10 eylül dergisi kapaklarndan oluşan kolaj

Sayı 3 Kasım 1989 Marksizm-Leninizm yolumuzu bugün de aydınlatıyor (3)

Marksizm-Leninizm yolumuzu bugün de aydınlatıyor (3)

Kemal Bilgi

Toplumsal Bilimler Akademisi üyesi kimi bilim adamlarınca ortaya atılmış olan ve tüm dünyada, özellikle de sol hareketler içinde geniş yankılar uyandıran yeni teorik tezlerin ülkemizde yansımasından sonra, bu konudaki temel yaklaşımı "Marksizm-Leninizm Yolumuzu Bugün de Aydınlatıyor 1" ve "Marksizm-Leninizm Yolumuzu Bugün de Aydınlatıyor 2" başlıklı yazılarımda ortaya koymuştum.

Yaygın bir ilgiyle karşılaşılan yazılarımın yaymasından bu yana konuyla ilgili gelişmeler hızlanarak sürdü. Hem ülkemizde, kendini uluslararası komünist ve işçi hareketiyle bağlı gören değişik çevreler bu tezlerle ilgili görüşlerini çeşitli yazılarda somutlamaya çalıştılar, hem de dünya komünist hareketi içinde, gerek tezleri öne sürüp savunanlar, gerekse de bunlara (ister bütünsel olarak, ister de kimi noktalarıyla itibariyle) karşı çıkanlar, görüşlerini doğal-mantıksal sonuçlarına doğru geliştirmeyi sürdürdüler. Böylelikle, tartışılan tezlerin özde ne olduğu ve pratikte ne gibi sonuçlar vereceği daha belirgin bir duruma geldi. Kuşkusuz tartışma henüz bitmiş olmaktan uzaktır. Her ne kadar ileri sürülen görüşler kendilerini daha net bir şekilde ortaya koymuş ve sınırlarını az-çok çizmiş olsalar da, buradan teorileştirmelere ve kesin tavır alışlara kadar alınması gereken çok yol vardır.

Bu yolun hızlı alınmasında iki temel etken belirleyici rol oynayacaktır. Birinci etken, her teorik yaklaşımda, önerilerin doğru ya da yanlış olduklarını açıkça kanıtlayan toplumsal pratiktir. Gerek tezleri savunanların, gerekse karşı çıkanların, kendi anlayışları doğrultusunda faaliyetlerini yoğunlaştırmalarını, hangi yaklaşımın yaşamı daha doğru karşıladığını ortaya çıkaracaktır. İkinci etken, bu süreç boyunca teorik tartışmaların hızlandırılmasıdır. Yeni tezlerin Marksizm-Leninizm'le bağlı olup olmadığı, "yeni politik düşünce"nin özdeş olmayıp eşdeş olduğu ileri sürülen Marksizm karşısındaki konumu bu süreçte ortaya çıkacaktır. Bu konuda süregiden canlı tartışmalar büyük önem taşıyor.

Ben de varmış olduğumuz aşamada, bu tartışmaların kazanmış olduğu yeni boyutların ışığında, ileri sürülen çeşitli görüşlere ilişkin yaklaşımlarımı yeniden, daha genişletilmiş ve netleştirilmiş olarak ortaya koymayı gerekli görüyorum. Yazımda, bu kez, yeni tezlere ilişikin ülke içinde dile getirilen düşüncelere de yer vermenin uygun olduğunu düşündüm.

Tezler tartışması ve Türkiye

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki, dünya komünist ve işçi hareketi içinde dönem dönem ortaya çıkan tartışmalarla ilgili tavır alışlarda Türkiye komünist ve işçi hareketinin yerleşmiş olumlu bir geleneği yoktur. Bu konudaki mirasın ilk olumsuzluğu, tartılmaların ülkeye, ülkedeki devrimci kadrolara ya hiç yansıtılmaması ya da çok geç yansıtılmasıdır (SBKP 20. Kongre belgelerinin 1980 sonrasında yayımlanması, Kruşçev dönemi, Sovyet-Çin komünistleri arasındaki tartışmalar hatırlanabilir). İkinci olumsuzluk ise, kimi çevrelerin, bugüne dek SBKP ve onunla bağlı akademisyenlerce öne sürülen tezleri. Herhangi bir eleştirel yaklaşımda bulunmadan, ülke gerçekleriyle bu tezler arasındaki uyum ya da uyumsuzluk araştırılmadan ve yorumlanmadan yinelemeleri olmuştur. Bunda, bir yandan hareketin genel teorik düzeyinin düşüklüğü ve proletarya enternasyonalizminin yanlış kavanışı, öte yandan a hareketin yönetici konumlarında olanların, böyle davranarak hem kendi konumlarını, hem de, devrimci hareket içinde komünistlerini n konumlarını güçlendirelimesini taşımaları belirleyici etken olmuştur. Ancak yaşam gösteriyor ki, bu yolla sağlanan bir gelişme her zaman biçimsel, aldatıcı ve kısa erimli olmaya mahkumdur. Dahası, gerek uluslararası komünist ve işçi hareketine ülkemiz komünistlerinin dolaysız katkılarını engellemekte, gerekse de eleştirel bir gözle irdelenip kavranılmamış tezlerin bir şablon halinde uygulanmaya çalışılması, uzun vadede, ülkemiz komünist ve işçi hareketi içinde uluslararası hareketin saygınlığına gölge düşürmektedir.

Bugün Türkiye komünist ve işçi hareketi içinde, kimi Sovyet bilim adamlarınca öne sürülen yeni tezlerin tartışılması sürecinde iki ana odak biçimlenmektedir. Birinci odak, yukarıda sözünü ettiğimiz olumsuz mirası sürdürmeyi "yenilenme" adına benimsemiş görünen TBKP girişimidir. Bu arkadaşlar Sovyet bilimadamlarınca öne sürülen tezlerin ülkemizde savunuculuğunu pek de başarılı olmayan bir biçimde üstlenmişlerdir. Yeni Açılım dergisinde tezlerin en sağ biçimde yorumlanışı temelinde ve bir alt düzeyde yeniden dile getirilişinden ibaret olan çok sayıda yazı yayımlanmaktadır. Ne yazık ki bu yazılarda özgün görüşler ifade edilmekten çok, tezler yeni sözcüklerle birebir yinelenmekte ve tartışılan konulara somut bir katkı getirilmemktedir. Bu nedenle, tezlerle ilgili bir tartışmada TBKP çevresinden yazarlara yer vermeyi yararlı ve üretici bulmuyorum. Bununla birlikte Yeni Açılım'ın 12. sayısında Celal A. Kanat'ın, gerek "Marksizm-Leninizm Yolumuzu Bugün de Aydınlatıyor" başlıklı yazım, gerekse de bu yazımda dile getirilen görüşlerle ilgili olarak T. Öz'le girişilip benim açımdan sonuçlandırılmış olan polemik konusunda yazdığı yazıya değinmeden geçemeyeceğim. C.A. Kanat, bu yazısında, kürsüsüne kurulmuş ve elindeki şaşmaz kalemle önüne gelene gerekçesiz hüküm kesmeye hazır yargıç tutumunu benimsemiş. Birinci olarak, bu yazımla ilgili, alıntılara başvurmadan ithaf v yargılara varmak, en hafifinden asgari ahlak kurallarıyla bağdaşmıyor. Nitekim C.A.Kanat, böyle yaparak rahatlıkla bana söylemediğim şeyleri söyletmekte "başarılı" olmuştur ("Zaten emperyalizm de derin bir bunalım eşiğinde bulunmaktadır, belki tüm potansiyellerini tüketmiştir ve bütün bunalım türlerinin sonu gelmiştir!", "toplumsal gelişmenin reformcu yolunu dışlama, dahası reformcu yol ile barışçı yolu birbirine karıştırma eğilimindedir" vb.). İkinci olarak, bir görüşü eleştirip kendi görüşünü belirtmeden basit yargılamalar yolu tutulunca, insan ister istemez yuazarın bu yetkiyi nereden ve kimden aldığı sorusunu düşünüyor. C.A.Kanat hangi görüşün eski, malül, ortodoks olduğunu tespit etmeyi kendince yeterli görebilir. Ben ise, ancak kendi kendini çıkardığı yüksek yargı koltuğundan indiğinde ve tartışmaya söylenenler temelinde katıldığında kendisini yanıt vermeye değer bulacağım.

Tezler konusunda ülkemizde belirginleşmeye başlayan ikinci odak ise, henüz sözcüğün saf anlamında bir odak değildir. Daha çok tezlerin hemen hemen aynı noktalarına, hemen hemen aynı gerekçelerle karşı çıkan bir korodur söz konusu olan. Kuşkusuz bu koroda değişik ve henüz birbiriyle uyumsuz, farklı sesler çıkmaktadır. Yine de ülkemiz komünist hareketinin olumlu, savaşkan geleceğini bu koroda görüyoruz. Bu anlamda, bir yandan katılanların sayısını arttırmaya çalışırken, öte yandan da koronun uyumunu sağlamak öne çıkan görev oluyor. Amaç bu olunca da söz konusu yazıları tek tek ele almak gerekiyor.

Gelenek kitap dizisinin Ocak 1989 tarihli 23. sayısında Metin Çulhaoğlu ile Aydın Giritli'nin "Sovyetler Birliği'nde Yeni Yönelimler Üzeine Eleştirel Notlar" başlıklı bir yazıları yayımlandı. Yazının ana noktaları ve genel akışı tezler konusunda benim de benimsediğim bir yaklaşımı dile getiriyor.

"İçinde yaşadığımız tarihsel dönemde global sorunların dünyayı ve insanlığı bir tür olacak çapta tehlikeler içerdiği elbette doğrudur. Ancak Marksizm bu sorunların çözüm yollarını sınıfsal bir dinamizmde, devrimci politikada ve en sonu sınıfsız toplumun oluşmasında gördüğü için sonradan bir demokrat ya da marjinal hareket olmanın ötesinde geçmiştir."(sf.:15)

"Yabancılaşma sorununun kapitalizm altında çözüme kavuşabileceğini düşünmek, yalnızca emeğin en ileri kapitalist ülkelerdeki sorunlarını görmezden gelmek değil, aynı zamanda özel mülkiyet-toplumsal üretim çelişkisini de sorgulamak anlamına gelir."(sf.:21)

"Bugün herhangi bir kapitalist ülkede nihai hedefin, yani sosyalizmin, herhangi bir güncel soruna bağlanmasında güçsüzlük ve isteksizlik göstermek, sosyalizmi gündemden çıkarmak demektir.

Sosyalist hedeflerin kısa dönemde gerçekleşebilme olanaklarını yokluğundan hareketle, varolan ile, güncel mücadelenin sınırları ile yetinmek likidasyonun bir başka türüdür."(sf.:24)

"Sovyetler Birliği'nde ne zaman farklı yönelimler gündeme gelse yeni politikalara uygun olarak geçmişe de yeniden bakmak gerekli olmuştur... Ancak bu ülkenin yaşadığı 70 yıllık süreçte ileri atılan her adımın kendisinden bir öncekini yadsımasının fazlaca şiddetli olduğunu, bu yadsıma eyleminin kendisine mutlaka tarihten de muhataplar aradığını görüyoruz. Öyle ki, istisnasız her dönemin kendisine has ciddi özellikler ya da nüanslar taşıyan 'tarih tezleri' olabilmektedir."(sf.:27)

"Sovyet tezlerinde en açık olan nokta, doğrudan atıfta bulunulmakla birlikte, Leninist örgüt anlayışının hemen hemen tümüyle dışlanmasıdır."(sf.:30)

"Kapitalizm ve emperyalizm varoldukça, tekeller kapitalist sistemin egemen güçleri olarak varlıklarını sürdürdükçe, hümanist değerlerin sınıfsal çıkar ve konumlanışlara üstün gelmesini beklemek, en çok iyi niyetli ama sonuçsuz bir yaklaşım olabilir."(sf.:33)

Sorunun özlü noktalarına ilişkin bu saptamalara katılmakla birlikte, yazıda bence kimi eksikler ve tartışmalı noktalar var.

Sovyet Blimler Akademisi üyelerince öne sürülen tezler, değişik yanları birbirinden koparılamayacak, kendi iç mantıksal tutarlığı olan bağlamlı bir bütün oluşturmaktadır. Bu bütünlüğün temelinde de çağımıza ve dünyamıza yeni bir bakış açısı yatmaktadır. Bu temel nokta ayrıntılı bir biçimde ele alınıp tartışılmazsa tezlerin bütünselliği içinde eleştirisi olanaklı olmaz. Bu çerçevede Gelenek'te yayımlanan yazıda ; çağımızla ilgili genel değerlendirmeler, emperyalist sistemin yaşarlığı ve yeni olanakları konusundaki yaklaşımlar, reel sosyalizme ve onun sorunlarına bakış, günümüzde toplumsal ilerlemenin ölçütleri, çağdaş işçi sınıfının konumu ve tarihsel misyonu gibi temel konulardaki ana görüşler yeterince açık bir biçimde yer almıyor. Oysa bu noktalarda ayrıntılı bir tartışma sonunda varılacak birlik daha ileri adımların temelini sağlamlaştıracaktır.

Öte yandan yazıda bana göre tartışılması gereken kimi belirlemeler de var. Öncelikle uluslararası komünist harekette sağlıkklı kanadı yaratma misyonu öne konarak bu misyon öznel bir biçimde sınırlandırılmaktadır."70'li yıllarda anti-tekel aşama teorilerine karşı çıkmış olanların uluslarası hareket içindeki misyonları bugün daha da önem kazanmaktadır. Bu radikal birimler uluslararası hareketin gerçekten çok sesli yapısında sağlıklı kanadı yaratmak ve kalıcılaştırmakla yükümlüler."(sf.:20). Böylesi bir saptamanının ne denli doğru olduğunun alabilidiğine tartışma götürür olması bir yana, daha da önemlisi, böylesi bir sınırlama getirmenin k omünist hareket içinde günümüz gerçekliğine denk düşüp düşmediğidir. Günümüz gerçekliği bizden, gerek uluslararası komünist harekette, gerekse ülkemiz komünist hareketinde Marksizm-Leninizm konumlarını savunmayı ve öznel sınırlamalar getirmeksizin savunanların saflarını genişletmeyi bekliyor.

Yazıda dile gelen enternasyonalizm anlayışı da bana oldukça tartışmaya açık gözüküyor. İki tartışmalı yaklaşım göze çarpıyor. Birincisi Sovyetler Birliği'nde geliştirilen tezlerin çok öznel bir nedene dayandırılmasıdır. "En açığı Sovyetler, tüm adımları doğrudan ya da dolaylı olarak kendisine nefes aldıracak, yük azaltacak, risk getirmeyecek modellere göre ayarlanmış bir dünya sosyalist hareketini yeğler görünmektedir."(sf.:11). "Ancak öyle görülüyor ki Sovyetleri'in ihtiyaç duyduğu 'dış huzur', sistemler savaşının önlenmesinden öte bir durağanlık anlamına geliyor. Bu durumda Batıya verilen barışçılık mesajının sürekli kılınması için, yerel partilerin de sınıfsal barış perspektifinde sabitleşerek katkıda bulunmaları gerekiyor... Sovyetler yukarıdaki söylemdeki hiç kuşkusuz 'dar bencillik' olgusu sınırlarının ötesine taşımak, daha evrensel bir teorik içeriğe kavuşturmak istiyor. Kanımızca asıl önemli ve tehlikeli olan da bu çabadır."(sf.:12)

Sovyetler Birliği'nin salt kendi 'bencil' çıkarları için 'yeni politik düşünce'yi ortaya atıp dünya komünist hareketinin doğrultusunu belirlemeye çalıştığı iddiası, bence, öncelikle, temelsizdir. Yeni yaklaşımlar yanlış da olsa, Marksizm-Leninizm'den uzaklaşma anlamı da taşısa, bunların kaynağında bir bütün olarak Sovyetler Birliği'nin dar bencil çıkarları değil, kimi Sovyet akademisyenlerinin reel sosyalizmin yüzyüze bulunduğu sorunlar karşısındaki arayışlar yatmaktadır. Her durumda tartışılması gereken, öznel niyetler değil, ileri süürlen görüşler olmalıdır.

İkincisi de, bugün Sovyetler Birliği'ndeki kimi akademisyenlerin öne sürdüğü yeni politik düşüncenin yanlışlığından hareketle proleterya enternasyonalizminin parça-bütün ilişkisini reddetmeye varma gerekliliğidir. Gelenek'te yayımlanan yazıda şu satırları okuyoruz:"Bu anlamdaki bir enternasyonalizm yorumundan yola çıkıldığında, her ulusal birimin kendi somut siyasal görevlerini en başta bu "temel biçime", yani kapitalist ve sosyalist sistemlerin barış içinde yarışmasına göre yeniden belirlemesi gerekiyor."(sf.:11). "Gelişmeler bu açıdan ele alındığında 'yeni düşünce', dünya devrimci süreci ve onun çıkar sorunlarını bir bütün olarak göstermek yerine, SSCB'nin sorunlarını, merkezine yerleştirmektedir."(sf.:12)

SSCB'nin çıkarları dünya devrim sürecinin çıkarlarından ayrı değildir, olamaz. Dünya devrim sürecini zaafa uğratacak görüş ve davranışlar SSCB'ye de zarar verir, tersine SSCB'nin çıkarına olan şeyler de dünya devrim sürecini olumlu yönde etkiler. Her ulusal birimin kendi siyasal görevlerini dünya çapında sosyalizmin genel çıkarlarına göre belirlemesi yanlış değildir. "Yeni politik düşünce"de yanlış olan, onun dünya devrim sürecibi zaafa uğratması ve dolayısıyla da, hem SSCB, hem de ulusal düzeyde faaliyet gösteren komünist partiler açısından zararlı olmasıdır.

Yazıda yanlış ya da eksik anlamaya yatkın olan bir yan da global sorunların çözümü konusudur: "Biz yine bu konuda da, dünyada açlığın, yoksulluğun, sömürü ve militarizmin, çevre sorunu ve yabancılaşmanın ortaya çıkmasında sosyalizmin bir katkısı olmadığına, daha bu sorunların çözümünün de sosyalizmde vücut bulduğuna inanıyoruz."(sf.:31). Söylenenleri ana hatlarıyla doğru ublmakla birlikte, oldukça kestirmeci bir yan taşıdığını da vurgulamak istiyorum. Sosyalizme ulaşmadan global sorunların çözümü yolunda olumlu adımlar atılamayacağı izlenimi vermektedir. Böylelikle de reformlar için mücadelenin devrim mücadele tümüyle ortadan kalkmaktadır. Oysa mücadelenin bu iki yanı birlikte vardır ve bir alandaki kazanımlar öteki alanda da ileri adımlar atılmasına temel olur. Kuşkusuz reformların yan ürün oldukları, reformlar için mücadelesine bağlanması gerektiği, belirleyici olanın iktidar için mücadele olduğu unutulmadığı sürece.

Yukarıda işaret ettiğim tüm tartışmalı noktalara karşın, Gelenek'teki yazının Marksist-Leninistlerin devrimci platformunun oluşmasında katkılarda bulunduğu, bu bağlamda bir bütün olarak olumlu değerlendirilmesi gerektiği yolundaki düşüncemi yinelemek istiyorum.

Yine Ocak ayında Emek dergisinin 1. sayısında İnanç Doğan imzalı "SBKP Bilimler Akademisi Tezlerinin Eleştirisine Giriş" başlıklı bir yazı yayımlandı. Bu yazıda da yaklaşık olarak aynı konular ele alınmakta ve tezler Marksizm-Leninizm konumlarından eleştirilmeye çalışılmaktadır.

"Günümüz dünyasında da sorunlara sınıfsal yaklaşım kimi eleştirici ideologların ileri sürdükleri gibi 'darlık' değil, temelde tüm emekçilerin, ezilen yığınların toplumsal çıkarlarını dile getiren geniş ve devrimci bir yaklaşımdır. "(sf.:36).

"Tezler, içinde bulunduğumuz çağın sosyal, siyasal karakterine ilişkin açık görüşler belirtmediği için kapitalizmden sosyalizme geçiş çağının hala devam edip etmediği sorununa da tam bir açıklık getirmemiştir."(sf.:39).

"Kuşkusuz 'nükleer çağ', kapitalizmden sosyalizme geçişin koşullarında, yol ve yöntemlerinde, araç ve biçimlerinde değişiklikler yarattı... Ama nükleer çağ, çağımızın sosyal karakterini oluşturan; kapitalizmden sosyalizme geçiş niteliğini değiştirmedi. Çağımız hala kapitalizmden sosyalizme geçiş ve proleter devrimler çağıdır."(sf.:39).

"Ancak tezler, 'uygarlık krizi'nin ana kaynağını doğru tespit etmediği için çözüm önerileri de isabetli olamıyor."(sf.:40).

"Bu unsurların toplamının oluşturduğu 'uygarlık krizi'nin ana kaynağı kapitalist emperyalizmdir... Böylece, 'uygarlık krizi'ni aşmanın gerçekçi yolu, kapitalist emperyalizmi aşmak olarak insanlığın karşısına çıkıyor."(sf.:41)

"İnsanın bilincini sosyal yaşamının, yaşam koşullarının belirlediği Marksist çözümleme ilkesinin yerini "sağduyu ve sorumsuzluk" arasındaki çizgi gibi bir idealist mantık alıyor."(sf.:52).

Konunun özüne ilişkin bu ana saptamalara bütünüyle katılıyorum. İ. Doğan'ın tezlerle ilgili temel eleştirileri haklı olmakla birlikte yazının bütününde yanlış anlamalara yol açabilecek noktalar da var. Örneğin toplumsal ilerleme konusunda Doğan şöyle diyor: " 'Peki toplumsal ilerleme kapitalist sistem altında da gerçekleştirilemez mi?' Tezlerin mantığına göre buna evet demek gerekiyor. Buna 'evet' dendiği takdirde, kapitalist toplumda ilerleme sağlanıyor ya da sağlanabiliyorsa, o zaman kapitalizmi aşıp sosyalizmi kurmanın bir anlamı ve önemi kalmıyor."(sf.:47). "O nedenle toplumsal ilerlemeyi kapitalist toplumsal 'formasyon'dan sosyalizme geçiş olarak belirlemek ne dün ne de bugün onun anlamını daraltmak değildir."(sf.:48). Bu yazımda özellikle toplumsal ilerleme sorununu ayrıntılı bir biçimde ele aldığım Doğan'ın saptamasının yanlış anlamalara elverişli olduğunu belirterek geçiyor, nedenlerini izleyen bölümlerde işleyeceğime işaret ediyorum.

Bana göre Doğan'ın yazısında yanlış anlaşılabilecek bir başka sav da şu "Açık ki bu tehlike [nükleer savaş tehlikesi söz konusu], sınıf savaşımı, sınıfsal çıkarlardan vazgeçmek için olduğundan fazla abartılıyor."(sf.:53). Birinci olarak, niyetleri tartışmak hem temelsiz, hem de yarasızdır. Yapılması gereken, ileri sürülen tezlerin gerçekle ve Marksizm-Leninizm'le uyumunun tartışılmasıdır. İkinci olarak da, nükleer savaş tehdidi gerçekten büyük bir tehdittir: bu tehdidi abartmak ya da küçümsemek ona karşı nasıl mücadele ediklmesini belirlemez, asıl olan bu tehdide karşı her halükarda yürütülmesi gereken mücadeledir. Bu mücadelenin başarılı olabilmesi için de bu tehdidin boyutlarından çok, kaynağı ve çerçevede giderilme yolu önem taşır. Bu tehdide karşı koyabilmenin yolu ise, tehdit ne denli büyük olursa olsun, sınıf savaşımını, bu irademizden bağımsız akan nesnel süreci terketmek olmadığı konusunda yazarın görüşünü paylaşıyorum; dahası bu sürece öznel müdahelenin tehdidi ortadan kaldırmanın biricik gerçekçi yolu olduğunu düşünüyorum.

İ.Doğan'ın yazısının yayımlanmasından sonra Yeni Açılım dergisinin Haziran 1989 tarihli 14. sayısında bu yazıyı eleştiren Mirza Turgut imzalı bir yazı yayımlandı. Yazıda bu çerçevenin her zaman yaptığı gibi özgün görüşler yerine bol bol Sovyet yazarlarından, tezlerden alıntı yaparak tezlerde öne sürülen görüşler savunulmaya çalışılmış. Söz konusu yazıdaki konularla ilgili görüşlerimi birçok kez dile getirmiş olduğum için M. Turgut'un yazısını özel olarak incelemeyeceğim. Ancak, Yeni Açılım yazarının konuya yaklaşımını çok somut olarak gösteren bi cümle aktardan da geçemeyeceğim: "Örneğin sosyalizmin kapitalizden üstünlüğü,...gibi gelen kavramsal-ideolojik görüşlerimiz pratikte uyuşmamıştır."(sf.:63). Eğer M. Turgut gerçekten de sosyalizmin kapitalizme üstünlüğü gibi en temel bir noktanın pratikte uyuşmadığı düşünüyorsa, kendi kendine, akılkcılık ve sağduyu adına, sosyalizm mücadelesinde ne aradığını sormak durumundadır.

Ne mutlu ki ülkemizde "hala" sosyalizmin kapitalizmden üstün olduğunun pratikta uyuştuğu görüşünü benimseyen insanlar var. Ömer Bedri Canatam, Felsefe Dergisi'nin 88/4 tarihli sayısında, 'yeni düşünce' konusunu felsefi açıdan ele aldığı "Felsefe Konusu Olarak 'Yeni Düşünce'" başlıklı makalesinde yoğun içeriği olan saptamalar yapıyor.

"Deniyor ki, dünyamızdaki değişmelerin yarattığı sorunları kavrayabilmek için, bu sorunların, insanlığın önüne ilk kez çıkmakta olduklarının ve özü itibariyle bambaşka bir nitelik taşıdıklarının kavranması, dolayısıyla 'yeni bir düşünme biçimi'ni gerektirdiklerinin bilincine varılması şarttır. Dolaysız olarak bundan, dünyamızdaki değişmelerin özünü kavrayabilmek için 'yeni bir düşünme'ye ihtiyacımız olduğu sonucu çıkar. Halbuki insanoğlunun düşünsel evriminde böyle bir keskin viraja bugüne kadar rastlanmadı; düşünce, kendinden önceki evrim içinde kendini oluşturup yeni bir senteze ulaştı."(sf.:44).

"Emperyalizmin uzlaşabileceğine ikna olacağı sosyalizm, sosyalizm olmayan bir sosyalizm olabilir, ya da sosyalizmle uzlaşabileceği varsayılan emperyalizm, emperyalizm olmayan emperyalizm... Nitekim, 'kapitalizme, militarizm dışı bir varolma tarzı içinde, militarizmle birlikte yaşayacağından daha fazla yaşayabileceği telkin edilebilir diyen görüşler de var. Bütün bunlar şimdilik Marksistler cephesindeki tartışma noktalarıdır ve Marksizmin temel varsayımları korunarak gelinebilen noktada cevapsız sorular olarak durmaktadırlar."(sf.:48)

"Bu bakımdan, 'yeni düşünce' içi henüz boş bulunan 'sağduyu' kavramını da kullanıyor."(sf.:50).

"Risk, felsefi barış idesinde değil, bu cazip varsayımın bugünkü politik barış hareketinin militan ve aceleci olmak gereken tabiatına aykırı düşmesindedir. 'Bütün insanlar kardeştir', 'şiddet kötüdür' 'ebedi barış en iyi amaçtır' gibi bugünün dünyasından tek taş bile sökmeye gücü yetmeyen, esasen bir hareketi değil, daha çok bir ahlaki vaaz esprisini içeren kavramlar aracılığıyla hemen şimdi elde edilmesi zorunlu barış amacını bütünleştirip 'yeni düşünce' içinde kavramlaştırmaya çalışmak, oluşmuş barış potansiyelinin somut ve açık motiflerini sislendirebilir."(sf.:50)

Ö.B.Canatan'ın Felsefe Dergisi'nde yayımlanan bu yazısındaki görüşler, Görüş dergisinde C.A.Kanat'la yürüttüğü polemik boyunca dile getirdiği düşünceler, ülkemizde Tezler tartışmasında Marksizm-Leninizm konumlarından ortaya çıkan odak bakımından güçlü yaklaşımlar sağlıyor kanısını taşıyorum.

Yeni yaklaşımlar konusunda git-gelli de olsa olumlu çikışlarına daha öncede tanık olduğum A.Kaçmaz, Görüş dergisinin Haziran 1989 tarihli 31. sayısında yeni tezlere bağlı olarak Y.Krasin'in bir yazısını ele alıp eleştiriyor. Kaçmaz, Krasin'in gerek saptamalarına, gerekse önermelerine katılmadığını belirtiyor:"Krasin, öngördüğü kapitalizmden sosyalizme geçiş modeli için her ne kadar Marks'tan alıntı yapıyorsa da –ki bu alıntının Krasin'in modeliyle ilişkisini de anlamış değilim- Marksizm'in klasiklerinde Krasin'in modelini kanıtlayacak binlerce alıntı bulmak çok kolaydır. Aşırı zorlamalara gidilmedikçe, ben bu geçiş modelinin Marksist düşünce sistematiği ile bağdaştırabileceği kanısında değilim."(sf.:29).

Kaçmaz'ın eleştirisini tümüyle yerinde görmekle birlikte, yeterli bulmuyorum; çünkü Krasin'in ve onunla aynı görüşü savunan diğer akademisyenlerin kapitalizmden sosyalizme geçişi önerip önermedikleri son sempozyumlarından da açıkça görüleceği üzere tartışmalıdır. Yazımın ileriki bölümlerinde görüleceği üzere, kimi akademisyenler içinde bulunduğumuz 'uygarlık krizi'nden çıkış bakımından sosyalizmi değil, endüstri-ötesi toplumu öngörmektedirler. Nitekim A.Kaçmaz'ın daha ileride söyledikleri de bu görüşü doğruluyor:"Ben Krasin'in bu noktaya getiren 'tesbit'in, yani gelişkin kapitalist ülkelerde komünistlerin 'kapitalizmin demokratik varyantı için mücadele ettikleri' hükmünün gerçeği yansıttığı kanısında değilim. (sf.: 29),

Kaçmaz’ın eleştirisini tümüyle yerinde görmekle birlikte, yeterli bulmuyorum: çünkü Krasin'in ve onun la aynı görüşü savunan diğer akademisyenlerin kapitalizmden sosyalizme geçişi önerip önermedikleri son sempozyumlarından da açıkça görüleceği üzere tartışmalıdır. Yazımın ileriki bölümlerinde görüleceği üzere, kimi akademisyenler içinde bulunduğumuz 'uygarlık krizinden çıkış bakımından sosyalizmi değil, endüstri-ötesi toplumu öngörmektedirler. Nite kim A. Kaçmaz'ın daha ileride söyledikleri de bu görüşü doğruluyor: "Ben Krasin'i bu noktaya getiren "tesbit'in, yani gelişkin kapitalist ülkelerde komünistlerin 'kapitalizmin demokratik varyantı için mücadele ellikleri' hükmünün gerçeği yansıttığı kanısında değilim. Evet son yıllarda çalışanların haklarına yapılan saldırılar ekonomik-demokratik talepleri ön plana çıkarıyor. An cak komünistler -ya da komünist partilerin ağırlıklı bölümü- bu mücadeleyi yürütürlerken, bunu, kapita lizm daha gelişsin, 'tarih sarmalının bir üst kıvrımına yükselsin' diye yapmıyorlar. Aksine, komünistlerin verdiği demokratik mücadele, aynı za manda sermaye güçlerini hedef alıyor, anti- kapitalist, en azından anti-monopolist bir içerik taşıyor." (sf.: 30).

Bu bölümde son olarak ele alacağım yazı, koro içine farklı motiflerle katılan Ender Helvacıoğlu'nun tezlerle ilgili olarak Saçak dergisinin Aralık 1988 tarihli 58. sayısında yazdığı "Ya Kapitalizm Ya İnsan" başlıklı yazısı olacak. Yazıda 'uygarlık krizi'yle ilgili olarak şöyle deniyor:

"Bu derece derinleşen bir krizin iki tür sonucu olabilir: Ya krizin özellikleri konusunda gelişkin programlara sahip, yeni, kapitalizmden kopuş atıl imlan ve sosyalizm dalgalan gelecektir ki, bu kapitalizmin devamlılığının son bulması anlamına gelir. Ya da insanlık krize yeterli bir yanıt veremeyecektir, yani kendi kendini tahrip edecek veya doğa bu işi halledecektir... Bu açıdan bakıldığında, Tezler'de iddia edilenin tam tersine, tüm in sanlığın varlığının tehlike altında olması, kapitalizmin devamlılığının ne kadar büyük bir yük haline geldiğinin bir kanıtıdır." (sf.: 23).

"Ekolojik krizin tüm insanlığın sorunu olduğu, kapitalist-işçi ayırımı yapmadığı, bu sebeple elbirliğiyle çözüm aranması gerektiği yollu tezler, sorunun (krizin) kaynağı noktasında yapısal bir analiz sunmadığı için, bir ’hümanizma' çerçevesi içinde kalmakta ve aslında kapitaliste, 'kapitalistlikten vazgeçin' demek anlamına gelmektedir." (sf.: 15).

Bence yazıda katılınabilecek saptamalar bundan ibaret kalıyor. Daha sonra ise, Helvacıoğlu'nun geldiği gelenek ağırlığını hissettirerek tartışma reel sosyalizme saldırıya dönüştürülüyor: "Sovyetler Birliği'nin sosyalist bir ülke olmadığını, kapitalizmden kopma atılımının ise Sovyetler Birliği için artık tamamen unutulmuş bir mazi olduğunu düşünüyoruz. Tezler'deki 'sosyalizm dünyasının krizin dışında kalamadığı' saptaması aslında sosyalizmden vazgeçilmiş olduğunun bir itirafıdır." (sf.: 23).

"Kriz kapitalizmin krizidir; Sovyetler Birliği de krizin dışında kalamamıştır; öyleyse Sovyetler Birliği de kapitalisttir" mantığı, üzerinde ayrıca durulmayı gerektirmeyecek kadar temelsiz bir mantıktır. Bir ülkenin sosyalist olup olmadığını belirlemenin nesnel ölçütleri vardır. Bunlara başvurmaksızın yapılan mantık oyunları boş spekülasyonları ve böylece varılan sonuçlar kof suçlamaları aşamaz.

Helvacıoğlu, yazısında, uygarlık krizinden çıkmak için bilimsel ve teknolojik gelişmeye karşı çıkmaktan, bu gerici konumdan başka bir yol bulamamış. Bu çerçevede de yazar, varolan krizin endüstriyalizmin krizi olduğunu öne sürenlerle ortak konumlarda yer alıyor. Öte yandan, insan ihtiyaçlarının gelişip değişmesini, bir anlamda yeni tip insanın yaratılmasını iradi bir süreç olarak ele alıyor. Bu sürecin ekonomik temel üzerinde, zorlama olmaksızın kendi dinamikleriyle gelişmesini kabul etmiyor. Yazı, bu yanıyla da, küçük- burjuva öznelciliğinin izlerini taşıyor.

Tezler konusundaki tartışmalar, kuşkusuz ülkemizde de canlı bir biçimde sürecektir, sürmelidir. Şimdiye kadar söylenenlere genel olarak bakıldığında, sevindirici olan şey, Yeni Açılım çevresi, dışında kimsenin kraldan çok kralcı olmayı marifet saymaması ve öne sürülen her yeni görüşü ülkemiz gerçekliği, Marksizm-Leninizm ve toplumsal pratik süzgecinden geçirmeye çalışmasıdır. Bu odağın ana ortak noktaların belirlenmesi çerçevesinde adım adım biçimlenmesi, Lenincilerin birliğini daha da yükseltecektir.


'Uygarlık krizi', nedenleri, çıkış yolu

Her sonuç alıcı tartışmada olduğu gibi, bugün de süregitmekte olan "yeni politik düşünceyle"ilgili tartışmada hareket noktasını, içinde bulunduğumuz döneme, onun çeşitli görünümlerine ve gelişme eğilimlerine nesnel ve somut bir genel yaklaşım oluşturuyor. Bu yöntemsel bakımdan doğru bir anlayıştır. Var olan üzerinde anlayış birliğine varmak, onu değiştirmek için birlikte, aynı yönde davranmanın önkoşuludur. Kuşkusuz bu önkoşul gerekli olmakla birlikte yeterli değildir. Var olan durum üzerinde anlaşan insanlar da, farklı gelişme perspektifleri çizebilirler ya da bu gerçekliği dönüştürmenin farklı yöntemleri olabileceğini savunabilirler. Bu da tartışmanın ikinci adımını oluşturur. Ancak ikinci adımı birlikte atabilmek bakımından içinde yaşanılan nesnelliğin aynı biçimde saptanması, yaygın deyimle 'somut durumun somut analizi'nde birleştirilmesi gerekir. Dolayısıyla öncelikle bu noktayı netleştirmeye çalışmak gerekiyor. Uluslarası planda süregiden tartışmaya da koşut olarak, benim hareket noktam da burası olacak.

Son olarak, Leningrad'da düzenlenen ve tutanakları Yeni Açılım dergisinin Mayıs 1989 tarihli 12. sayısında yayımlanan bir sempozyumda da üzerinde yoğunlaşılan konuların başında 'uygarlık krizi' geliyordu. Örneğin A. Volkov şöyle diyordu: "Uygarlık krizinin, temel olarak sınıfsal, grupsal çıkarların çatışması konumlarından ele alınmasına dayanan bilimsel analiz, krizin köklerinin ağırlıklı olarak bu alanda aranmasına yönelik çağrı bütünüyle sonuç alıcı yaklaşım olamaz. Günümüzde daha önemli olan, global düzeydeki düşünce tarzını özümsemektir ve bu bağlamda, uygarlık krizini genel olarak insanlığın faaliyeti ile doğanın gelişme yasaları arasındaki çarpışma olarak anlamaktır."(Yeni Açılım, Yeni Düşünce Tarzının Işığında Toplumsal Gelişmenin Sorunları "Sempozyum Notları", s:12,abç)

B. Kapustin de şöyle bir yaklaşım getiriyor: "Bu kriz, bütün görünüm biçimleriyle politika ve kültür alanından, ekonomi ve doğanın kullanılması alanına kadar-endüstriyalizm krizidir. Günümüz dünyasında uygarlık krizi formasyonların kriziyle özdeş değildir." (sf.:66,abç)

S. Semyonov da aynı görüş bildiriyor: "Uygarlık krizinin ortaya çıkmış olması, şu ya da bu sistemdeki kriz olgularından çok, birlikte evrimleşme, çağdaş bilimsel teknik devrim ve insanın bir uzay sübjesi haline gelmesi sonucu insanlığın gündemine girmiş olan yeni sorunlara bağlıdır... Tekelci devlet kapitalizmi uygarlık krizini derinleştirmiştir ama sosyalizm de tarihsel olarak oluşmuş biçimleriyle bu krize sürüklenmiştir ve hiçbir toplumsal sistem tek başına bu krizi aşamaz." ( sf.:66,abç)

Örnekleri çoğaltmaya gerek duymuyorum. Anlatılmak istenen şey, çok açık bir biçimde dile getirilmiş; bu akademisyenlere göre, 'uygarlık krizi'nin kökeni insan-doğa çelişkisinde, endüstriyalizmde(yani sanayileşmede) aranmalıdır; sosyalizm de tek başına bu krizi aşamaz. Çözüm tüm insanlığın topyekun endüstriyalizmden vazgeçerek, endüstri ötesi topluma geçerek insan- doğa çelişkisini aşmasıyla sağlanacak.

Böylesi görüşleri savunanlar, 'uygarlık krizi' deyince, başta militarizm, silahlanma ve nükleer savaş yıkım tehdidi olmak üzere, azgelişmiş ülkelerdeki açlık, yoksullukj, çevre sorunları gibi global sorunları kastediyorlar.

Uygarlık krizi adı verilen şeyin en önemli dışa vurma biçimi olarak ifade edilen nükleer tehditten başlayalım. Militarizm ve silahlanma, ne doğa-insan çelişkisinden, ne de endüstriyalizmden kaynaklanıyor. Bunu görmek için insanlık tarihine dönüp bakmak yeterli. İnsan topluluklarının avcılıkla geçindikleri zamanlarda taş baltalar, mızrak ve oklar hayvanlara karşı kullanılıyordu. Ancak daha sonra insanın insanlaşması sürecinde adımlar atıldıkça avcılık artık spor haline geldi. Militarizm ise av tüfeklerinin yapılmasından başka bir şeydir. Halktan ayrı silahlı bir gücün oluşturulması, sınıflı toplumların ve devletin ortaya çıkışıyla bağlıdır. Dolayısıyla toplumsal ilişkilerin, yani insanlar arasındaki ilişki ve çelişkilerin bir ürünüdür. Endüstriyalizm, kapitalizmle birlikte ortaya çıkmış ve sosyalizmin de başlangıç dönemlerinde önemli bir etkinliğe sahip olmuştur. Ancak silahlanma ve savaşlar endüstriyalizmin ortayua çıkmasından çok önce de vardı.üstelik endüstriyalizm sosyalizme de yabancı olmasına karşın, sanırız kimse sosyalizmin özünde militarizmin olduğunu ileri süremez. Bugün reel sosyalizmin silahlanma yarışında bir taraf olarak yer alması, doğasından kaynaklanmayan ve istenmeyen bir zorunluluğa uymasıdır. İstenmeyen bir durum olur çünkü sosyalizmin gerçek özünün ortaya çıkması önemli oranda engellemektedir. Bir yandan onun insanlar arasında kalıcı bir barış sağlayabilecek biricik düzen olduğu gerçeğini biçimsel olarak örtmekte, diğer yandan da sosyalizmin üstünlüklerinin eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmasını geciktirerek önemli kaynakların silah harcamaları gibi verimsiz alanlara ayrılmasını gerekli kılmaktadır. Ne ki bu tarihsel bir zorunluluktur.emperyalizmin eşitsiz gelişme yasasına bağlı olarak, sosyalizm önce tek bir ülkede başarıya ulaşmış, ardından bir dizi ülkede daha gerçekleşecek bir dünya sistemi haline gelmiş ve uzunca bir süre de emperyalizmle birlikte varolma durumunda kalmıştır. Bu somut koşullarda sosyalist ülkelerin silahlanmaları sosyalizmin kendisini savunabilmeleri açısından kaçınılmaz olmuştur.

Sosyalizm, daha bir düşünce olarak ortaya çıktığı andan itibaren barış onun en önemli bileşenlerinden birini oluşturmuştur. Tarihe nesnel bir bakış sosyalizmin bir gerçeklik haline gelmesinden sonra da barış onun en önemli bileşenlerinden birisi oluşturmuştur. Tarihe nesnel bir bakış sosyalizmin bir gerçeklik haline gelmesinden sonra da barış politikasının onun temel özelliklerinden biri olduğunu açıkça gözler önüne serer. Bugün de Sovyetler Birliği'nin ve diğer ülkelerin barışçı politikaları, bu özü güçlü bir biçimde somutlamaktadır. Emperyalizm ise, doğuşundan bu yana silahlanma ve savaşlarla bağlıdır. Her iki dünya savaşı emperyalist paylaşım savaşları olarak başlamış, ilk nükleer bombayı emperyalizm üretip kullanmıştır. Silah sanayii bugün emperyalist ekonomilerin canlı kalabilmesinde motor rolü oynamaktadır. Bu sistemde çıkarları silahlanmadan yana olan, silah üretiminden büyük karlar sağlayan kesimler ekonominin kilit noktalarına ve devlet erkine egemen konumlara sahiptirler. Çok sayıda sektör silahlanma sanayiine yönelik faaliyet göstermektedir.

Görüldüğü gibi, günümüzde militarizm ve silahlanmanın kaynağı, ne insan-doğa çelişkisinde, ne de endüstriyalizmde değil, bir toplumsal ilişkiler sisteminin, emperyalizmin özünde yatmaktadır.

Aynı biçimde, Üçüncü Dünya ülkelerinin geri kalmışlıkları, yoksullukları ve giderek artan dış borçları da 'uygarlık krizi'nin önemli göstergelerinden biri sayılmaktadır. Bu sorun da insan-doğa çelişkisinden değil, sömürgeci ve yeni-sömürgeci talandan kaynaklanmaktadır. Bu ülkeler çeşitli emperyalist sömürü ve egemenlik mekanizmalarıyla gelişmiş kapitalist ülkelere zaten kıt olan kaynaklarını aktarmak zorunda bırakılmaktadırlar. 1988 yılında 800 milyar dolar olan bu değer aktarımın 1989 yılı için 1,3 trilyon dolarak yükseleceği hesaplanmaktadır. Sosyalist sistem ise, tersine çeşitli yollarla bu ülkelere değer aktarımı yapmaktadır.

Öte yandan, Üçüncü Dünya ülkelerindeki sorunların kaynağında endüstriyalizmin olduğunu öne sürmek de gerçekçi olamaz, çünkü bu ülkeler sanayileşme açısından olabildiğince geridirler. Birçoğunda gerçek anlamda sanay, hemen hemen hiç yokken, bir bölümünde de sanayileşmenin ilk adınlarını attığı görülmektedir. Dolayısıyla bu ülkelerde, olsa olsa endüstriyalizmin yokluğundan ya da eksikliğinden söz edilebilir. Bu ülkelerin sorunları açıkça emperyalist ilişkiler sisteminden kaynaklanmaktadır.

Doğanın tahribi ve talanı, çevre sorunlarına karşı ilgisizlik de temelde ekonomik ilişkilere dayanmaktadır. Kapitalist-emperyalist ekonomiler insan gereksinimlerini değil, azami kar yasasını temel alırlar. Azami kar yasası, tek tek kapitalistlerin niyetlerine değil, sistemin özüne bağlıdır. Kapitalist düzende azami kar peşinde koşmayan kapitalist iflas etmek durumundadır. Bu nedenle de kapitalist-emperyalist sistem insanların, hele hele uzun vadeli gereksinimlerini hareket noktası olarak alamaz. Bu nedenle doğanın talan edilmesi, çevrenin kirlenmesi kapitalizm açısından sistemin kendi iç işleyiş yasalarını kaçınılmaz olarak yarattığı bir sonuçtur.

Sosyalist düzenin merkezinde ise, kar değil, insan gereksinimleri yer alır. Bu özdeki fark nedeniyle sosyalizm insan-doğa çelişkisini uyum içinde aşma potansiyeline sahip bir düzendir. Günümüzde sosyalist ülkelerde de çevre sorunlarıyla-emperyalist ülkelerdekiyle, hele de emperyalizmle bağımlı geri bırakılmış ülkelerdekiyle karşılaştırılamayacak alt düzeyde olsa da- karşılaştırılmasının nesnel bir nedeni sosyalizmin kapitalizmle birarada varolması ve onunla her alanda olduğu gibi ekonomik üretkenlik alanında da yarışmak zorunda olmasıdır. Bu somut ve kaçınılmaz gerçeklik, sosyalizmin teorisi ile pratik uygulaması arasındaki açıklığı arttırıcı yönde rol oynamaktadır. Emperyalizmin varlığı, bu yolla, dolaylı da olsa, sosyalizm üzerinde etki yaparak onun insancı özünün eksiksiz bir biçimde açığa çıkmasını geciktirmektedir. İki sistem arasındaki savaşım koşullarında, iletişim araçlarının gelişmesiyle küçülen dünyamızda yeni tip toplumsal ilişkilerin kurulması temelinde yeni tip dünya insanının oluşması gecikmektedir. Bu sürece hız vermenin tek gerçekçi yolu, kapitalizmden sosyalizme geçiş çağını kısaltmakta yatıyor. Kuşkusuz sosyalist ülkelerde bu temel nesnel gerçeklik dışında, ekolojik sorunlara ilişkin öznel hatalar da yapılmış ve bu hatalar sosyalizmin bu alandaki üstünlüklerini gölgelemiştir. Bu hatalı yaklaşımları hızla ortadan kaldırmak için mücadele edildiği oranda sosyalizmin insancıl özü daha eksiksiz biçimde ortaya çıkabilecek ve yukarıda sözü edilen olumsuz nesnelliğin aşılması doğrultusunda daha hızlı ilerlenebilecektir.

'Uygarlık krizi'nini tüm yanlarıyla ilgili olarak yukarıda yapmaya çalıştığımız analizi sürdürebiliriz; varacağımız nokta hep aynı olacaktır: Toplumsal yaşamla ilgili tüm global sorunların bir kaynağı bir sosyo-ekonomik formasyonla, kapitalist-emperyalizmle bağlıdır ve ancak ona karşı mücadelenin başarısı oranında kalıcı bir biçimde aşılabilirler. Sorunu başka türlü koymak, sorunun kaynağını toplumsal ilişkiler sistemi içinde değil de doğa-insan çelişkisinde ya da endüstriyalizmde aramak, bizi kaçınılmaz olarak çözümleri detoplumsal ilişkiler sistemi, toplumsal mücadele alanı dışında aramaya götürür. Bu durum da komünist partiler bakımından kendi varlık nedenlerinin inkarı yoluyla likidasyon temelini oluşturur, sonuç alıcı olmayan ütopik bir hümanizmaya varır. Nitekin aynı sempozyumda, G. Vodolazov konunun altını şöyle çiziyor:"Uygarlık krizinin net bir tanımlamasının yapılması gerekiyor. Bazı makalelerde şöylesi yaklaşımlarla karşılaşılabiliyor: Günümüzde dünya, kapitalizmin genel krizinden çok, 'uygarlık krizi'nin yaratmış olduğu sorunlarla karşılaşmıştır. Bu yaklaşım da rasyonel bir öz vardır. Dünya çağdaş kriz, yalnızca bir tek fonun krizinden daha geniş bir sistemdir. Kriz durumu ayrıksız tüm formasyonel yapıları etkilemiştir. Ama bu formülde metadolojik bir zayıflık da bulunmaktadır. Bu yaklaşım çağdaş krizin köklerinin, kapitalizm krizi açısından karakteristik olan toplumsal-sınıfsal anlaşmazlıkta aranmasına yöneltmemekte; bu kökleri çağdaş insanlık ile doğa arasındaki, insanlık ile tekniğin gelişmesi sonucu ortaya çıkan sorunlar arasındaki çelişkilerde ele almaktadır. Dolayısıyla sorun, toplumsal mücadele sorunu, toplumsal eylem sorunu, sosyalizme ilerleme sorunu olmamakta: 'uygarlık krizi'nin aşılması adına hangi toplumsal gruplara ve sınıflara ait olduklarına bakılmaksızın, bütün insanların işbirliği yapması sorunu haline gelmektedir." (Yeni Açılım, age, sayı:12, sf.:66).

Bu konuyu Almanya Sosyalist Birlik Partisi Genel Sekreteri Erich Honocker yoldaşın MK'nın 7. Plenumu'nda söylediği şu sözlerle kapatmak istiyoruz: "Bizim sosyalist sınıfsal konumumuz, barışın korunması ve global sorunların çözümü konularında insanlık çıkarlarıyla tam bir uyum içindedir." (Yeni Açılım, Aktaran H. Aksen, s.:11, sf.:74)

'Uygarlık krizi' konusundaki değişik yaklaşımlar, kaçınılmaz olarak, krizi aşma yolu konusundaki düşüncelere yansıyor. Bu da toplumsal ilerlemenin günümüzde nasıl kavranması gerektiği sorununu gündeme getiriyor.


Çağımızda toplumsal ilerleme, niteliği, ölçütleri

Tezlerde öne sürülen görüşleri savunan akademisyenler, çağımızda toplumsal ilerleme kavramını da gözden geçirmenin zorunlu olduğunu ileri sürüyorlar. Bu zorunluluk, akademisyenlere göre temelsiz değil. D. Diligenski şöyle diyor:"Dünya toplumsal gelişmesinin temel içeriği üstüne marksist çevreler arasında yaygın olan kimi yaklaşımlar, kapitalizmin konumlarının sürekli gerilemesi, her seferinde y eni bir devletin kapitalist sistemden kopması gibi düşünceler yeni tarisel gerçekliği gittikçe daha az uymaktadır." (D. Diligenski, Devrimci Teori ve Günümüz, Yeni Açılım, s:7, sf.:50)."Ne ki, çağdaş toplumsal gerçeklik ve bu gerçekliğin doğurduğu sorunlar, devrimci sürecin marksist-leninist anlayışının oluşturulduğu tarihsel koşullardan öylesi derin bir biçimde ayrılıyor ki, geçmişte çıkarılan sonuçlar bugün devrimci güçlerin faaliyetine artık teorik bir temel oluşturamıyor."(D.Diligenski, age, Yeni Açılım, s.:7, sf.:51)

Söylenmek istenen açık, Marksizm-Leninizm'in toplumsal ilerlemeye ilişkin ana belirlemeleri bugün yaşamın gerçekliğibe uymuyormuş, bu nedenle de yerlerine yenilerinin konması gerekiyormuş.

Ele aldığım sempozyumda da benzer görüşler öne sürülüyor. Sempozyumun notlarını kaleme alan V. Rahmanin şöyle diyor: "Yapılan çeşitli konuşmalarda, toplumsal ilerleme yabancılaşmanın aşılması olarak belirlendi." (Yeni Açılım, age, s.:12, sf.:69). İ. Pantin ise şöyle diyor: "Burada söz konusu olan, bütün dğnya için genelgeçer sayılabilecek tek bir kararın alınması değildir çeşitliliği, farklı yaklaşımları, özgün koşulları, biribiriylr uyuşmayan gelenekleri ve ortamları, uygarlıkların oluşumda gündeme gelmiş olan apayrı özellikleri, vb., gözönüne alan ve insanlığın bütünsel gelişimini amaçlayan bir modelin aranmasıdır." (Yeni Açılım, age, s:12, sf.:71)

Tezleri savunan akademisyenlerin toplumsal ilerlemeyle ilgili yeni bir model arayışı içinde oldukları açık. Akademisyenleri böylesi bir arayışa iten nedenlerin birincisi,, yukarıda sözünü ettiğimiz 'uygarlık krizi'ne ilişkin gerçekçi ve doğru olmayan belirlemeleridir. İkinci bir neden de, bilimsel teknolojik ilerlemenin- çelişkili sonuçları bereberinde getirse de-, sağladığı yeni manevra olanaklarını da kullanarak koşullara uyum göstermeye çalışan emperyalizmin 1980'li yıllarda görece istikrarlı bir döneme girmiş olmasıdır. Sempozyumda görğş açıklayan K. Tsagalov bunu net biçimde dile getiriyor:"Açıktır ki, kapitalizmin yaşama yeteneği ile ilgili yaklaşımlarımızın pek doğru çıkmadığını kabul etmemiz gerekiyor...Eğer bilimsel teknik devrim 40-50 yıl gecikmiş olsaydı, kapitalizmin yok olmasıyla ilgili tahmin doğru çıkacaktı. Ancak bilimsel-teknik devrim kapitalizmin canlı dokusunda öylesine değişiklikler yapmış ve yapmaktadır ki, onun kriziyle ilgili ilk yaklaşımlar artık gerçeğe uygun düşmemeye başlamıştır. Bilimsel-teknik devrim çağında kapitalizm, kendisini koşullara uydurmak için öyle olanaklara kavuşmuştur ki, şu sonucu çıkarmak doğru olacaktır: Bilimsel-teknik devrim, kapitalizmin kendi kendini yoketme mekanizmasını değiştirmiş, bu süreci önemli ölçüde uzatmış, onun yaşam yeteneğini güçlendiren yeni kaynaklar yaratmıştır. Bu ise sınıf mücadelesinin gerginliğini azaltmaktadır."(Yeni Açılım,age, s.:12, sf.:69-70). D. Diligenski, emperyalizmin yaşarlılığı yolundaki bu görüşü detaylandırıyor."

1)Çağdaş kapitalizmin elde ettiği ekonomik gelişmenin düzeyi, yaratılan toplumsal manevra yöntemleri, ekonominin bunalımlı sarsıntı şartlarında bile emekçilerin büyük bir bölümünün maddi durumunun şiddetli kötüleşmesinden kaçınma olanakları veriyor; görece sınırlı toplumsal gruplarda gözlenen protesto ve hoşnutsuzluk artışını lokalize etmeye olanak tanıyor.

2)Bilimsel-teknolojik devrimin yeni başarıları temelinde kapitalizmin yapısal olarak yenilenmesi örgütlü işçi hareketinin faaliyetini zorlaştırıyor. İşçi hareketinin devrimci akımı, zaten daha önce, kapitalist ülkelerin çoğunda işçi sınıfı içinde yığınsal bir etki kazanamanışken; bu koşullarda, daha önceki dönemden etkin bir politik güç durumuna geldiği yerlerde bile kendi konumlarını kaybetme tehdiidyle karşılaşıyor.

3)...Sosyalizmin düşünce ve değerleri, anti-kapitalist ruh hali, bir çok kapitalist ülkenin emekçilerinin bilincinde varlığını sürdürüyor, fakat emekçiler, sosyo-politik arenada bu düşüncelerin dolaysız olarak uygulanmasına toplumsal-politik sistemde 'genel' bir dönüşümün gerçekleştirmesine eğilim göstermiyorlar.

4)Uluslararası ilişkilerde oluşan "bloklar" sistemi, gelişmiş kapitalist ülkelerin çoğunun tek bir politik kampta bütünleşmesi, uluslararsı yaşamdaki karşıt askersel-politik blokların mevcut güçler dengesinin korunmasına yönelik eğilimler, uluslararası ekonomik bütünleşme, bütün bunlar(şu ya bu ülkede devrimci patlamanın iç şartlarının olgunlaştığı varsayımını kabul etsek bile) gelişmiş kapitalist ülkelerden herhangi birinde belirli bir süre için bile (birkaç gün, hafta, ay) devrimin başarı kazanma olanağını sınırlıyor." (D. Diligenski, age, Yeni Açılım, s.:7, sf.:54-55)

Yuri Krasin de bu görüşe katılıyor ve politik plandaki yansımılarını ele alıyor: "80'li yıllarda, ileri kapitalist ülkelerdeki işçi hareketi 'tutucu dalga' olarak adlandırılan bir olguyla karşılaştı... önceleri tutucu dalganın müfusun çoğunluğunun tepkisine yol açarak, kısa zamanda geri çekilmek zorunda kalacağı sanıldı... Ancak... yeni-tutuculuk oldukça istikrarlı çıkmış ve üstelik, hiç beklenmedik bir şey olmuş, yeni-tutuculuk tabanın desteğini kazanmıştı... yeni-tutuculuğun başarısının nedenleri, kapitalizmdeki değişmelerde yatıyor ve bu değişimler, toplumsal üretimin teknik-ekonomik temellerinde meydana gelen derin dönüşümlerin etkisi altında gerçekleşiyor. 70'li yılların sonu ile 80'li yılların başında, bilimsel-teknik devrim, gelişmiş kapitalist ülkelerde niteliksel yeni bir aşamaya girdi: Toplumun üretci güçlerinde devrimci bir dönüşüm anlamına gelen teknolojik devrim başladı" (Y. Krasin, Demokratik Alternatif Arayışı ve İşçi Hareketi, Yeni Açılım, s.:9, sf.: 59).

Demek ki günümüzde kapitalizm toplumsal ilerlemeyi frenleyen bir toplumsal ilişkiler sistem olmaktan çıkmış, aksine üretici güçlerde 'devrimci' bir dönüşüm bile gerçekleştirmiş. O zaman "yeni" toplumsal ilerleme "model" inin de kapitalizmin aşılmasını, yani toplumsal devrimi içermesi hiç de gerekmiyor. Gerçekten de akademisyenlerin önerdikleri "model" kapitalizmin aşılmasını içermeyor:

"Herhangi bir uzun erimli tahminde bulunma iddiası taışamadan şunu söylemek mümkün ki, yakın gelecekte gelişmiş kapitalist ülkelerdeki toplumsal-politik savaşımın merkezinde kapitalist sistemin konurması ya da tasfiyesi sorunu değil, varolan ilişkilerin ve yaşam biçiminin demokratikleştirilmesi ve insancıllıştırılması sorunu bulunacaktır." (D. Diligenski, agy, Yeni Açılım, s.: 7, sf.L 55).

"Bu temelde... demokratik özgürlükler, özyönetimsel adımlar ve sosyal adalet gibi istemler türünde gereksiminler, kişinin gelişimi ve onunu kendini kanıtlamasının biçimlerine yönelik büyük ilgi, toplumsal aktiflik, bağımsızlık ve yaşamın manevi içeriği için koşullar sağlanması istemi şekilleniyor. Görüldüğü kadarıyla tarihsel sarmalın yeni kıvrımında kapitalizme karşı mücadele de bu platformda gelişecektir." (Y. Krasin, agy, Yeni Açılım S.:9, s.: 63-64). Sempozyumda, B. Kapustin "model"i daha da somutluyor: "İnsanlığın varlığını sürdürebilmesi ve uygarlık krizinin aşılması sorunlarının çözümünü tüm formasyonel yapıların ilkesel olarak yeni bir gelişme düzeyine yükselmesine ve endüstriyel uygarlığını endüstri-ötesi veya bilimsel teknik uygarlıkla değiştirilmesine bağlıdır. Uygarlık krizinden çıkış, farklı formasyonel sistemlerin birbirinden bağımsız olarak, deyim yerindeyse paralel doğrultularda gerçekleştirdikleri bir dönüşümü öngörmektedir... Çağdaş koşullarda ise, tarihin gelişmesi ve insanlığın varlığını sürdürebilmesi, bundan sonraki formasyonel dönüşümlerin önkoşolu ve temeli olması gereken yeni ve endüstri-ötesi uygarlığın kurulmasıyla dolaysız olarak bağlıdır." (Yeni Açılım, agy, s.: 12, sf.: 71).

Toplumsal ilerleme konusundaki bu "yeni" modeli ayrıntılı bir bizimde ele almadan önce iki noktaya öncelikle değinmek istiyorum. Birincisi, kapitalizmi aşmayı öngörmeyen, iki formasyonunun paralel evrimleşmesini ve endüstri-ötesi bir uygarlıkta buluşmasını öneren böylesi bir modelin örgütsel plandaki kaçınılmaz sonucu komünist partisinin oto-likidasyonudur. Bu anlamda, gerek dünyada, gerekse ülkemizde parti anlayışı konusundaki "yeni" yaklaşımlar ve bu yoldan gidilirse varılacak sonuç kimseyi şaşırtmamalıdır. İkincisi, önerilen bu "yeni" model, aslında pek de yeni değildir. Rostow'lar, Galbraith'ler, Garaudy'ler, Fisher'ler, çoktandır aynı modeli öneriyorlar. Bir tek örnekle yetinelim; Garaudy yazıyor: "Kapitalizm ABD'de işçi sınıfının büyük çoğunluğunu bütünleştirmeye başarmıştır." (R. Garaudy, Sosyalizmin Büyük Dönemeci, sf.: 55, aktaran Fedoseyev-Kosign Çağdaş Revizyonizmin Eleştirisi, Konuk Yayınları, sf.: 101). Fischer ekliyor: "Demek oluyor ki, burada, hasta, can çekişen değil, sağlıklı bir kapitalizm vardır." (age, sf.: 101). Gene Garaudy sördürüyor: "Amerika'daki ekonomik gelişimin bugünkü durumunda işçi sınıfının sefalet nedeniyle başkaldıracağı ve bunun yaratacağı bir oluşum sonunda Birleşik Devletler'de sosyalizmin egemen olacağı düşünülebilir mi?" (age, sf.:101). "Şu anda yapılabilecek olan, Birleşik Amerika'da insancıl amaçlara yönelik bir kapitalizm biçimi oluşturmak, Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin demokratikleşmesini sağlamak ve Üçünçü Dünya'da gelişim için yeni kıstaslar ve yeni yöntemler bulmaktır." (age, sf.: 104).

Tezleri savunan akademisyenler ile Garaudy'lerin, Fischer'lerin mantığı ve vardıkları sonuçlar arasında en küçük bir ayrım göremiyorum.

Toplumsal ilerleme, insan toplumunun, toplumsal yaşamın tek tek alanlarının tarihsel olarak daha üst biçimlere doğru gelişmesidir. Dolayısıyla farklı toplumsal süreçlerin oluşturduğu karmaşık bir yapısı vardır. Toplumsal yaşamın ayrı ayrı her alanı (üretici güçler, ekonomi, politika, hukuk bilim, ideoloji, ahlak, sanat vb.) kendine özgü süreçler barındırır. Bu gelişme süreçleri, üretici güçler ile üretim ilişkilerinin, temel yapıyla üstyapının karşılıklı ilişkisi içinde biçimlenir. Marksizm-Leninizm'in toplumsal formasyonların gelişmesi ve birbirinin yerine geçmesi çelişkili süreciyle bağlıdır ve ilerleme sorununun her türlü basitleştirilmesi, mekanikçi bakış açısıyla ele alınması ona yabancıdır. Bu bağlamda, diyalektik ve tarihsel maddecilik, bir bütün olarak toplumsal ilerlemenin toplumsal yaşamın tek tek alanlarında gerilemelerle bağlı olabileceğini öngörür; bu çerçevede toplumsal ilerlemenin doğrusal bir hareket boyunca gerçekleşmediğine işaret eder; öyle ki, şimdiye kadarki tarihsel gelişmede, kimi önemli uygarlık kazanımları iz bırakmadan yokolmuşlardır ve toplumsal ilerlemenin genel yasallıkları şimdiye kadar çoğu kez ilerleme ve gerileme dönemlerinin birbirinin yerini almasıyla yol almıştır. Marksizm-Leninizm, karşıt çıkarlara sahip sınıflara bölünmüş toplumlarda toplumsal ilerlemenini de antagonist bir karakter taşıdığını ortaya koyar ve bunun daima emekçilerin durumunda geriye doğru adımlarla bağlı olduğuna işaret eder. Tarihsel maddeciliğe göre toplumsal ilerlemenin kararlaştırıcı ölçütü maddi üretimin gelişiminde yatar. Lenin, bunu en yüksek ölçüt olarak, bütün toplumun gelişiminin baş ölçütü olarak niteler. İlerlemenin ölçütü olarak üretim güçlerini gelişimi şunları içerir; Çalışmanın üretkenliğinin gelişmesi, insanın kendine ayırabileceği zamanın artması, insan bilgisinin gelişmesi gereksinimlerinin artması ve doğaya hükmetmenin derecesi. Görüldüğü gibi üretim güclerinin gelişmesi son tahlilde insani güçlerin kabiliyetlerinin gelişmesidir, insan doğasının zenginliğinin kendini ortaya koyabilmesidir. Dolayısıyla üretici güçlerin teknik düzeyinin gelişmesi, otomatik bir biçimde toplumsal yaşamın tüm diğer alanlarının ilerleme düzeyini vermez.

Zihinsel kültürün gelişimi, gerek üretim ilişkileri, gerek apaçık sınıf çelişkileri, gerekse çok sayıdaki diğer etkenler gözönünde bulundurulmadan doğrudan doğruya üretici güçler düzeyine bakılarak kavranamaz. K. Marx bu konuda şöyle diyor: "Örneğin sanatın gelişimindeki belli doruk noktarı, hiçbir şekilde toplumun genel gelişimine, böylece de onun örgütlenmesinin adeta iskeleti olan maddi temel yapıya tekabül etmez." (K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, sf.:215)

Marksizm-Leninizm, toplumsal ilerlemeyi ele alırken bir yandan maddi üretimin belirleyiciliğinden hareket ederken, diğer yandan da, doğada ve insan bilincinde olduğu gibi, toplumsal yaşada da gelişmenin temel diyalektik yasalarına uygun bir biçimde işlediğini kanıtlamıştır. Toplumsal ilerlemede de nicelik birikimi dö8emleri ve nitelik değişimi anları vardır. Nicelik olarak gelişim, bir sosyo-ekonomik formasyon içindeki gelişimdir; bu gelişim, üretim ilişkileri üretici güçlere engel olduğu oranda ya da geliştirdiği oranda yavaşlar ya da hızlanır. Toplumsal ilerlemenin ölçütü olarak üretim güçlerinin gelişmesi, üretim ilişkilerinin değişmesi ve gelişimiyle sıkıca bağlımlılık gösteriri. Bu, üretim güçlerinin gelişiminin temposu çerçevesiyle ve toplumsal yaşam koşulları ützerinde kararlaştırıcırıdır. Bir sosyo-ekonomik formasyon içinde niteliği aynı kalmakla birlikte kendisi de değişen üreti ilişkilerinin kimi tipleri toplumsal ilerlemeyi teşvik eder ve temsil eder; kimi tipleri toplumsal ilerlemeyi duraksatır, yanlış yollara sokar, bazı koşullarda geriletebilir; kimi tipleri ise üretim güçlerini gelişimini engelleyebilir. Böylece üretim ilişkilerinin gelişimi de toplumun üste doru gelişmesini gösler önüne serer; bu süreklilik ile kesikliğini değişimi içinde olur. Toplumsal ilerlemede nitelik değişikliği anları, bu anlamda, toplumsal devrimlerdir. Dolayısıyla toplumsal ilerleme, toplumsal devrimden ibaret değildir, ama toplumsal devrimler toplumsal ilerlemenin en somut göründüğü ve bir üst basamağa tırmandığı anlardır.

Şimdi günümüze dönerek toplumsal ilerleme konusunda "yeni" model yaratmaya çalışanların hareket noktalarından birini oluşturan çağdaş kapitalist emperyalist sisteme bakışlarını ele alalım. Akademisyenler emperyalizmin bugünkü gelişmişlik düzeyini ele alırlarken birinci olarak kendilerini salı üretici güçler ölçütüyle sınırlı tutuyorlar, ikinci olarak da üretici güçler içinde çalışan insanın yerini gözden kaçırıyorlar. ABD şu anda üretim düzeyi açısından gerçekten dc en önde yer almakladır. Peki ABD'de, üretici güçlerin en önemli öğesi olan emekçi insanın her yönlü gelişimi ne durumdadır? Yığın kültürünün etkisi altındaki ABD insanı, kitap ve gazete okumaktan, kendini zihinsel olarak geliştirmekten giderek artan oranda vazgeçmektedir. Son araştırmalar ABD'de gerçek anlamda okur-yazar ol mayanların sayısının 30 milyonu aşlığını göstermektedir. Federal Almanya'da da durum benzerdir. Okuma açısından bu ülkelerde şimdiki oranlar 1914 yılındaki oranlara yaklaşmaktadır. Giderek daha çok sayıda insanın tek bilgilenme kaynağı radyo-televizyon olmaktadır. Kültürel alandaki bu çölleşme yaygın uyuşturucu kullanımı, şiddet ve seksle atbaşı gitmektedir. Bu ortam çalışan insanın zihinsel gelişmesini olumlu yönde etkileyen, onu ilerleten bir ortam olamaz, Öle yandan gelişmiş kapitalist ülkelerin hepsinde yaygın işsizlik vardır. Bu, sistemin işleyişi açısından gereklidir. İşsizliğin varlığı ve hele dönemsel olarak anması insanları yanıtına güvensiz hale getirmekle ve ruh sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Örnekler artırılabilir, ama bu sayılanlar bile, yüksek üretim düzeylerine sahip olsa bile, çağdaş kapitalizmin çalışan insanın, üretici güçlerin bu en önemli unsurunun çokyönlü gelişmesine engel oldu ğunu, dolayısıyla toplumsal ilerlemeyi frenlediğini göstermektedir. "Yeni" model önerenlerin gözönüne almadıktan ikinci nokta, emperyalizmin devrevi bunalım dönemleridir. Akademisyenler açısından önemli bir veri oluşturan kapitalist ülkelerdeki toplumsal hareketlerdeki durgunluk ve komünist partilerinin göreli güç kaybı, içinde yaşadığımız kapitalizmin nisbi istikrar döneminin yansımasıdır. Kalıcı değil konjonktüreldir. Son olarak, özellikle ülkemizi de yakından ilgilendiren bir olguya değinmek isliyorum. Dünya kapitalist sistemi, gelişmiş kapitalist ülkeleri olduğu kadar, kapitalist yola girmiş bağımlı ülkeleri de kapsamaktadır. Böyle bakıldığında kapitalizmin toplumsal ilerlemeye engel olan ilişkiler sistemi daha açık ortaya çıkmakta ve toplumsal ilerleme kavramının toplumsal devrimleri ve kapitalizmin aşılmasını ana noktalar olarak içermesi gerektiği görülmektedir. Bu ülkelerde ekonomik istikrar yoktur. Ekonomik istikrarın yokluğu temelinde politik istikrar ise ancak çıkarları doğrultusunda hareketlenen yığınların bastırılmasıyla sağlanabilmektedir. Bu konuda G. A. Arbatov haklı olarak şöyle diyor: "'Azgelişmiş' kapitalizm koşullarında, kapitalist sistemin zayıf halkalarında veya gelişmiş kapitalist ülkelerdeki bunalım durumlarında ise, militarizm askersel şiddete ve askersel terörist diktatörlüğe kadar en vahşi biçimler alarak açık bir şekilde kendini göstermektedir. Latin Amerika'da, Güney Kore, Pakistan, Asya ve Afrika'daki pekçok ülke, yakın zamanlara dek Yunanistan, İspanya ve Portekiz bunun acı örneklerini oluşturmaktadırlar." (G.A.Arbatov, Militarizm ve Çağdaş Toplum, Yeni Açılım, s.: 6, sf.: 67).

Zaten düşük olan ulusal gelirlerinin büyük bir bölümünü de çeşitli yöntemlerle gelişmiş kapitalist ülkelere aktarmak zorunda olan bu tür ülkelerde toplumsal ilerlemenin yolunu açabilmenin ana yöntemi emperyalizme bağımlılıktan kurtulmaktan ve varolan kapitalist yapıyı aşmaktan geçiyor. Nitekim bu nedenle tezlerde önerilen yeni toplumsal gelişme modeline karşı en radikal karşı çıkışlar bu ülkelerin komünistlerinden geliyor. Örneğin, WMR'nin düzenlediği "SSCB'de Perestroyka ve Uluslararası Komünist Hareket" konulu tartışmada Dominik KP MK Politik Komisyonu üyesi Jose Riva şöyle diyor: "Bugün Latin Amerika'da izlenim odur ki, -ve bu görüş yalnızca Dominik KP tarafından değil, aynı zamanda bölgemizdeki diğer komünist partileri tarafında da benimseniyor- barış ve silahsızlanma sorunlarını çözme girişimleri, her nasılsa ulusal kurtuluş için mücadele veren halklarla dayanışmayı arka plana itebilmektedir... Başta Gorbaçov yoldaş olmak üzere Sovyet liderleri karşılıklı güvenlik, günümüz dünyasının bağımlılığı, karşılıklı sorumluluk üstünde çok duruyorlar. Bu düşüncelerin belki de aşırı vurgulandığına ve bunun da ulusal kurtuluş hareketini sınırladığına inanıyoruz." (Dünyaya Bakış, s.: 9, sf.: 59). Gene Prag'da düzenlenen "Nükleer Çağda Barış ve Devrim" konulu tartışmada Endonezya KP'den Satiajaya Sudiman, 'sınıf savaşımının önceliğinin vurgulanmadığı gerçeğinden hareketle, yeni düşüncenin pratikle uygulanmasının devrimci eylemin kısılması anlamına gelebileceğini söyledi. Öteki konuşmacılar da bunu kabul ettiler.” (Dünyaya Bakış, s.: 12, sf'.: 63).

Sonuç olarak şöyle diyebiliriz; toplumsal ilerlemeye ilişkin olarak öne sürülen "yeni model", bir yandan, tez sahiplerinin de kabul ettiği gibi, Marksizm'-in toplumsal gelişme kuramına aykırıdır, öte yandan da "çağımızın gerçekliği" adına öne sürülen bu tezler günümüzün pratik yaşamına da denk düşmemektedir.

Önerilen modelin kendi mantığı içinde kuşkusuz toplumsal ilerlemenin günümüzdeki öznesi de "yeni" olmalıdır ve bu özne kendi niteliklerine ve modelin bütünlüğüne uygun "yeni" bir strateji uygulamalıdır.

Yeni "model"e yeni özne

Toplumsal ilerlemeyi, toplumsal devrimlerle sosyoekonomik formasyonların birbirini izlemesi temel noktasından ayrılarak yorumlayınca işçi sınfının tarihsel misyonunun içeriği de boşalıyor. İşçi sınıfının öncülüğü kavramı da kendiliğinden ortadan kalkıyor. Böylelikle şimdi çağımızda toplumsal ilerlemeye yeni bir özne bulma sorunu ortaya çıkıyor. Nitekim, daha önce söz ettiğimiz sempozyumda İ. Kliyamkin bu gerekliliği, kendince nedenleriyle birlikte şöyle somurtuyor: "Sanayi proletaryasının, tarihsel misyonunun gerçekleştirilmesi varyanttan çeşitlidir. Birinci varyant klasik olarak Rusya'da ve daha sonra da kapitalist evrimin 'ikinci kademesi'ndeki bir dizi başka ülkede yaşama geçirilmiştir... Bu durumda, işçi sınıfı, kapitalizm sonrası olmayan, ama görece olarak geri ülkelerin gelişmesinde kapitalizme karşı bir alternatif tarzı oluşturan yapıdan bir endüstriyel topluma geçişin öznesi olmuştu. Sözkonusu durumda, endüstriyel işçi sınıfının öznesi olduğu sosyalizm, modeli, şimdi yönetsel direktifçi olarak nitelenen ve bilimsel-tcknik devrimin başlarına ve ekonominin entansif tipine geçişle birlikte tarihsel olarak kendini tüketmiş bir sosyalizm modelidir. Kapitalizmin gelişmesinin 'birinci kademe' ülkelerinde ve en başla da Batı Avrupa'da sanayi proletaryasının faaliyeti başka biçimde gelişti. Genellikle 'demokratik sosyalizm' belgileriyle gerçekleştirilen bu varyantın objektif içeriği, proletaryanın ve onun örgütlerinin (en başla sosyal-demokrat örgütlerin) kapitalist üretim tarzının ve ona uygun politik biçimlerin korunması koşullarında kapitalist ilerlemenin ve burjuva toplumunda reform yapılmasının öznesi' olarak ortaya çıkmış olmalarındadır. Hem birinci hem de ikinci varyantlar tarihe karışmaktadır. Toplumsal dönüşümlerin yeni öznesi ortaya çıkmakladır." (Yeni Açılım,s: 12, sf: 78). Hemen ardından da sempozyum notlarını kaleme alan akademisyen ekliyor: "Gerçi İ. Kliyamkin yeni özneyi karakterize etmekte zorluk çekli çünkü bu öznenin çizgileri oldukça silikti." (Yeni Açılım, s:12, sf; 78).

Başka akademisyenler bu yeni özneyi karakterize etmeye çalışıyorlar. "Demokratik Alternatif Arayışı ve İşçi Hareketi" başlıklı yazısında Y. Krasin şöyle diyor: "Sosyal güçlerin yeni dağılımı oldukça açık bir biçimde belirginleşmiştir... Aslında, çoğunluğun mutabakatı oluşmaktadır. Devletçiliğe karşı olan orta katmanların yanısıra, geleneksel gereksinimleri yeni -tutucu politikanın genel ilerleyişi sırasında karşılanan işçi sınıfı kesimleri de bu mutabakata katılmaktadır... Daha yüksek düzeydeki gereksinimlere gelince, işçi sınıfı tarafından bu gereksinimlerin bilincine varılması henüz daha çok uzaktır ve bu gereksinimler kapitalist toplumun istikrarını henüz tehdit etmemektedir. Ayrıca 'yeni işçi' olarak adlandırılan işçilerin önemli bir bölümü de mutabakata yanaşmaktadır. Kapitalizm, teknolojik ilerlemenin ürünlerini kullanarak, çalışabilir nüfusun yaklaşık üçte birini oluşturan ve savunma konumlarında bulunan, acı çeken azınlığın arasında (teknik ilerleme sonucu dışlanan işkolu ve mesleklerdeki işçiler, işsizler, işsiz gençler, göçmenler) keskin sosyal hoşnutsuzlukların yaygınlaştırılmasının önünü aldı." (Y. Krasin, agy, Yeni Açılım, s.: 9, sf.: 61).

Böylelikle 'eski' öznenin artık düzenle neredeyse uyum içinde olduğu ve toplumsal ilerlemede öncülük edemeyeceği de gösterilmiş oluyor. Bunun sonucu olarak da: "Şimdilik yeni değerlerin taşıyıcısı olarak işçi partilerinden çok, yığınsal demokratik hareketlerin öne çıkması bir rastlantı değildir. Yeni toplumsal katmanlann, işçi sınfının yeni kesiminin çıkartan bu hareketlerde ifadesini bulmaktadır." (Y. Krasin,.agy, Yeni Açılım, s.: 9, sf.: 64). Bu öznenin sağlayacağı birlik de 'yeni türden' olmalıdır: "Çok çeşitli demokratik güçlerin bu bloku, yekpare bir birliğe ya da bir halk cephesine benzemeyecektir. Daha çok, bu birlik farklı, özerk parti, örgüt ve hareketlerin diyalog, ilişki, uzlaşma, ortak ve paralel eylemler kanalıyla cisimleşen esnek ve eşit haklı işbirliği olacaktır." (Y. Krasin, agy, Yeni Açılım, s.: 9, sf.: 64). D. Diligenski 'yeni' toplumsal ilerleme öznesinden ne anlaşılması gerektiğini daha net bir biçimde formüle ediyor.: "Görülüyor ki, devrimci güçler açısından grupsal ve sınıfsal çıkarların genel insanlık idealleriyle uyumlaştırılmasını sağlamak önemlidir. En başta, bu idealleri pratikle savunmaya yetenekli olan grup ve toplulukların devrimci sürecin öznesi olabileceğini örgörmek mümkündür. Bu toplulukların herhangi bir 'nesnel' sosyal-sınıfsal grupla özdeşleştirilmesi olanağı yoktur. İnsanların sosyal ufuklarının genişliği ve kültürel gelişimi, düşüncelerinin bağımsızlığı, ruhsal gereksinimlerinin gelişme düzeyi, benimsedikleri değer tipleri gibi kültürel ve psikolojik etkenler çağdaş kapitalist toplumda hareket eden toplumsal güçlerin yeralımında, demokratik muhalefetin oluşma sürecinde nesnel sosyo-ekonomik etkenlerle birlikte artan bir rol oynuyor." (D.Diligenski, Yeni Açılım, s.: 7, sf.: 57).

"Genel insani ve evrensel sorunlara, yaşam biçiminin insancıllaştırılmasına arlan bir ilgi gösteren, geleneksel olmayan demokratik hareketlerin sıralarını dolduran aydınların temelde maddi üretimle bağı olmayan bölümü toplumsal-politik yaşamda artan bir rol oynuyor. Bugün aydınları, geçmişte olduğu gibi farklı sınıflar arasında yalpalayan bir ara katman olarak ele almak olanaksızdır. Onların demokratik bir zihniyet taşıyan bölümü bağımsız bir toplumsal güç olarak hareket ediyor; diğer grupların sosyal ve politik protestoya eğilimli temsilcileri için çekim merkezi oluyor." (D. Diligenski, Yeni Açılım, s.: 7, sf.: 56).

Yinelemek pahasına da olsa belirtmek istiyorum ki, bu tür görüşler, R. Garaudy'nin -vb.'lerinin- kapitalist sistemle bütünleşmemiş aydınların başında yeralacağı 'tarihsel blok' anlayışı gibi pek de 'yeni' olmayan görüşlerine denk düşüyor. Bence, böylesi akademisyenlerin, açıklık gereği, 'yeni' birşeyler keşfetmiş gibi görünmek yerine dürüstçe özeleştiri yapıp eskiden bu görüşleri öne sürenlerin haklı olduklarını kabul etmeleri yeterli olacaktır.

Eğer toplumsal olayları incelerken materyalizm alanını terketmek istemiyorsak, toplumsal bilincin değil, toplumsal varlığın birincil olduğunu hâlâ kabul ediyorsak, toplumsal ilerlemenin öznesini saptamaya çalışırken 'kültürel gelişmişlik düzeyi', 'benimsedikleri değer tipleri' vb. gibi toplumsal bilincin kavramlarından hareket edemeyiz. Bütün bunlann temeli olan üretim sürecinden hareket etmeli ve 'nesnel' konumları başa almalıyız. Böyle bakınca da toplumsal ilerlemenin öznesi, çağımızda ve toplumun sınıflara bölünmüşlüğü sürdüğü sürece her zaman bir sosyal-sınıfsal grupla ister istemez özdeşleşiyor. İşçi sınıfını toplumsal ilerlemenin öznesi durumuna getiren özellikler, onun toplumsal psikolojisine ya da bilinç düzeyine değil, kapitalist üretim sürecinde tuttuğu yerden kaynaklanır.

İşçi sınıfının sosyal hoşnutsuzluğunun dışa vurma düzeyine, hareketliliğinde bugün için belirgin bir yükselme olmadığına bakıp, yeni özneler peşine düşmek gerçek duruma denk düşmüyor. Kapitalizmin göreli istikrar dönemlerinde, genel olarak işçi sınıfının ve emekçilerin politik hareketliliğinin düşük olması doğaldır. Böylesi dönemlerde politik olarak aktif olanlar her zaman küçük bir azınlık olmuşlardır. Bu azınlık, işçi sınfının sınıf bilinciyle donanmış öncüleridir. Bunalım dönemlerinde ise, yığınların politikleşmesi hızla yükselir, kendiliğinden hareketler artar. Tarihte -yakın tarihte de- böylesi hareketlenmelere baktığımızda toplumsal karşı çıkışlarda işçi sınıfının hep önlerde yer aldığını görürüz.

Dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, genel olarak 'aydınlar' kategorisiyle işçi sınıfının eğitim ve bilgi düzeyi yüksek yeni unsurlarını birbirine karıştırmamaktır. Genel olarak 'aydın' kategorisi nesnel, sınıfsal bir temele dayanmaz. Dahası 'aydın', okumuş, bilgili insan demek değildir; 'aydın', aydınlanmayla bağlı, yani toplumun ilerlemesiyle bağlı okumuş, bilgili insandır. Dolayısıyla aydın kavramının arkasında her zaman bir politik tercih yatagelmiştir ve kimi 'aydın'ların toplumsal koşulların değişmesi, bireysel çıkarlarının farklı sınıfların yanında yer almasıyla birlikte nasıl "karanlığın" savunucuları olduğu az görülmüş değildir. Ülkemizdeki toplumsal yaşam böyle konum değiştiren 'aydın'lar konusunda az örnek sunmamaktadır. Burjuvazinin emrinde, holdinglerin yönetiminde çalışanlar birçok ’aydın'- dan daha az bilgili ya da kültürlü olmamakla beraber, sözcüğün saf anlamıyla aydın değillerdir. Çağımızda bilimsel-teknik devrimle birlikte tüm toplumun, bu arada tek tek her toplumsal sınıf ve katmanın bilgi ve kültür düzeyinin büyük bir hızla yükseldiği de bir gerçektir. Nitekim işçi sınıfı ve tüm emekçi katmanlar içinde bilgi düzeyi, entellektüel gelişkinlik yükselmektedir. Bu çerçevede, toplumsal mücadele içinde soyut ve genel bir 'aydın' kategorisi hiçbir özel misyona sahip değildir, bu kavramın hiçbir açıklayıcılığı yoktur. Çağımızda da toplumsal ilerlemenin öznesi olmaya devam eden işçi sınıfı içinde meslek ve sektör temeline bağlı farklı gruplar eskiden de vardı, şimdi de var. Demek ki bu temelde işçi sınıfı içinden daha dar bir kesimi bu sınıfın çekirdeği olarak belirlemek yanlış olmaz. Bu belirlemede bilimsel teknolojik-devrimle bağlı olarak günümüzde kapitalist üretim sürecinde yeri ve ağırlığı değişikliğe uğrayan kesimleri gözönünde bulundurmak önem taşıyor. Bu çerçevede ele alındığında günümüzde de işçi sınıfı içinde geniş anlamıyla sanayi proletaryasının ana çekirdeği oluşturduğu ve toplumsal ilerlemede çekim merkezini oluşturduğu görülüyor. Geniş anlamıyla sanayi, özellikle bizim gibi ülkelerde, ulaşım, enerji, inşaat vb. sektörleri de kapsar hale geliyor. Elbette bunlar içinde de yeni teknolojilerle bağlı ve görece daha bilgili kesimlerin rolü atlıyor. Asıl olan kapitalist üretim süreci içinde giderek bütünleşme eğilimi gösteren sektörler içinde yeralan işçiler arasındaki dolaysız bağlardaki artışın kavranarak sınıfın çekirdeğinin genişlemesini, yani sanayi proletaryasının ağırlığının artışını yakalayabilmek oluyor.

Federal Almanya'da yapılan "Kalelerimiz Yalnızca Fabrikalar Mı?' konulu sempozyumda, Portekiz KP sözcüsü Jeronimo De Sousa, PKP'nin, "sendikalarda ve işçi komisyonlarında işçi sınıfını ve halk kitlelerini harekete geçirecek, parti hücrelerinde savaşkan bir ruhun yerleşmesini sağlayacak bir savaşım başlattığını ve fabrikalardaki ve sendikalardaki eylemlerin ekonomik ve politik istemler çerçevesinde odaklaştığını", "büyük özel işletmelerle devlet işletmelerinin komünistlerin kaleleri olmaya devam ettiğini" vurguluyordu. Yunanistan KP sözcüsü Constantin Volgaropoulos da "sanayi proletaryasının, partinin yapılaşma çabalarında en önemli etmen olduğunu ve olmaya da devam edeceğini" belirtti. Toplumsal ilerleme ve onun öznesiyle ilgili görüşlerimi, Prag'da yapılan "Nükleer Çağda Barış ve Devrim" konulu sempozyumda, birçok komünist parti temsilcisinin vurguladıkları ve tümüyle katıldığım bir cümleyle noktalamak istiyorum: "Adil bir düzen sağlanması emperyalist sömürünün ortadan kaldırılmasını ve emperyalizmin sonul yokoluşunu gerektirir ve işçi sınıfı bu amaca ulaşmada anahtar konumda kalmaktadır." (Yeni Açılım, s: 12, sf: 65).