Sayı 3 Kasım 1989 Haberler
Haberler
Rejim Bunalımını gerçek yüzü
Özal cumhurbaşkanlığına aday oldu. Bir anda gerek ANAP içinde, gerekse parlamentodaki muhalefet partilerinde büyük bir hareketlilik doğdu. Süreci kısaca hatırlayalım. Cumhurbaşkanlığı konusunda Özal'ın adaylığı dışında, parlamentodaki muhalefet partileri ve ANAP içindeki kimi muhalif çevreler bakımından bir sorun yoktu. Ana muhalefet partisi SHP'nin lideri İnönü'nün cumhurbaşkanlığı konusunda parlamentodaki partilerin uzlaşması önerisi, DYP tarafından da benimsenmişti. Bir diğer deyişle parlamentodaki muhalefet partileri, erken ve demokratik bir seçim istemini yaşama geçirmek konusundaki isteksizlik ve başarısızlıklarından sonra, bu parlamento zemininde uzlaşma arama noktasında birleşmişlerdi. Bu parlamentoda uzlaşma arayışı, açıktır ki, parlamentoda büyük bir çoğunluğa sahip ANAP'ın kabul edebileceği, muhalefet partileri bakımından ise Özal dışında olması nedeniyle ehvendi şer olan bir adaya üzerinde anlaşma isteğiydi. Yani SHP yönetimi ve ardından DYP, uzlaşma istemekle, bu parlamentonun cumhurbaşkanı seçme hak ve yeterliliğine sahip olduğunu teslim ediyorlardı. ANAP içindeki kimi muhalif çevreler bakımından ise, sorun daha çok kendi siyasal kariyer ve gelecekleriyle ve parti içindeki dengelerle bağlıydı. Özal'ın cumhurbaşkanlığına çıkmasına sözüm ona "demokrasi" söylemiyle karşı çıkıyor olsalar da, özellikle N. Karaduman, K. Erdem gibi bu çevre mensuplarının bugüne kadarki uygulamaları göz önünde bulundurulduğunda, bu söylemin samimiyetsizliği kendini açıkça gösteriyordu.
Peki, Özal'ın cumhurbaşkanlığı adaylığıyla ne değişiyor? Nasıl oluyor da İnönü-Baykal ve Demirel "sine-i millete dönmek"ten, yani parlamentodan istifa etmekten söz ediyorlar? Kimi ANAP millitvekilleri neden partilerinden istifa ediyorlar? Özal cumhurbaşkanı olursa neden ancak Anayasa'nın tümüyle değiştirilmesiyle aşılabilecek bir rejim bunalımı doğsun?
Önce elbette Özal'ın cumhurbaşkanlığı adaylığının ne anlama geldiğini irdelemek gerek. Çünkü SHP liderliği, özellikle İnönü-Baykal, "sağduyu"ya yaptıkları çağrı sayesinde Özal'ın adaylıktan vazgeçeceği üzerine politika kurdular. Demirel ise, yığınlara ancak adaylığın açıklanmasından sonra yöneldi. Dolayısıyla parlamentodaki muhalefet partileri, Özal'ın gerçek güç kaynağını ve cumhurbaşkanlığıyla neyi hedeflediğini saptamakta acze düşmüşlerdi. Özal kendini kurtarmak, batmakta olan ANAP gemisini terk ederek kendini kurtaran kaptan olarak için mi davranıyordu? İnönü-Baykal ve Demirel, politikalarım hâlâ buna göre belirliyorlar, ANAP milletvekillerini böylece etkileyebileceklerini düşünüyorlar ve "çıkarsa indiririz", "Anayasa değişikliği gerektirecek bir bunalım doğar" söylemlerini bu değerlendirmeyle yapıyorlar. Oysa Özal sırtını ABD'ye, onun yerli işbirlikçisi tekelci burjuvaziye, 12 Eylül rejiminin kendisine ve güçlerine dayıyor. ABD adına Hupe'ler, Perle'ler, Abromowitz'ler İnönü ve Demirel'in Özal'a alternatif olmadığını özellikle vurguluyorlar; ANAP'ın politikalarının geçerliliğinin altını çiziyorlar. Tekelci burjuvazinin önde gelen temsilcileri, büyük bir pervasızlıkla devletin, böylece de rejimin sürekliliğinin öneminin altını çiziyorlar; Özal'ın cumhurbaşkanlığını rejimin sürekliliğinin güvencesi olarak görüyorlar, İşte gerek SHP yönetiminin, gerekse DYP'nin destek alarak ve hoş görünerek iktidara gelmeyi umdukları güçlerin tutumları böyle. Böyle olunca da Özal, tüm muhalefet gösterilerine karşın cumhurbaşkanlığına soyunuyor.
Düne kadar 12 Eylülcü rejimin bunalımından söz etmek bir yana, bu rejime yaslanan parlamenter muhalefetin bugün Anayasa'nın topyekün değişmesi gereğinden söz etmesi ve bunu yalnızca Özal'ın kişiliğiyle bağlı görmesi inandırıcı olabilir mi? İşçilerin en temel hak ve özgürlükleri doğrultusunda yürüttükleri eylemler, cezaevlerinde insanlık onuru için süre giden direnişler, öğrencilerin bilimsel ve özgür düşünceye ulaşmak için, öğrenim hakkını savunmak için gerçekleştirdiği protestolar, doğu ve güneydoğuda olağanüstü hal adı altında resmi-sivil güçlerce Kürtler'e yönelik baskılar, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü isteyenlere reva görülenler, genel olarak basına, özel olarak ilerici-devrimci basına yönelik baskılar sırasında Anayasa değişikliği gereğinden söz etmeyenler, Özal cumhurbaşkanı adayı olunca "sine-i millete dönmeyi" akıl ediyorlar ve dar siyasal hesapları çerçevesinde anti-demokratik seçim yasalarıyla parlamento dışında bıraktıkları siyasal partilerin varlığını birden bire hatırlıyorlar. Bütün bunlar gerek SHP yönetimi, gerekse DYP bakımından sözcüğün gerçek anlamında bir rejim bunalımı olmadığını gösteriyor. Evren'in cumhurbaşkanlığı konusunda da başlangıçta benzer bir tutum sergileyenler, nasıl "rejimin demokratikleşmesi" bakımından Evren'le uzlaşma yolunu seçmişlerse, şimdi de "milletin verdiği muhalefet görevini aksatmamak" noktasını da gözden kaçırmadan başlangıçta bu denli karşı çıktıkları Özal'ın cumhurbaşkanlığını da "rejimin selameti" bakımından içlerine sindirebilirler. ANAP'tan istifalar ve ANAP içi muhalefet konusunda ise, hesap kurmaya yeltenenleri hüsran bekliyor; ne sayıca, ne de nitelikçe bu muhalefete etkili bir siyasal gücü, en azından bu aşamada görünmüyor.
Oysa ülkede gerçekten bir rejim sorun var ve cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla bu sorun kendini daha da açık bir biçimde hissettiriyor. Henüz bunalıma dönüşmemiş ve ancak başta işçi sınıfımız ve geniş emekçi yığınların sınıfsal ve ulusal hak ve çıkarları doğrultusundaki örgütlü eylemliliği yükselmedikçe de bunalıma dönüşmesi alabildiğine zor bir rejim sorunu. Bugün cumhurbaşkanlığına aday olan ve büyük olasılıkla da seçilecek olan Özal, yaşam öyküsünü anlatırken "Dünya Bankası'nda bilgimi genişlettim ve yurda dönünce 'DGM'yi ezdik sıra MESS'te' diyenlere karşı MESS'in başında kavga verdim" diyor. 24 Ocak kararlan denen işçi ve emekçi düşmanı ekonomik politikayı hazırlamakla ve 12 Eylül yönetiminde birinci derecede sorumluluk almakla övünüyor. Özal -cumhurbaşkanı olarak bu savaşını sürdüreceğini ilan ediyor. Daha açık deyişle, 12 Eylülcü Özal'ın aslında SHP ve DYP'yle bir savaşı yok. Savaşı, sorunu, düşman gördüğü işçi sınıfıyla ve geniş emekçi yığınlarla. O yüzden de SHP yönetimi ve DYP'nin muhalefeti onu pek fazla rahatsız etmiyor. Düşman saydıklarının, işçi sınıfının ve emekçi yığınların tutumuna bakıyor.
Bu noktada komünistlerin durumu ve tutumu gündeme geliyor. İçinde bulunduğumuz aşamada ise, ülkemiz komünistleri ağırlıklı' olarak iç sorunlarıyla uğraşıyorlar. Elbette bu sorunları aşmadan, teorik-ideolojik netliklerini sağlayıp programatik hedeflerini ortaya koyup partileşemeden komünistlerin işçi sınıfımız ve emekçi halkımızın savaşımına yön verebilmeleri olanaksızdır. Ancak yaşam durmuyor. Yüz yüze gelinen politik sorunlara aktif müdahale edilememesi, potansiyellerin heder olmasına yol açıyor. Marksist-Leninistler, iç sorunlarını belli bir sürede aşma, devrimci bir program etrafında birleşme ve yığın savaşımına yönelme durumundadırlar. Bu sorunların çözümünün belirsiz bir geleceğe ertelenmesi, toplumsal pratikte komünistlerin dönüştürücü rolünün eksikliği, gitgide onların kendi kendilerini yaşamdan koparmalarını ve işlevsiz kılmalarını doğurabilir. Bir yandan' bu tehlike, öte yandan işçi sınıfımız ve emekçi yığınların sınıf savaşımında komünistlerin yönlendiriciliğinden yoksunlukları, 1990'lara girerken görevleri belirliyor. Ayrıca bu durum, Marksist-Leninistlerin, partileşme sürecini tamamlayana dek, toplumsal pratiğe bir blok hareketi halinde müdahale etmenin yollarını bulmalarını gerektiriyor.
Kehanet değil, rejim Özal'ın cumhurbaşkanı olmasıyla bunalıma düşmüyor, düşmez. "Ermeni sorunu", "Kürt sorunu", komşu ülkelerle gerginliğin tırmandırılması, bu ve benzeri kaldıraçlar egemen sınıfların sözüm-ona "milli bir dava" etrafında birleşmesini kolayca sağlayabilir. Nasıl 26 Mart 1989 yerel seçimlerinin ateşi "Bulgaristan Türkleri"yle söndürülüverdiyse, Özal'ın cumhurbaşkanlığıyla doğacak "rejim bunalımı" da ABD Senatosu'ndaki "Ermeni Soykırım Tasarısı"yla söndürülüverir. İnönü-Baykal'lar, Demirci'ler, cumhurbaşkanı Özal'la sarmaş-dolaş oluverir. Sorun, kimi "ulusal mutabakat" arayan sol çevrelerin sandığı gibi "Özal'ın cumhurbaşkanlığını nasıl karşılayacağız" değil, işçileri ve geniş emekçi yığınları düşman sayan Özal ve onun dayandığı rejime karşı işçilerin ve geniş emekçi yığınların mücadelesini nasıl yönlendireceğiz sorunu. Komünistler, bu sorunu çözmenin yolunu kendi bakımlarından hızlandırmak göreviyle yüz yüzeler.
Yurtdışındaki sosyalistlerin Franfurt tartışmaları
30 Eylül - 1 Ekim 1989 tarihleri arasında yurtdışındaki 250'yi aşkın sosyalist, Franfurt'da bir araya geldi. Hemen hemen her politik eğilimden sosyalistlerin bir araya geldiği bu toplantıda, "Türkiye ve Türkiye Kürdistan'ında politik mücadelenin hedefleri" konusu tartışıldı.
Bir süredir Avrupa'da düzenlenen tartışmaların üçüncüsü olan bu toplantının açış konuşmasını, divan üyesi ve şu günlerde "bağımsız Marksist" çevre mensubu olan Aydın Engin yaptı. Bu tür toplantıların düzenlenmesinin pek de kolay olmadığına işaret eden Engin, tüm güçlüklerine rağmen, böylesine geniş toplantılarla yaratılacak bir "anlayış/ mutabakat ortamından umutlu, olumlu ve sevinçli olunabileceğini" de işaret etti. Bu tür toplantıların 4. ve sonuncusunun Kasım ayında "parti sorunu" üzerine düzenleneceğini belirten Engin, bu toplantının son bölümünde de Türkiye'deki 18'lerin çağrısına destek sorununun görüşüleceğini ifade etti.
Daha sonra 30'ar dakikalık konuşmalar için 1-İlkay Demir, 2- Veysi Sarısözen, 3- Engin Erkiner, 4- Mahir Sayın, 5-Doğan Tarhan, 6- Sıtkı Coşkun, 7- Hamdullah Erbil, 8- Ahmet Kaçmaz, 9- Ali Emre, 10- Temel Demirer, 11- Orhan Karaca, 12- Bülent Uluer, 13-Ferudun Sakar sözaldılar.
İlkay Demir, çok kimse söz aldığı için, çok kısa konuşacağını belirtti. Herkesi dinliyerek görüş oluşturma eğiliminde olduğunu ifade edip; "dogmatiklikten uzak durularak, değişimin dinamiklerine kulak verilmesi"ni öneren Demir, kafaların açılması için tartışılmalı dedi. Tüm bunların ardından da, herkese "güleryüzlü olmasını" önerip "asık suratlılıktan ve böyle tartışmaktan korktuğunu" belirtti.
Demir'den sonra sözü Veysi Sarısözen aldı. İlkay'ın jestini aşırı demokrat bulduğunu belirten Veysi Sarısözen, konuya ilişkin kimi kişimi fikirlerini dile getireceğini söyledi. "Hareketin ciddi problemlerle karşı karşıya olduğunu...", "genel olarak, yeni bir arayış içine girildiğini...", "krizin yenilenmesiz aşılamayacağını...", "dogmatizmin ciddi bir sorun olduğuna..." dair TBKP tezlerini yineliyen Sarısözen, Türkiye'ye ilişkin olarak da şunlardan sözetti: "12 Eylül'den ne devrimci ne de reformcu bir biçimde çıkılamadı. Gündemdeki çıkış yeni tutuculuğun bir versiyonuy-la, sürünerek demokratikleşmedir. Sürünen demokratikleşme, Türkiye'deki tehlikeli güçlerin, gizli iktidar odaklarının ve suç ortaklarının istediği türden bir gelişimdir."
Bu durum karşısında güçlü demokratik alternatifler oluşturulmasını öneren Sarısözen, "basit propagandacılıktan kurtulunmalıdır" deyip, ANAP'a karşı geniş ve demokratik bir mücadele bloku oluşturulmasını önerdi. Sansözen "Kürt sorunu" konusunda da şunları dedi: "Türkiye Kürdistanında bir milli kurtuluş mücadelesi veriliyor. Bu bir gerilla savaşıdır. (...) Biz geçmişte milli meseleye muhtacı olduğu hassaslıkta eğilemedik ve kimi hatalar yaptık. İçimizde geçmişteki bu çizginin gözden geçirilmesinden yana olan arkadaşlar vardır. (...) Milli mesele eskiden bir sömürgeler sorunu idi. Ama sömürge sistemi çöktükten sonra da bu sorunu, olmayan bir sisteme karşı mücadele ile açıkla-yamayız. (...) Kürt sorunu bugün karşı karşıya olduğu ciddi jenosit tehlikesinden ötürü bir barış ve demokrasi çerçevesinde ele alınmalıdır. (...) Bugün "köy koruculuğu' ya da 'teritoryal savunma' adı altında Türkiye'de geleceğin Endonezyalılaştırılmasının kadroları oluşturulmaktadır. (...) Bugün Türk ordusunun Kürdistan'dan çekilmesi talebi, yükseltmemiz gereken en acil enternasyonalist şiardır.
Veysi'den sonra söz alan Engin Erkiner, kimilerinin "devrim sözcüğünden bile rahatsız olarak" demokratlaştığına dikkat çekti. Oysa herşeyi yapan 12 Eylül yönetiminin ve uzantılarının ekonomik-politik istikrara ulaşamadığını iddia eden Engin Erkiner'in bir iç savaşa yönelen Türkiye'de esas ve temel olanın düzen dışı alternatif olduğunun altını çizdi. Buna gerekçe olarak da, "Türkiye'nin yeni toplumsal çalkantılara gebe olduğunu, burjuva alternatifsizliğinin devrimci bir çıkış için kullanılabileceğini" gösterdi.
4. konuşmacı olarak söz alan Mahir Sayın, yeni bir toplum projesinin gerekliliğini dile getirerek, bu gereksinimin politik mücadelenin hedefleriyle bağmtısızlığını izah ederek şunları dedi: "Toplumun akacağı ve yöneleceği geleceği konusunda yeni projelere gereksinimi vardır. Bu açıdan işçi sınıfının tüm perspektifleri, sosyalist demokrasi çözümlemeleri üzerine oturmalıdır. (...) TC demokrasiyi hiç tanımadı. Demokrasi geleneğinin güçlendirilmesi gerekiyor. Tutarlı bir demokrasi mücadelesi verilmeden, sosyalizme ulaşmamız mümkün değildir. Türkiye demokratik bir devrim sürecinden geçmelidir.
Bunların hemen yanı-başında, demokrasi mücadelesinin militarist kudurganlığın baskılarını göğüslemek yeteneğinde olması gerektiğini ifade ettikten sonra; bugünkü politik mücadelede reformist/radikal ayrımının geçersiz olduğunu, gerekli olanın sosyalist demokrasi temelinde bir ayrım ve saflaşma olduğunu" anımsattı.
Sayın'dan sonra sözü alan Hamdullah Erbil ise, cezaevleri ve cezaevlerindeki mücadele ile dayanışmanın yükseltilmesi için ortak bir kampanya açılmasını önerdi. Ve ayrıca Türkiye'de devrimin objektif koşullarının olduğunu lakin sübjektif koşullarının olmadığını belirterek şunu ekledi: "Burada feriştah olunsa devrim için birşey yapılamaz. Bunun yeri Türkiye'dir."
Politik mücadelenin hedefinin, yeni toplum projesi ve onun hemen hayata geçirilmesi kavgasıyla direkt bir bağı olduğunu ifade eden Ahmet Kaçmaz, "kişisel ve tartışmalı görüşlerimi ifade edeceğim" kaydını getirdi: "Kapitalizmden sosyalizme geçişin bunalımlı bir dönemindeyiz" diyen Kaçmaz, konuya ilişkin olarak şu ana fikirleri savundu: "Sosyalizmin Türkiye için olabilirliğini savunmamız gerekiyor. (...) En mükemmel sosyalizm projesini yapıp bunu yığınlara sunmalıyız. (...) Erkeklerin hakim olduğu sosyalizmlerden iyi sonuçlar çıkmıyor. (...) Projemiz çevre sorunlarına da yanıt verebilirleridir. (...) Türk ve Kürt emekçilerinin ortak federatif devletlerini savunmalıyız."
Bu fikirlerden oluşmuş yeni bir toplum projesinin; "1. Öncelikle anlaşılabilir ve uygulanabilir olmak; 2. istenmek; 3. ve uğrunda mücadele edilmek"le gerçekleştirilebileceğini belirten Kaçmaz, ardından da altını çizerek şunları dedi: "Bu proje için burjuva düzenin bağrında kimi şeylerin yapılabilirliği ve insanların kendilerini hemen bugünden yaratmaya başladıkları asla unutulmamalıdır."
Söz sırası gelen Doğan Tarkan, "politik hedefler tartışması 60 yıllık bir Türkiye ve dünya irdelenmeden ele alınamaz" diyerek başladığı konuşmasında 'Stalinizmi ve tek ülkede sosyalizm teorisini' eleştiri salvosuna tabi tuttu. Konuşmasını "bize Marks'a ait bir sosyalizm anlayışı gerekli" diye tamamladı.
Söz sırası Sıtkı Coşkun'a geldi. Sarısözen'inkinden geri konumlardaki bir konuşmayı; "yasaksız, baskısız bir Türkiye" temennisi ile dile getiren konuşmacı, "demokrasi için; 1. demokratik bir anayasanın, 2. demokratik bir seçim yasasının, 3. işçi sınıfının tüm demokratik haklarının tanınmasının, 4. Kürtler'in demokratik haklarının güvence altına alınması için bir ulusal mutabakat gerektiği"nin altını çizdi.
Temel Demirer "güleryüzlülük şartlanmışlıklarının diplomatikliğinden uzak durarak", ifade edeceğini belirtti görüşlerini; BİC'in oluşumu, Kuzeybatı Kürdistan'ın bağımsızlık talebinin kayıtsız koşulsuz desteklenmesi ve Leninci bir öncünün kazanılması için, silahın ve siyasetin örgütlenmesi güncel görevleri ekseninde, neo-Marksist ve sosyal-reformcu görüşleri eleştirerek ifade etti.
Ali Emre'nin "politik perspektif eşittir Stalin eleştirisi ve tek ülkede sosyalizmin kurulamazlığı" yollu konuşması, salonca 'dinlenmek' zorunda kalınan konuşmaydı.
Orhan Karaca "Stalin eleştirisi yetmez, bu faaliyet Lenin'i de içermelidir" önermesinden hareketle, Ekim Devrimi ve Leninist örgüt teorisini Aybar'ın görüşleri doğrultusunda eleştirdi.
Sıra konuşmacılardan Bülent Uluer'e gelince, o sözüne bir divan üyesi olarak, 'gündem dışı konuşmalara mühadale etmemelerinin özeleştirisini' vererek başlayıp, ajitatif bir söylem içinde şunları dile getirdi: "Kimi konuşmacıların ifade ettiği gibi, 74-80 kesitinde herşey kapkara değildi. Bu dönemde çok önemli şeyler de yapıldı. (...) Ben kendimi bir işçi sınıfı devrimcisi olarak görüyorum ve devrimcilikte köken tartışmalarını anlamlı bulmuyorum. (...) Türkiye devrimci hareketinde tehlike popülizmde değil uvriyerizmdedir. (...) Türkiye bir ekonomik-politik bunalımı yaşıyor. (...) Bu ülkeyi bir iç savaş bekliyor. (...) Türkiye istikrarsız bir ülkedir. (...) Türkiye'de anti-faşist bir mücadele gündemdedir. (...) Durumumuz kötü olmasına kötü ama burayı bu bağlamda bir ağlama duvarına çevirmenin de bir alemi yok. (...) Tek ülkede sosyalizm kurulmaz diyerek bize burada sosyalizmin nasıl olmayacağını anlatanlar, lütfen biraz da nasıl olabileceğini kafa yorarak bu konuda laf etsinler. (...) Bizim güçlerimizi birleştirerek makro politikalar üretebilecek, bu yoldaki projeleri yaşama geçirebilecek çözümlere ihtiyacımız vardır. Bunun için kimse buraya arka cebinde programıyla gelip de çözüm arıyor gözükmesin. (...) Sosyalist demokrasi tartışmalarını eksen yapıp devrimci bir halk hareketi yaratalım." Daha sonra kürsüye gelen Ferudun Sakar konuşması sırasında "Bülent'in Uluer'in konuşma stilini sokak satıcılarına" benzetti. Bu benzetmeye mühadale eden Mahir Sayın'ın salonu terketmesiyle birlikte önemli sayıda izleyici, Ferudun Sakar'ın bu tavrını protesto edip salonu terketti.
Konuşmalar bölümünün ardından, beşer dakika ile sınırlandırılmış eleştiri ve görüş belirtme bölümüne geçildi. İlk sözü alan Ferudun Sakar yanlış anlaşıldığını ve bu yanlış anlaşılmadan ötürü de toplantıdan özür dileyerek özeleştirisini verdiğini ifade etti. Bunun üzerine Sakar tüm salonca alkışlandı.
Kısa konuşmalarda Cafer Cebe birliğin gerekliliğini bir kez daha vurguladı. Demir Küçükaydın "mevcut bunalım koşullarında görevimiz politika yapmak değil, sorunu teorik bazda çözümlemektir" dedi. Nuran Sanca konuşmacıların kadın sorununa ilgisizliğinden dert yandı. Mehmet Yıldırım geçmişteki hatalara değindi. Mehmet Boz bu toplantılara tanık olduktan sonra son 10 yılda iyi yol alındığına inancını ifade etti. Fevzi Karadeniz'in "bu toplantıda neden Kürt devrimci ve sosyalistleri yok?" sorusu toplantıda büyük bir sessizlikle karşılanırken; İrfan Kılıç ise, "devrimci saflarda birlikten söz etmeden önce, yaşanan inanç erozyonunun önüne geçilmesi" gereğine dikkatleri çekip şunları dedi: "Bugün, düne ve geçmişe küfretme bir modernlik ve yenilenme olarak sunuluyor. Oysa bu tür bir tavır hem geriliktir ve hem de mücadeleden kaçaklıktır... Burada sosyalizm projelerinden söz ediliyor. Bu projelerden söz edebilmek için önce inanç ve sınıf düşmanlarına öfke gerekiyor." İrfan'a katıldığını ifade eden Burhan Fırat ise "yaşanan bireycilik, egoizm ve kariyerizm ortamında Stalin gibi bir adama ihtiyacımız var" dedi. Taner Selin, birlik fikrinin güçlendirilmesi gerektiğinin altını bir kez daha çizdi. Hüseyin Özer mücadelenin hedefi sosyalizm olmalıdır dedi. Atilla Keskin ise, "toplumsal bir muhasebe ve eleştiri olmadan artık ilerlenemiyeceğini ve geçmişin kollektif özeleştirisini Türkiye sosyalist hareketi olarak vermemiz gerektiği" fikrinin altını çizdi. Ekin Taciser sosyalistler arasındaki temelli ayrışmanın, kurulacak toplum noktasındaki tartışmalar bağlamında şekillenmesi gerektiğine değindi. Salonda uzun alkışlar alan TSİP'li Ali Kar ise, Türkiye sosyalist hareketinin "Misakı Millici" görüşlerinden ve şoven politikalarından vazgeçemediğine dikkatleri çekerek, ulusal sorunun çözümünün bağımsızlıktan geçtiğini ve PKK hareketinin tekrar değerlendirilmesi gerektiğini belirtti. Daha sonra toplantı kapatılarak 18'lere destek sorununun tartışmasına geçildi.
Oya Baydar, İlkay Demir, Engin Erkiner, Veysi Sansözen, Orhan Silier, Server Tanilli, Bülent Uluer imzalı 'Yurtdışındaki Sosyalistlere Çağrı' metni tartışmaya açıldı.
Bu metnin diğer ilgili çevreler bilgilendirilmeden kotarılması, Doğan Tarhan, Atilla Keskin, Demir Küçükaydın tarafından şiddetle eleştirildi ve bu sırada birçok tatsız ve çapsız diyaloglar sahnelendi.
Frankfurt'da tartışılanların çok kısa bir dökümü işte bunlar... Ve de çok kısa bir belirleme ile, bu tür toplantılar; yurtdışındaki bir çözüm olmaktan çok uzatmalı mültecilik çözümsüzlüğünün zorlama çözüm arayışları idi.
İsmail Yıldırım
Temel Demirer
Çin KP MK Genel Sekreterliğine Tiang Zemin getirildi
23-24 Haziran 1989'da Pekin'de yapılan ÇKP Merkez Komitesi 4. Tamüyeli Toplantısı Jiang Zemin'i MK Genel Sekreterliği'ne seçti.
1926'da Yangzhu'da doğan Jing Zemin, Nisan 1946'da ÇKP'ye üye oldu. 1947'de Şanghay'da Jiao-tong Politeknik Enstitüsü elektrik mühendisliği bölümünü bitirdi ve 1949'dan başlayarak aynı kentte ekonomik yöneticilik görevlerinde bulundu.
1955'de Moskova'da ZİS Motor Fabrikası'nda staj yapan Zemin, 1956'da Çin'e döndü ve Chang-chog'da ilk motor fabrikasının kuruluşunda başmühendislik yaptı. Ardından Şanghay Elektrik Donanımı Araştırmalar Enstitüsü müdür yardımcılığına getirildi. Ülke sanayiinde birçok yürütücü sorumlu görevde bulunan Zemin, 1980'de Denetim Dışalım ve Dışsatım Komitesi başkan yardımcılığına getirildi ve bu görevi Devlet Dış Yatırım Devlet Komitesi sekreterliğinin başkan yardımcılığıyla birlikte yürüttü. 1982'de Elektronik Sanayii Bakanı oldu.
1985'de Şanghay Kent Parti Komitesi sekreter yardımcılığına ardından sekreterliğine getirilen Zemin, izleyen süreçte Şanghay Belediye Başkanlığı görevini de üstlendi.
1982'de ÇKP Merkez Komitesi üyesi, 1987'de Politik Büro üyesi olan Zemin, 1989 Haziranı'nda MK Genel Sekreterliği'ne seçildi.
Yunanistan KP (KKE) MK Genel Sekreterliğine Grigoris Farakos getirildi
Temmuz 1989'da yapılan YKP Merkez Komitesi Tam-üyeli Toplantısı, Grigoris Farakos'u Genel Sekreter seçti. Eski Genel Sekreter Harilaos Glorakis Parti Başkanlığı'na getirildi. 1923'de Nauplia'da doğan Farakos, Atina Ulusal Teknik Üniversitesi'ni bitirdi. II. Dünya Savaşı yıllarında yeraltı çalışmasında yeraldı ve Direniş hareketine katıldı. Komünist gençlik örgütü faaliyetinin ardından 1941'de YKP'ye üye oldu. 1961'de Merkez Komitesi üyeliğine, 1968'de Politik Büro üyeliğine getirildi. Askersel-faşist "albaylar cuntası"nın kurulmasından sonra Yunanistan'a dönerek ülke çapındaki parti çalışmasının yürütülmesinde sorumluluk âldı. 1968'de tutuklanarak ömürboyu hapse mahkum edildi. 1974'de "albaylar cuntası"nın devrilmesiyle özgürlüğüne kavuştu. 1974'den beri Ulusal Meclis'e milletvekili seçilmektedir. 1970'li yılların ortalanndan beri Farakos, YKP MK merkez organı Rizospastis gazetesinin yöneticiliğini yürütmektedir.
Üniversite gençliği: Gerçek alternatif, dönüştürme gücümüzdür
Geçtiğimiz ay, üniversiteler birer birer açıldı. Yaz boyunca, beşer onar gözaltına alınan gençlerin sayısı, okullarının açılış günlerinde hızla arttı. Bir dizi üniversite de düzenlenen ve genellikle sol radikal gençlerin öncülük ettiği "alternatif açılış şenlikleri"; YÖK'ü protesto, "demokratik, özerk üniversite" istemini yükseltme eylemlerine dönüştü. Tek istisnayla, Mimar Sinan Üniversitesi'nde bir öğrenci, tüm arkadaşları adına, "resmi açılış töreninde protokole katıldı ve aralarında Bakan Mehmet Ali Zeybek'in de bulunduğu izleyicilere, pek alışıldık olmayan bir konuşma yaptı. "Bilimsel özerkliğe" "Demokratik, özerk üniversite" özlemine, "aydın sorumluluğu"na değinilen konuşmada, böylesi bir yolda tüm öğretim üyeleri de ortak uğraşa çağırıldı.
Önceki yılların tersine, öğrenci derneklerinin pek adının duyulmadığı bu yeni öğretim yılı başlangıcında, bu görece sakin. seyrin geçici finali, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Bölümü 3. sınıf öğrencisi olan 21 yaşındaki Murat Erdoğan'ın ensesinden vurulmasıydı. Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından "çatışma sırasında vurulduğu" iddia edilen Erdoğan'ın vurulmasının ardından ODTÜ ve Hacettepe Üniversitesi öğrencilerinin düzenlemek istedikleri forumlara jandarma müdahale etti ve çok sayıda öğrenci gözaltına alındı. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden 30 öğrenci, "toplu gözaltına alınanların serbest bırakılması" istemiyle açlık grevine başladı. Gelişen olaylar gösteriyor ki, "polisin yeri, üniversite değildir" istemi, geçen öğrenim yılı boyunca olduğu gibi, bu yıl da hızla yükseleceğe benzer.
Yüksek öğrenim gençliğinin, bu oldukça dağınık hareketliliği, bize bir dizi soru sordurtmaktadır. Geçtiğimiz dört yıl boyunca, yüksek öğrenim gençliğinin istemlerine sözcülük eden, eylemlerine eşgüdümlülük katan "öğrenci dernekleri" ve "öğrenci dernekleri platformu" artık dağıldı mı? Yoksa, içinde yoğun biçimde tartışılan ve doğru yanıtları yaşamla henüz örtüşmeyen sorularla birlikte işlevlerini tamamladılar mı? Öğrenci derneklerini yok etmeye yönelik yasa tasarısına karşı yükselen "Nisan eylemleri"nin, dernek üyesi olmayan öncüleri ve 44. madde eylemcileri bugün neredeler? Yükseköğrenim gençliğinin yığınsal, etkin, eşgüdümlü, akademik-demokratik örgütlenme perspektifi, eylem programı ne olmalıdır?
Bu soruların yanıtlan, hem Türkiye yüksek öğrenim gençliğinin örgütlü mücadele geleneğine, hem geçtiğimiz yıllara, hem de yaşadığımız günlere soğukkanlı bakmayı gerekli kılmaktadır.
12 Eylül öncesi, yüksek öğrenim gençliğinin örgütlenmesi, siyasal gençlik örgütlenmelerinin, farklı ya da çakışan yerlerdeki etkinliklerine, siyasal programlarının elverdiğince eylem birliklerine dayanan bir nitelikteydi. Birçok yörede, ilde, faşist saldırılara karşı mücadele, yüksek öğrenim gençliğinin temel mücadele alanını oluşturmaktaydı. "Öğrenim özgürlüğü ve can güveniği" istemi, akademik-demokratik örgütlenme geleneğinin yeşertilememesinin, zenginleştirilememesinin önündeki aşılası temel engeldi. İlerici, devrimci gençliğin güç kazandığı, boy attığı her yer, akademik-demokratik öğrenci örgütlenmesinin, değişik siyasal gençlik örgütlenmelerinin etkinliğine göre değişen deneyimlerini de beraberinde getirdi. "Öğrenci dernekleri", "Öğrenci Temsilci Konseyleri", fakülte fakülte değişen özellikler taşısa da, siyasal gençlik örgütlenmelerinin eylem birliği yolunda kalıcı adımlar atamaması, aksine ayrılıkların öne çıkartılması ve etkin olunan her yerde bu gücün pekiştirilmesi adına çaba harcanması yüzünden, yönetimlerinde bulunan insanların siyasal kimliklerine göre biçim aldı.
Aslında, 1980 sonrası yüksek öğrenim gençliğinin yeniden hareketlenme sürecindeki en önemli özelliği, geçmişin bu olumsuz deneyimini, gününe taşımama şansının olmasıydı. Bu şans, İzmir gençliğinin "Akademili Demokratik Komiteler"inden, İstanbul gençliğinin "kulüp örgütlenmeleri"nden, yine İzmir ve Ankara gençliğinin "kültür faaliyetleri"nden taşınarak "öğrenci dernekleri"nin kurulması sürecine aktı. Eğer akmamış olsaydı, öğrenci derneklerinin ilk kuruluş günlerinden bugüne değin süren "doğrudan demokrasi mi, demokratik merkeziyetçilik mi?" "öğrenci dernekleri, siyasal örgütlenmelerin kadre kaynağı olmaktan öte bii anlam taşırlar mı, taşımazlar mı?" tartışmaları bu denli boyvermezdi. İlk kuruluşlar, ilk tartışmalar, ilk hareketlilik, yepyeni bir kuşağın, çeşitlilikleri içinde barındırmaya hazu rengini, zengin eylem biçimlerini de beraberinde getirdi. Yüksek öğrenim gençliğinin bu yeni niteliklerini, gerçekçi, etkin bir eylem ve örgütlenme programı ile birleştiremeyen öğrenci derneklerinin öncü kadroları, bugün herbirisi binlerce öğrenciyi içinde barındırabilecek bı örgütleri, atalete sürüklediler. Böylesi bir süreçte, yüksek öğrenim gençliği içinde yerlerini almaya başlayan, geçen yılların olumlu-olumsuz deneyimlerinden, pek yaşamın kabulü olan dersler çıkaramayan siyasal gençlik örgütlenmeleri, bu tıkanma ve derneklerin yalnızlaşması sürecini hızlandırdılar. Her dernek, yeniden, yönetimlerindeki insanların siyasal kimliklerine göre biçimlenen politikaların üretildiği, her dernek lokali aynı insanların okuduğu dergilerin sergilendiği yerler haline dönüştü.
"Nisan eylemleri", eylemcilerinin kimliğine, etkililiğine dair nitelikleriyle, aslında, bu gidişe karşı anlamlı bir uyarıydı. Yeni şekillenmeye başlayan "öğrenci dernekleri platformları", her ne kadar bu uyarının farkında olanları kapsamışsa da, ortak bir yeniden ayağa kalkış süreci yaşanamadı. Tam tersine, özellikle sol radikal çevrelerin başlattığı "tasfiyecilik" kampanyaları ile, o güne değin ortak bir dizi adım atmış dernek içi kadroların bile karşılıklı saflaşmasına yol açıldı.
"Tasfiyecilik kampanyaları", "pasif her unsurun derneklerden sökülmesi" çabalan, bu anlayışın yaygınlığı ve etkinliği oranında, demokrat, ilerici gençliğin, dernekler dışında alternatifler aramasına ya da giderek kronikleşen seyirciliklerine neden oldu. İktidarın sistemli depolitizasyon politikasının sonuçlarıyla giderek çakışan bu sonuç, gelişen siyasal hareketlenmeyle birlikte tek tek bir dizi etkinliğe ve eyleme katılan gençlerin karşısındaki, büyük gençlik kalabalığının nesnel konumunu tanımlıyordu.
Günümüzdeki durum, bu görünümün kalıcılaşması tehlikesini de içermektedir. Sorumluluklar artmıştır. Gençliğin örgütlü birliğini kurma yolunda atılacak adımlar belirgindir, acildir.
Öğrenci temsilciliği geleneğini sürdüren, derneklerini her koşulda yaşatmak, onlara tüzel kişilik kazandırmak uğraşını veren okullar başta olmak üzere, her yerde, gidişe dur demenin yollan yardır. "Öğrenci derneği" terimi üzerinde, yaşanan sürecin yaydığı sis bulutlan, "sol" ve "sekter" imaj yıkılmalıdır. Bunun için de, her fakülte ve yüksek okulda, yaygın taban tartışmaları başlatılmalı bu tartışmaların özünü, oluşturacak örgütlenmelerin iuyarlı hiçbir öğrencinin tepkisiz kalamayacağı etkinliği, yaygınlığı, özgüllüğü, demokratik işlerliği doğrudan demokrasi dahil) oluşturmalıdır. Bu tıkanıklılık saptamasını yapan ve çözüm yollannı yalnızlaşma dışında arayan tüm çevrelerin, eğilimlerin, kişilerin, olabildiğince ortak avrı sağlanmalıdır. Bu temelde yeniden biçimlenmeye başlayacak fakülte, yüksekokul ve üniversite öğrenci derneklerinin, eşgüdümlü olarak bu ortak, çabayı yaygınlaştırması sağlanmalıdır.
Yüksek öğrenim gençliğinin yükselecek akade-mik-demokratik mücadelesi, sol sekter eğilimlerin-doğrudan bu eğilimi besleyen siyasal örgütlenmelerin içinde de zayıflamasına yol açacağı; istikrar arayışlarının ve Marksizm-Leninizm'i reddedişin batağında gençliğe yönelik politika üretememezliği yaşayan reformizmin etkilediği yüzlerce gence yeni ufuklar göstereceği açıktır.
Gerçek alternatif, tüm demokrat, ilerici, devrimci gençlikle birlikte dönüştüreceğimiz, yaşam katacağımız örgütlü bilincimizdir, etkinliğimizdir.
Hakan Akçura
Yugoslav Komünistleri Ligası'nın ilk olağanüstü kongresi toplanıyor
Yugoslav Komünistleri Ligası'nın ilk olağanüstü kongresi Aralık 1989'da toplanıyor. Liga tüzüğüne göre, her cumhuriyet ya da eyaletin parti örgütü kendi olağanüstü kongresini toplayıp kararlarını almak durumunda. Ancak Nisan 1989'da yapılan YKL Merkez Komitesi Tamüyeli toplantısı, Olağanüstü Kongre için, her cumhuriyet ve eyaletten gelecek temsilcilerden oluşan bir hazırlık komitesi oluşturulmasını kararlaştırdı.
Finlandiya KP MK Mayıs Tamüyelik Toplantısı
Finlandiya KP Merkez Komitesi Mayıs Tamüyeli Toplantısı, FKP 22. Kongresi'nin Şubat 1990'da yapılmasını kararlaştırdı. Kongre'de Tüzük değişikliği sorununun da ele alınması öngörüldü. Bu değişiklik gereksinimi, özellikle FKP ile Fin Demokratik Halk Ligasının birleşerek yeni bir sol parti kurma projeleri çerçevesinde doğdu.
Yemen Sosyalist Partisi MK Mayıs Tamüyeli Toplantısı yapıldı
Yemen Sosyalist Partisi Merkez Komitesi Mayıs Tamüyeli Toplantısı, ülkenin belli başlı politik ve ekonomik reformları, YSP önderliğinin ülkenin demokratikleştirilmesinde, ivedi ekonomik sorunların çözümlenmesinde ve hükümet yapısında ortaya çıkan deformasyon ve hataların giderilmesinde rolünün güçlendirilmesi konularını ele aldı. Parti'nin devlet aygıtı ve yığın örgütleriyle ilişkileri sorununu görüştü. Merkez Komitesi Tamüyeli Toplantısı, Kuzey ve Güney Yemen'in ortak çıkarlara sahip olduğunu, iki bölümün birleştirilerek Yemen toplumunun tüm yurttaşlara eşit haklar sağlayan birleşik ve demokratik bir devlette bütünleşmesinin etkin biçimlerini yaratmanın nesnel zorunluluk olduğunu vurguladı.
Sendika genel kurulları toplanıyor
Türk-İş'e bağlı ve bağımsız sendikaların genel kurulları ardı ardına toplanıyor. Genel kurullarda şimdiye dek gözlenen, bugüne dek olduğu gibi ağırlıklı sorununun seçimler olmasıydı. Sendikal hareketin yüzyüze bulunduğu ciddi sorunlar bu genel kurul döneminde de somut politika önerileriyle birlikte ele alınmadı, alınmıyor. Yapılan seçimlerde ise, eski yönetimler genellikle konumlarını koruyor, sendikal harekette bahar eylemlerinin taze kanı sendika yönetimlerine henüz yansımıyor.
Petrol-İş genel kurulu
Petro-kimya işkolundaki işçilerin büyük bölümünü sıralarında toplayan, Türk-İş genel kurullarında ilerici sendikal hareket bakımından etkili bir rol oynayan Petrol-İş sendikasının genel kurulu, geçtiğimiz dönem yüzyüze geldiği sorunlar ve ö-nümüzdeki döneme ilişkin politikalar konusunda somut kararlara yönelmedi. Sendikanın lastik işkolundaki üyelerini yitirişi, Yarımca şubesi gibi Yar-Pet işçilerinin üyesi bulunduğu şubenin genel kurulda temsil edilmeyişi bir yana, geçtiğimiz genel kurulda alınan "grup sözleşmesine hayır" kararına karşın KİPLAS'a karşı toplu grevden sonra grup sözleşmesinin imzalanışı, "iş değerlendirmesi"nin KİPLAS tarafından hazırlatılmış ve dayatılmış biçimiyle kabul edilişi, Petrol-İş genel başkanı Münir Ceylan'ın geçtiğimiz 1 Mayıs kutlamalarıyla ilgili tutumu, bunlardan hiçbiri genel kurulun ağırlığını oluşturmadı. Bu durum önümüzdeki dönemde sendikanın yeni politikalarının demokratik bir biçimde oluşturulmasında temel yönelimlerin belirsiz kalmasında etken olacak. Yürütme kurulunda yalnızca genel sekreterlik ve genel teşkilatlanma sekreterliği için yani 5 kişilik yürütme kurulundan iki üyelik için birden fazla adayla yapılan seçimlerde genel sekreter Hüseyin Doğdu yeniden seçilirken, genel teşkilatlanma sekreteri Memet Çelik'in yerine Aliağa şube başkanı Mansur Burgucu getirildi. Böylesi bir seçim, bir bütün olarak sendikanın yukarıda sıralanan sorunların konusuda yönetim kurulunun izlediği politikaları onaylanması olarak değerlendirilebilir. Ne ki bu politikaların irdelenmemiş olması, böylesi bir değerlendirmeyi fazla iyimser kılıyor.
Otomobil-İş genel kurulu
Sendikal birlik sorununun yakıcı bir biçimde kendini hissettirdiği metalürji işkolunda Öz Demir-İş sendikasının genel kurulunun ardından çok daha geniş bir kesimi kucaklayan ve ağırlıklı olarak eski DİSK üyesi T.Maden-İş sendikası üyelerini çatısı altında birleştiren Otomobil-İş sendikasının genel kurulu yapıldı. Yeniden Genel Başkanlığa adaylığını koymayan İlhan Dalkılıç, genel olarak sendikanın yürüttüğü çalışmaları, yüzyüze geldiği sorunları ve yönetimde görüş ayrılığına yolaçan noktalan oldukça somut bir biçimde sergiledi. T. Maden-İş sendikasının 1980 Temmuzu'nda faşistlerce katledilen Kemal Türkler'in eşi Sabahat Türkler ise, yaptığı konuşmada sendikal alandaki gelişmelere ilişkin gözlemlerinden sonra "Kemal Türkler'in uğrunda yaşamını verdiği sendikal ilkeler nerede?" sorusunu delegasyona yöneltti. Eski yönetimden Celal Özdoğan, Mehmet Çapar ve Mahmut Karakoç'un yeraldığı listeyle İsmail Aykanat ile Eyüp Öner'in yeraldığı liste arasında yapılan seçimde birinci liste bütünüyle çoğunluğu sağladı. Sendika genel başkanlığına Celal Özdoğan getirildi. Otomobil-İş'in Türk-İş'e katılması için oylamaya sunulan'karar ise delegasyon tarafından reddedildi. Sendikanın önünde duran işkolu barajı, Çelik-İş ve Öz Demir-İş'le birlik, Türk-İş'e katılma, MESS'e karşı mücadele vb. genel ve bütünsel sorunların çözümü biryana, sendikanın kendi içindeki değişik çevreler arasındaki birlik ve ortak sendikal politika saptama gibi örgüt-içi sorunlar da genel kurul tarafından çözümlenmeden bırakıldı.
Banks Basisen'e katıldı
Yapı Kredi Bankası çalışanlarının büyük bölümüyle geçtiğimiz günlerde istifa ettiği Banks sendikası 21 Ekim 1989 günü topladığı olağanüstü genel kurulla Türk-İş'e bağlı Basisen sendikasına katılma kararı almdı. Banks yönetim kurulunun Basisen'e katılmayı tek gündem maddesi olarak saptadığı olağanüstü genel kurulda, toplu sözleşme görüşmeleri arifesinde doğan görüş ayrılıkları nedeniyle görevlerinden istifa eden genel başkan Meral Ekim ve genel sekreter Yılmaz Düzen konuk sıfatıyla birer konuşma yaparak yönetimin aklanmamasını istediler. Ancak bu süreçteki çalışmalardan çok fiilen üyesiz kalmış olan sendikanın Basisen'e katılması için toplanmış ve işverence de bu çerçevede yönlendirilmiş olan delegasyon, yönetimi akladıktan sonra Türk-İş'e bağlı Basisen'e katılma kararı aldı.
Katılma kararından sonra bir konuşma yapan Basisen genel başkanı Metin Tiryakioğlu, delegasyonun kararını selamladı.