Sayı 3 Kasım 1989 Tekelci sermayenin stratejisi ve savaşımın boyutları
Tekelci sermayenin stratejisi ve savaşımın boyutları
İsmail Kaplan
İsmail Kaplan, somut olgulardan hareketle ülkemiz egemen sınıflarının önümüzdeki dönemde izlemeyi öngördükleri stratejiyi analiz ediyor. Bu stratejinin işçi sınıfımız ve emekçi halkımız için ne anlama geldiğini ortaya koyuyor. Bu analiz sonucunda ülkemizde önümüzdeki süreçte sınıf savaşımının kesinleşeceği yargısına ulaşıyor. İ.Kaplan'ın bu yazısı, böylelikle komünist ve işçi hareketinin önümüzdeki döneme ilişkin taktiklerinin hazırlanmasıyla ilgili ipuçlarını da veriyor.
Türkiye'nin ve Amerika'nın önde gelen işadamlarını aynı çatı altında toplayan Türk-Amerikan İş Konseyi 25-27 Eylül 1989 günleri arasında Washington'da toplandı. Ufuk Güldemir'in bildirdiğine göre (Ufuk Güldemir, "Dolara Davet", Cumhuriyet, 27 Eylül 1989) ev sahibi şirketlerden Bechtel, ATT, Boeing, Brown and Root, Caterpillar, Citibank, Cola Cola, Dupont, General Electric, Good Year, Lockheed, Loral, LTV, Martin Marictta, Mobil, Pfizer, United Technologies ve Westinghouse'u çoğu başkan yardımcısı düzeyinde olan yöneticileri temsil ediyordu. Türkiye'den ise Eczacıbaşı Holding'i Nejat Eczacıbaşı, Koç Holding'i Tevfik Altınok, Altınyıldız Şirketler Grubu'nu TÜSİAD Başkanı Cem Boyner, Enka Holding'i Şarık Tara, Egebank'ı Halit Soydan, Birleşik Yatırım Bankası'nı Aydın Ulusan, Profilo Holding'i Cefi Kamhi, Birlik Mensucat'ı Mustafa Özhamurkâr, Turizm Bakanlığı'nı müsteşar Mustafa Türkmen, Ekinciler Holding'i Ali İhsan Aktay, Esbank'ı Özer Güney, Feniş Holding'i Sedat Aloğlu, İktisat Bankası'nı Şerif Egeli, Komili'yi Halis Komili, Tekfen'i Nihat Gökyiğit, Elsan'ı Osman Mayatepck, Emlak Bankası'nı Niko Maksimiyadis, Türkiye Kalkınma Bankası'nı İsmail Emen, Uluslararası Endüstri ve Ticaret Bankası'nı Yıldırım Aktürk, Yapı ve Kredi Bankası'nı Osman Berkinen temsil ediyordu.
İşadamları cenneti
Toplantı'ya bir mesaj gönderen Turgut Özal, Amerikalı işadamlarını Türkiye'ye yatırıma çağırdı. Devlet Bakanı Güneş Taner yaptığı konuşmada "1990'ların Türkiye’sinin bir özel sektör Türkiye’si olacağını ileri sürdü", (aynı yazı) Tekelci sermayenin has örgütü TÜSİAD'ın başkam Cem Boyner "bir yabancı yatırımcı için Türkiye'nin ne kadar kârlı bir ülke olduğunu anlattı. Türkiye'de işçi ücretlerinin Güney Kore'dekinin yarısı, Yunanistan'dakinin dörtte biri, Avrupa ortalamasının ise yedide biri olduğuna dikkat çeken Boyner, ayrıca yeni teknoloji ile gelecek bir yabancı yatırımcının iç pazarda rekabet şansının yüksekliğine işaret etti." (aynı yazı)
TÜSİAD Başkanı Boyner bu görüşlerini daha önce de birçok kez dile getirmişti. Anımsanacağı gibi, 23 Mayıs 1989'da Boğaziçi Üniversitesi'nde düzenlenen "AT'ye Girerken Türk Sanayii ve Teknolojisi" konulu konferansta "Türkiye'nin en önemli avantajının ucuz işçilik olduğunu ve bundan vazgeçilemeyeceğini" söylemişti. TÜSİAD olarak Türkiye'nin Güney Kore'yi örnek almasını istediklerini "15-20 yıllık bir devlet stratejisiniin belirlenmesi ve bu stratejinin hükümet değişikliklerinden etkilenmemesi gerektiğini" vurgulamıştı. Aynı şekilde, Dünya Ekonomik Forumu'nun İsfanbul'da düzenlediği "Türkiye Toplantısı"nda yabancı işadamlarına seslenirken, emekçileri açlığa mahkum ederek Türkiye'yi "işadamları için bir cennet" durumuna getirdiklerini açıklamıştı. Boyncr söyle söylemişti: "Yatırım kararları rakamlara dayanır. Türkiye işadamları için ve daha çok yabancı işadamları için bir yatırım cenneti olmaktadır. Türkiye'de emeğin maliyeti Güney Kore'dekinin yarısı, Yunanistan'ın dörtte biri. Avrupa'nın yedide biri kadardır." (Cumhuriyet, 2 Haziran 1989)
Tekelci kapitalistlerin bu seçkin temsilcisi kuşkusuz doğru söylüyor. Bilindiği gibi, işçi sınıfının 1970'li yıllardaki militan mücadelesiyle 1978'de en yüksek noktasına ulaşan işçi ücretleri sermayenin azgın saldırısıyla son on yılda olağanüstü biçimde geriletildi. Yerli tekellerin IMF'ye dayatmasıyla yeni bir ekonomik stratejiye yönelmesini dile getiren 24 Ocak 1980 kararları ve bu stratejiye uygun politik rejimi oluşturan 12 Eylül faşizmi, ücretleri sefalet sınırına düşürdü. Profesör Cem Alpar'ın Uluslararası İşgücü Bürosu'nun verilerine dayanarak belirttiğine göre 1978'de bir dolar olan ortalama saat ücretleri 1986 yılında 0,38 dolar düzeyine indirildi. Tabloya bir göz atalım: (aynı gazete, 29 Mayıs 1989)
Türkiye'de Ortalama Ücret | |
(dolar/saat) | |
1978 | 1,00 |
1980 | 0,64 |
1982 | 0,50 |
1984 | 0,41 |
1986 | 0,36 |
Sadık muhalefet
Ufuk Güldemir'in bildirdiğine göre (aynı gazete, 28 Eylül 1989) Türk-Amerikan İş Konseyi toplantıları çerçevesinde "Türk siyasi sahnesinde durum" konulu bir panel yapıldı. Karanlıklar prensi Richard Perle'nin yönettiği panelde Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz Türk-Amerikan ilişkilerinin mükemmel durumda olduğunu söyledi. "Türkiye'den daha sadık bir NATO müttefiki yok" diye konuşan Richard Perle "kısa bir süre önce Türkiye'de parti liderleriyle yaptığı görüşmeler sırasında, aralarındaki siyasi görüş farklılıklarına karşın liderlerin dış politika ve ana noktalarda görüş birliği içinde olduğunu gördüğünü" belirtti. Kongre araştırma servisinden Ellen Laipson, "Türk siyasi yaşamının büyük ölçüde ufak işler ve kişisel konuları tartışarak geçtiğini" ileri sürerek "SHP'nin sadık bir muhalefet olduğunu" söyledi.
Amerikalı gözlemcilerin bu açık sözlü değerlendirmelerini kim reddedebilir? NATO, AT, IMF, ekonomik politika, politik rejim, Kürt ulusal sorunu, Kıbrıs gibi konularda iktidarla burjuva muhalefet arasında ciddi bir ayrılık olmadığını her defasında yaşayarak görüyoruz. Muhalefet sözcüleri bunu gizlemiyorlar zaten. SHP Genel Sekreteri Deniz Baykal'ın Güneri Cıvaoğlu'na verdiği demeç yeterince açıklı: "Özal temelde devrim gibi değişmeler gerçekleştirdi" diyen Baykal bu doğrultuya bağlı kalacağını ve Özal hükümetinin politikasını "sosyal bir ambalajla" sürdüreceğini belirtiyordu. (Sabah, 2 Nisan 1989) İnönü, "Dış politikada görüşlerimiz şu anda Türk hükümetinin politikasıyla aynıdır" (Cumhuriyet, 9 Mayıs 1989) diyordu. Dünya Ekonomik Forumu'nun Türkiye Toplantısı'nda 260 yabancı kapitaliste iktidara geldikleri takdirde izleyecekleri politikayı anlatan DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel ile SHP Genel Sekreteri Baykal'ın sözlerini unutmadık. Demirel şöyle söylemişti: "Türkiye'de iş yapmaktan çekinmeyin. Ülkenin menfaati olduğu zaman biz bir araya geliriz. Bundan emin olun." Baykal ise "Lütfen çalışmalarınıza devam edin. Türkiye'ye olan ilginizin artmasını istiyoruz. Yabancı sermayeyi reddedecek, teknoloji katkısına karşı çıkacak durumda değiliz. Türkiye'de hükümet değişikliği olabilir, kişiler önemli değildir. Burada bulunan herkesin Türkiye'ye ilgisini arttırmasını arzuluyorum" demişti. Oturuma başkanlık eden Klaus Schwab, bunun üzerine, "yabancı yatırımcıya güven telkin edici sözlerinizi çok önemli bir teminat olarak kabul ediyoruz" diye karşılık vermişti. Cumhuriyet gazetesi muhabirlerinin deyişiyle "toplantıya katılan yabancı işadamlarının genel olarak Türkiye'de hükümetler değişse de mevcut ekonomik politikaların süreceği konusunda ikna oldukları ve 'kişiler önemli değil, politikaların sürekliliği önemlidir' mesajını aldıkları" (O. Şenkul-L. Gürses, "Yabancı İşadamları Ekonomiyi Sorguladı", aynı gazete, 2 Haziran 1989) gözlenmişti.
12 Ekim 1989'da İstanbul Ticaret Odası'nın düzenlediği akşam yemeğinde, kendi deyişiyle "iş aleminin seçkin simalarına hitap edebilme imkânını" bulan Erdal İnönü, "mülkiyet açısından saplantı içinde değiliz. Mülkiyet tarihsel gelişme içinde kendi yerini bulur dedi ve sözlerini "bir hükümet değişikliğinde her şeyin altüst edileceği tereddütlerini bırakın. Ben sizin yerinizde olsam bugünkü karmaşaya rağmen iyimserliğimi korurum. Yatırımlarımı planlamaya devam ederim. Bizim bir söylediğimizi ertesi gün tersyüz etmeyeceğimizden emin olabilirsiniz. Bunu garanti ediyorum" diyerek tamamladı. SHP yönetiminin sermayenin seçkinlerine yönelik yaklaşımı en yetkili ağızdan işte böyle açıklanıyor. Toplantıya katılan gazeteci Meral Tamer 14 Ekim 1989 tarihli Cumhuriyet'te, İnönü'nün özel sektöre, "yatırım işini, üretimi özel sektör olarak en iyi bilecek olanlar sizlersiniz. Siz bildiğiniz gibi yapın. Biz size engel olmayız" güvencesini verdiğini yazıyor.
Avrupa Topluluğu'na katılmak günümüzde tekelci sermayenin adeta sorgulanması yasak bir hedefidir.Deniz Baykal "AT davası partiler üstüdür" (aynı gazete, 14 Eylül 1989) diye buyuruyor. Demirel "Avrupa Topluluğu Türkiye'nin geleceğidir" (aynı gazete, 28 Eylül 1989) diyor. Ecevit, "kendisi ve partisinin AT üyeliğini savunduğu nu" (aynı gazete, 18 Eylül 1989) belirtiyor. Hükümet sık sık ne pahasına olursa olsun Avrupa Topluluğu'na gireceğiz diye ilan ediyor. Tüm kurumlar kendilerini AT'ye hazırlıyorlar. Başbakan Turgut Özal "biz AT'ye üye olursak, onlar da bizdeki düşük ücretli emekten yararlanacaktır" (aynı gazete, 3 Haziran 1989)"
Sermayenin hazırladığı gelecek
Bütün bunlar neyi gösteriyor? Avrupa Topluluğu'yla bütünleşmeyi amaçlayan yerli kapitalist tekeller, teknolojik geriliklerini ucuz işgücü avantajıyla telafi etmek durumunda olduklarını biliyorlar. TÜSİAD Başkanı "ucuz işçilikten vazgeçemeyiz" derken bunu kastediyor. 12 Eylül daha baştan "açlık ücreti" politikasını zorla uygulamıştı. ANAP düşük ücretlere dayalı ihracat modelini sürdürdü. DYP ve SHP, iktidara gelirlerse aynı modeli sürdürecekleri konusunda teminat veriyorlar. IMF ve Dünya Bankası yetkilileri "Özal'ın yerine gelecek kişi nasıl biri olmalı?" sorusunu "acı ilaç verecek bir kişi olmalı" diye yanıtlıyorlar. "Örneğin" diyorlar, "Devlet Demiryolları 23 bin gereksiz kişi çalıştırıyor. İşte- bu 23 bin kişiyi kim kapının önüne koyacak? Aranan vasıf budur." On yıldır acı ilaç içirildiğini anımsatarak başka reçete olup olmadığını soran gazeteciye IMF-Dünya Bankası yetkilisi "hayır, mümkün değil, hastalığın ilacı tek" (Ufuk Güldemir, "Özal'ın veliahdı nasıl biri olmalı?", Cumhuriyet, 19 Eylül 1989) karşılığını veriyor. Kısacası, tekelci sermayenin önümüzdeki 15-20 yıllık stratejisi, işçi sınıfını geçen on yılda olduğu gibi açlık ücretine mahkum etmeyi öngörüyor. IMF ve yerli-yabancı tekeller işçi ve emekçilere kemer sıkma, düşük ücret ve işsizlikten oluşan bir gelecek hazırlıyorlar. Doğal olarak bu strateji, devrimci ve sosyalist güçleri, işçi ve emekçileri sistemli şiddetle baskı altında tutmayı da içeriyor.
Ya örs ya çekiç!
Hiç kimse açlığa razı olmaz. İşçi sınıfı ve diğer emekçiler IMF'nin ve TÜSİAD'ın "işadamları cenneti"nde cehennem hayatı sürdürmeyi kabul etmeyeceklerdir. 12 Eylül terörünün toplumsal psikolojisini üzerlerinden atmaya başlayan işçi ve emekçiler bu ücret düzeyine boyun eğmiyor. 1986 ve 1987'de ürkek adımlarla başlayan, 1988'de yaygınlaşan ve 1989'un ilk üç ayında yüz binlerce işçinin katılımıyla bir bahar seline dönüşen işçi eylemleri bu gerçeğin çarpıcı bir ifadesiydi. 1 Mayıs saldırısından sonra duraklayan işçi eylemleri yaz aylarında yeniden yayılmaya başladı. 24 000 Demir Çelik işçisinin uzun süreli grevi dipten gelen dalganın bir başka göstergesiydi. Önümüzdeki dönemde çok daha güçlü işçi eylemleriyle yüz yüze geleceğimizi söylemek boş bir kehanet değildir. Türkiye burjuvazisi Güney Kore modeline imrenerek bakıyor. Ama Güney Kore işçi sınıfının 1987 Temmuzu'ndan beri aralıksız süren grev, işgal ve gösterileri sonucunda Güney Kore modelinin çöktüğünü Amerikan Time dergisi bile itiraf ediyor. Türkiye proletaryası Güney Koreli kardeşleriyle aynı doğrultuda yürümeyi bilecektir.
Görüldüğü gibi, sermaye ve emek cephelerindeki ekonomik ve politik göstergeler önümüzdeki dönemde sınıf mücadelesinin keskinleşeceğine işaret ediyor. Önümüzdeki dönem sermaye ile emek arasında ekonomik, politik ve ideolojik düzlemde kıran kırana bir mücadeleye tanık olacağız. Sermaye işçi ve emekçileri açlık sınırında tutmaya, işçi ve emekçiler ise sermayenin boyunduruğunu kırmaya mahkum, işçiler-emekçiler ya örs olacak ya da çekiç! Ya işsizlik, açlık ve zulmüyle Boynerlerin özel sektör Türkiyesi, ya da herkese insanca yaşamıyla emeğin Türkiyesi!