası etki yarattı ve birbiri ardından Lüksemurg, Hollanda, Avusturya, Norveç, İsveç, İtalya ve Belçika gibi ülkelerde de benzer sistemler yürürlüğe girdi.
1917'deki Ekim Devrimi'nin ardından Sovyetler Birliği'nde sosyalist bir devletin kuruluşu, işçilerin ve emekçilerin sömürüden kurtulduğu, en geniş sosyal haklara sahip olabildiği bir düzenin en ileri örneğini bütün dünyaya gösterdi. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra sosyalist ülkelerin çoğalıp güçlü bir sisteme dönüşmesi ise, kapitalist ülkelerde işçi sınıfı hareketinin daha da güçlenmesini, gelişmiş ülkelerde refah devleti veya sosyal devlet adı verilen Keynesci sistemin yaygınlaşmasına neden oldu.
İşte sosyal hakların böylesi bir tarihsel süreçten günümüze kazanım olarak geldiği Almanya'da işçi sınıfının bu tarihsel kazanımları artık tehdit altında. 1970'lerden itibaren, karşısında artık güçlü bir sosyalist sistemin kalmamış olmasından da faydalanan sermaye sınıfı, neo-liberal politikalar dediğimiz politikaları hayata geçirmekte kararlı görünüyor. Şimdi bu politikaların Almanya'daki sosyal politikalarda sebep olduğu dönüşümün boyutlarına göz atalım.
"Gündem"deki Yasal Değişiklikler
Almanya'da kısmen 2004 yılının başında uygulamaya sokulan ve on yıla yayılan bir süreç içerisinde hayata geçirilmesi hedeflenen yasal değişikliklerin bir bölümü 2005 yılının Ocak ayıyla birlikte, sonraki bölümleri ise 2006'dan itibaren uygulamaya konulacak. Bu yeni kanun değişiklikleriyle, emekçilerin gerek çalışma hayatında gerekse sosyal güvenlik haklarında epeyce değişiklikler olacak. Şu anda hükümetin başında bulunan Alman Sosyal Demokrat Parti SPD ile Yeşiller Partisi'nden oluşan koalisyon hükümeti, "Gündem 2010" adını taşıyan programıyla, başa geldiği günden bu yana sağlık, eğitim, sosyal güvenlik sistemlerinden tutun da, vergi kanununa, iş kanununa kadar sosyal haklarda Almanya'nın tarihinde İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemden bu yana görülmemiş boyutta kısıtlamalar getiriyor.
Kamuoyu tarafından "Hartz IV" yasaları olarak bilinen ve Gündem 2010 programının temelini oluşturan yeni yasal değişiklikler, daha 2002 yılındaki seçimler öncesinde koalisyon hükümetinin gündemindeydi. O dönem adını komisyon başkanının adından alan "Hartz Komisyonu", hükümetin seçimler öncesinde adeta cankurtaran gibi sarıldığı ve sözümona işsizliğe "çare" olarak gösterilen bir öneri paketi hazırlamıştı. İşte pandoranın kutusu o zaman açılmış ve sosyal haklar alanındaki kısıtlama harekâtı ortaya çıkıvermişti. Hartz yasalarının dördüncüsü olan bu yasanın en temel özelliği ise işsizlik sigortasında ve sosyal yardımlarda kısıtlamaların getirilmesi.
Adım adım uygulamaya konulan yasa değişiklikleri ilk olarak sağlık alanında "reform" başlığı altında gündeme getirilmişti. İlk tepkiyi çeken değişiklik, 1 Ocak 2004 yılında yürürlüğe giren yasayla yapıldı ve hastalara ve sigortalılara ek yükler getirildi. Almanların sağlık sigortasında yer alan olanaklarla, özel doktorların muayenehanelerine şimdiye kadar ücret ödenmiyordu. Ancak, şimdi sigortalı hastalar, alışık olmadıkları bir şekilde muayenehane ücreti ödemek zorunda kalıyordu.1 2004'ün başında yasal sağlık sigortasından yararlananların ilaç paralarına getirilen % 10 zamla birlikte "zaruri" olmayan ilaçların da artık reçeteye yazılmaması ve parası ödenerek satın alınması öngörülüyordu. Tüm bu değişiklikler en çok, zaten ellerini ovuşturarak bunların hayata geçirilmesini bekleyen büyük ilaç tekellerinin çıkarı uğruna yapıldı.
İşsizlere Darbe
1 Ocak 2005'ten itibaren yürürlüğe girecek bu değişikliklerden iş piyasası ve çalışanların koşulları üzerinde en büyük etkiyi yaratacak olanı kuşkusuz işsizlik parasında şimdiye kadar görülmemiş bir kesintiye gidilmesi ve işsizlik yardımı ile sosyal yardımın fiilen birleştirilmesidir. Almanya'da işsiz kalanlar, işsiz kalmadan önceki üç yıl boyunca asgari 360 gün prim ödemek koşuluyla, net gelirlerinin yüzde 60'ı oranında işsizlik parası almaya hak kazanıyordu, çocuk sahibi olanlarda bu oran yüzde 67'ye çıkıyordu. İşsizlik sigortasından yararlanma hakkı 32 aya kadar uzayabiliyordu ve eşin gelir durumundan bağımsızdı. İşsizlik sigortasından yararlanma süresi sona erdikten sonra da kişinin işsiz kalmaya devam etmesi halinde son net maaşın azami yüzde 53'ünü bulabilen işsizlik yardımı alınabiliyordu, çocuk sahibi olanlarda bu oran azami yüzde 57'ye çıkabiliyordu. Bu işsizlik yardımı her yıl yüzde 3 oranında kesintiye uğrasa da ve belirli bir seviyede dundurulsa da, gerektiğinde emekli oluncaya kadar alınmaya devam edilebiliyordu.
Bu durum şimdi köklü bir şekilde değişiyor. Yeni düzenlemeyle işsizlik parasından yararlanma süresi 12 ayla sınırlandırılacak. 53 yaşın üzerindekilerde bu süre ancak 18 aya kadar uzayabilecek. 1 Ocak'tan itibaren işsizlik yardımı alan 2 milyon kişiden yaklaşık dörtte biri artık bu yardımdan yararlanamayacak. Normal işsizlik parasından yararlandıktan sonra işsizlik yardımı için başvuranlara, işsizlik yardımı ile sosyal yardımın birleştirilmesiyle oluşturulan "İşsizlik Parası II" hükümlerinden yararlanma hakkı verilecek. Bu ise, fiilen işsizlik yardımının artık ortadan kaldırıldığı anlamına geliyor. Ayrıca "İşsizlik Parası II" artık en son net kazanca göre hesaplanmayacak ve sosyal yardım seviyesine çekilecek, yani "uygun" bir kira yardımı ile Batı Almanya için ilaveten 345 Euro, Doğu Almanya için ise ilaveten 331 Euro para yardımı anlamına gelecek.3 Görüldüğü gibi, yeni koşullar işsizleri yoksulluğa itecek.
Yalanın İdeolojisi
Bir yandan bu değişiklikler yapılırken, kamuoyuna sunulan ve örneğin "işsizlerin toplumun sırtında yük" oluşturduğu gibi açıklamalar, elbette işsizliği toplumsal bir sorun olarak görmeyip insanların kendi "bireysel" tercihleriymiş gibi göstermeye çalışan liberal görüşten besleniyor. Diğer gerekçeleri, büyük şirketlerin ve kuruluşların küresel koşullara ayak uydurma zorunluluğu, Alman ekonomisinin sosyal yardımlar, sosyal sigortalar yükünü artık taşıyamayacak ölçüde zarar ettiği, devletin küçülmesi gereği gibi gerekçeler oluşturuyor. Bunlar elbette ideolojik saldırılar. Oysa, sendikaların devletin verilerine dayanarak yaptıkları açıklamalarına bakıldığında, Almanya'nın ihracatında ABD ve İngiltere'ninkini bile geride bırakan bir büyüme kaydedildiğinin görüldüğü belirtiliyor.
Buna paralel bir başka gerekçe, Alman sanayisinin küçüldüğü, artık bir 'sanayisizleşme' dönemine girildiği gerekçesi. Oysa gelişmelere bakıldığında, "sanayisizleşme" şeklinde yansıyan değişikliklerin arkaplanında, ulusötesi şirketlerin maliyetlerden, işçilere ödenecek ücretlerden kurtulmak, hammadde maliyetlerini düşürmek için fabrikalarını örneğin emeğin çok daha ucuz olduğu az gelişmiş kapitalist ülkelere kaydırdıklarını görüyoruz. Yani gerçekte, sanayisizleşme gibi görünen şey, dünyanın başka yerlerinde sanayii ve emeğin sömürüsünü artırmaya devam ediyor. Alman sermaye sınıfı ise, Almanya'daki emekçi sınıflara ölümü gösterip sıtmaya razı etmek istiyor. Öyleyse ayak uydurulması istenen "küresel koşullar" aslında genel olarak Almanya'da da yaratılmak isteniyor.
Ayak uydurulması istenen koşullardan biri olarak, işsizliği sayabiliriz. Zaten had safhada olan % 10 oranındaki işsizlik gözönüne alındığında, bu yasal değişikliklerle işsizlik parasından yararlananların gelirlerinin birdenbire kesilmesi, toplumsal bir kırılmaya yol açacaktır. Öte yandan, aynı yasal uygulamalar çerçevesinde çalışma süreleri de işverenlerce artırılıyor. İşten atılmalar yaygınlık kazanırken, aynı iş daha az sayıda işçiye yaptırılmaya çalışılırken (çalışma sürelerinin arttırılması bu anlama gelmiyor mu?) ve bu durum zaten işsizliği körükleyici bir faktörken, işsizlerin işverenler tarafından çalışmayı istemeyenler olarak gösterilmeye çalışılması ikiyüzlü bir propagandadan başka bir şey değil. Örneğin en son, Siemens, Opel, DaimlerChrysler ve Volkswagen VW gibi büyük şirketler bir yandan işçi atmaya çalışırken, öte yandan işçilerin çalışma şartlarını daha da kötüleştirmeleri, çalışma saatlerini uzatmaya çalışmaları gibi gerilimler, sermayenin emeğe saldırılarının yalnızca bir boyutunu bize gösteriyor.
1 Ocak'tan itibaren artık işsizlik yardımından yararlanamayacak olanlar, ki bu sayı yaklaşık beş yüz bin kişiye tekabül ediyor, artık ya sosyal yardım düzeyine inen düşük bir gelirle kıt kanaat geçinmeye çalışacak, daha doğrusu geçinemeyecek. Veya her geçen gün temel sosyal haklarla korunan standart çalışma koşullarının gerisine düşen ve esnekleşen yeni çalışma koşullarına, dayatılan düşük ücretlere, esnek çalışma sürelerine razı olarak iş bulmaya çalışacak. İş piyasasına bu yoğunluktaki akım, işverenler açısından bir nimet gibi karşılanacak, ücretleri düşürmeleri, işçilerin haklarını daha da kısıtlamaları için onlara fırsat doğuracak. İş bulunsun veya bulunmasın, her durumda emekçi sınıflarının koşullarında ve yaşam kalitesinde bir gerileme söz konusu olacaktır.
Sendikal ve Sosyalist Çevreler Sesini Yükseltiyor
Bu değişiklikleri uygulayan hükümetin bu politikaları niçin şimdi ve niçin bu şekilde uyguladığı sorusuna verilecek cevap elbette, bu uygulamaların görünürdeki nedenlerini değil, ardında yatan nedenlerini daha fazla vurgulamayı gerektiriyor. Bu yapıldığında, uygulananların topyekun bir saldırı niteliği taşıdığı görülüyor. Dolayısıyla gidişatı tersine çevirmeye çalışanlar açısından konuyu böyle irdelemek ve irdeletmek önemini koruyor. Ayrıca, Almanya'da tabandan yükselecek ve bu seyri durdurmaya çalışacak bir hareketin gelişip gelişemeyeceği bir başka önemli konuyu oluşturuyor.
Sendikal cepheden ve sosyalist çevrelerden yükselen tepkiye kulak verecek olursak, gerek işçilerin gerekse hizmet sektöründeki emekçilerin son yirmi yıldır hiç olmadığı kadar hareketlendiğini görüyoruz. İşverenlerden ve hükümet cephesinden gelen saldırılara karşı hem örgütlenme düzeyinin hem de ülke çapındaki eylemliliklerin artmasına tanık oluyoruz. Kamu emekçilerinden ve sendikalardan, şimdiye kadar olanaksız gibi görülen güçte ve kitlesellikte eylemlerle karşılık veriliyor. Almanya genelinde, daha pervasız bir şekilde de eski Doğu Almanya bölgesinde hayata geçirilen uygulamalara karşı "pazartesi eylemleri" geniş yankı uyandırdı.
Bu eylemlilikleri önemli kılan bir özellik, işyerlerinde karşılaştıkları işten atılma ya da çalışma sürelerinin uzatılması gibi olumsuzluklara karşı harekete geçen işçilerle ve kamu emekçileriyle, sosyal hakların kısıtlanmasına karşı koyan halkın ve işsizlerin eylemleri ortaklaştırabilme potansiyeli taşıyor olmalarıydı. Ağustos ayından Eylül ayına kadar her şehirde ayrı ayrı olmak üzere, binlerce kişiye ulaşan pazartesi eylemleri, Ekim ayına girildiğinde düşüşe geçiyor gibi bir eğilim gösterse de, 4 Ekim'de Berlin'deki 50 bin kişilik katılımla düzenlenen "Hartz IV ve Gündem 2010" saldırılarına karşı gerçekleşen mitingle doruk noktasına ulaştı.
Yine 6 Kasım'da Nürnberg'de yaklaşık 90 farklı sendika, örgüt ve gruplardan gelen 10 binin üzerinde kişi, İş Kurumu'na yürüyüş ve miting düzenledi ve sosyal kazanımların budanmasını protesto etti. Bu mitingde de, "Gündem 2010"ün hükümet tarafından geri alınması talebi ön plandaydı. Bu mitingi, örneğin son dönem epey gündeme gelen ve metal işkolunda örgütlü bulunan İG Metal sendikasından tutun, hizmet sektöründe örgütlü bulunan kamu emekçilerinin sendikası ver.di'ye (Birleşik Hizmet Emekçileri Sendikası'na), siyasi çevreler olarak PDS'den Alman Komünist Partisi DKP'ye varıncaya dek ülkenin tüm muhalif kesimleri ortaklaşa düzenledi.
Son olarak 17 Kasım'da hizmet sektöründe örgütlü ver.di sendikasının çağrısıyla, ülke genelinde tren, liman işletmelerinden hastanelere, yol, köprü işletmelerine kadar uzanan 70 kamu işletmesinde on binin üzerinde katılımla uyarı grevi yapıldı ve miting ve yürüyüşler düzenlendi. Toplu sözleşmelerin feshedilmesine karşı, çalışma süresinin 38,5 saatten 41 saate çıkarılmasına karşı, düşük ücretlere, işten atılmalara, tatil parası ile noel paralarının düşürülmesine karşı yapılan bu eylemlere, kamu emekçilerinden beklenenin üzerinde katılım sağlandı.4
Almanya'daki bu son eylemler, mitingler küçümsenmemesi gereken önemli hareketlenmelerdir ve Almanya'daki emekçilerin haklarına sahip çıkma yönünde kararlı olduklarını gösteriyor. Örneğin bu yılın 1 Mayıs'ında yine ver.di sendikasının, sosyal hakların elden gitmesine karşı halk hareketinin yükseltilmesi gereği üzerinde durması da, Alman komünistleri gözüyle önem atfedilmesi gereken bir konu olarak değerlendiriliyor. Öte yandan, gerek Alman Sendikalar Birliği DGB'nin gerekse onun bünyesindeki işçi sendikalarının içinde bulundukları atalet yine Alman komünistlerince eleştirilen bir durum. Bu sendikaların artık silkinip hem ülke hem de uluslar arası boyutta strateji geliştirmeleri zorunluluğu başka önemli bir konu olarak vurgulanıyor.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, hem bu mitingleri, hem ver.di'nin hayata geçirmeyi başardığı "uyarı grevi"ni iyi değerlendirmek, hem de daha kapsamlı olarak anti-kapitalist çerçeveli bir genel grev, genel direnişin örgütlenilip örgütlenemeyeceği üzerinde yoğunlaşmak önümüzdeki sürecin can alıcı konusunu oluşturacaktır. Bu dönemde mücadelenin yalnızca ekonomik taleplerle sınırlı olmayıp daha bütünsel siyasal talepleri de içermek zorunda olması gerektiği bilincinin, sosyalist ve komünist çevrelerce topluma anlatılabilmesi şimdi çok daha büyük önem taşıyor.
1 Helga Grebing, Geschichte der deutschen Arbeiterbewegung, Nympenburger Verlagshandlung (Alman İşçi Hareketi Tarihi), Münih, 1966.
2 Yine aynı tarihten itibaren diş protezinin hastalık sigortası kapsamından çıkartılıp artık hastalara ödetilmesi düşünülüyordu, kamuoyunda çok yoğun olarak yükselen tepkiler karşısında bunun yerine, hastaların sağlık sigortası prim ödemelerinde diş protezi için gelir düzeyine bağlı olmaksızın sabit bir ek prim yükü getirildi. Sorun böylelikle hileli bir şekilde çözüldü.
3 Michael Heinrich, "Agenda 2010 und Hartz IV, Vom rot-grünen Neoliberalismus zum Protest", PROKLA, Zeitschrift für kritische Sozialwissenschaft 136 - Umbrüche des Sozialstaats, (PROKLA, Eleştirel Sosyal Bilimler Dergisi 136 - Sosyal Devletin Budanması) Eylül 2004.
4 www.ver.di.de