Sayı 3 Kasım 1989 Yeni ve "Yeni"
Yeni ve "Yeni"
Altuğ Yaral
Hepimiz biliriz; Marksistler, komünistler yeninin yanındadırlar. Tarihin, insan topluluklarının gelişimini yeni ile eskinin savaşımı olarak görürler, ilerlemenin yönünün her zaman yeni doğandan, gelişenden yana olduğunu saptarlar. Bu noktada da, tarihsel gelişmenin nesnel yasaları, komünistlerin sınıfsal tavır alışlarıyla çakışmakta, böylelikle de işçi sınıfının devrimci dünya görüşünün bilimsellikle üst üste düştüğünü parlak bir biçimde kanıtlamaktadır.
Gerçekten de, toplum bilimlerinin ve tarih bilimlerinin durmaksızın gösterdiği şey; toplumsal yaşamda, eskinin içinde doğup gelişen, eskiyle çatışarak serpilen ve utkuya ulaştığında, ait olduğu süreci tarihsel sarmalın bir üst basamağına sıçratan yeni'nin haklılığıdır. İşçi sınıfı da kapitalist sosyo-ekonomik formasyonun yeni yanıdır. Gelişmenin yönünü belirleyen, geleceği elinde tutan odur.
Öyleyse, toplumsal pratikte Marksistler hep en yeni olana sarılırlarsa, toplumsal yaşamın karmaşıklığında hiç yollarını şaşırmazlar diyebilir miyiz? İşin özü bu kadar basit değil. Öncelikle yeni'nin ne olduğunu saptamak bu noktada önem kazanıyor.
Her "yeni" adını alan yeni değildir
İlk belirtilmesi gereken nokta, yeni'nin saptanmasında kronolojik sıralamanın ölçüt kabul edilemeyeceğidir. Gene çok bilinir, toplumsal ilerleme düz bir hat izlemez, zigzaglara, geri dönüşlere, hatta tümden çöküşlere de rastlanır. İlerleme çizgisindeki bir geri dönüş, kendinden önce gelen yükselişten tarihsel olarak daha sonra gerçekleşir, yani geri gidiş, tarih olarak daha 'yeni' olabilir. Örneğin, toplumsal ilerlemenin en korkunç geri dönüşlerinden biri olan Nazizm olgusu Almanya'da Spartakistler'in 1918 Devrimi'nden 15-20 yıl sonra yüzünü göstermiştir. Tarihsel olarak daha sonra gerçekleşmiş olmasına karşın toplum açısından bir gerilemedir; Hitlercilik, tarihsel materyalizm açısından 'yeni' değildir. Şili'deki faşist darbe, Rusya'da Stolipin gericiliği gibi bir dizi örnek sıralanabilir, ama en somutu ülkemizdeki 1980 darbesi olacaktır. 12 Eylül ertesindeki uygulamalar, örneğin, toplumumuzun 1979 yılında yaşadıklarına göre tarih olarak daha sonradır ama 'yeni'yi temsil etmez.
Öte yandan, ilk çağdaki Eski Yunan maddeci düşünürlerinin dünyaya ilişkin görüşleri Aquino'lu Thomas'nın bugün tüm Hıristiyan dünyasının resmi felsefesini oluşturan din felsefesinden çok daha 'yeni'dir. Ya da Kari Marks'ın felsefesi, tarih olarak yaklaşık bir yüzyıl geriye dayanmakla birlikte Jean Paul Sartre'm varoluşçu felsefesinden daha 'yeni'dir.
Demek ki Marksistler, genel gelişme bakımından 'yeni'yi taşımalarına, 'yeni'-den yana olmalarına karşın, her yeni çıkan sürece ya da görüşe alkış tutan moda düşkünleri değildirler. Marksistler açısından 'yeni', ele alınan her süreçte, ilerleme açısından o sürecin geleceğini elinde tutandır. 'Yeni', bilimsel olmalı, bilimle çatışmamak, bilimsel olarak kanıtlanabilmeli, bilimi uyumlu bir biçimde kullanabilmelidir.
'Yeni', ilerlemenin doğrultusunda olmalı, ileriye doğru gidişi hızlandırmalıdır.
İşte tarihsel materyalist 'yeni' anlayışı, bu içeriğiyle, kronolojik 'yeni' anlayışından ayırt edilir.
'Yeni' kavramını irdelerken, onu bir de demagojik, pragmatik 'yeni' söyleminden ayırt etmek gerekiyor. Toplumsal yaşam, gerçekten yeni olanın haklılığını, üstünlüğünü o kadar açık bir biçimde göstermektedir ki, 'yeni' kendiliğinden iyi, güzel, yararlı gibi nitelemeleri içselleştirmektedir. Dolayısıyla kimse doğrudan 'yeni'ye karşı eskiden yana olduğunu söyleyememekte, 'yeni' kavramının taşıdığı saygınlıktan yararlanabilmek için onu kendine mal etmeye çalışmakta, bunun için de zorunlu olarak 'yeni' kavramını tahrif etmektedir.
Oldukça kaba bir örnekleme yaparsak, T. Özal ve ANAP yetkilileri bir çok kez kendilerinin 'yeni' bir parti olduklarını, yeni görüşler öne sürdüklerini, yeni işler yaptıklarını söylediler, söylüyorlar. 'Yeni' olmanın avantajını kullanmaya çalışıyorlar. Görünürde, gerçekten de gerek tabela olarak, gerekse kimi kadroları bakımından ANAP yeni bir parti gibi görünüyor. Oysa ANAP'ın ne öne sürdüğü görüşler, ne de uygulamaları 'yeni' değildir: İdealist, tutucu bir dünya görüşünün yanında, büyük tekellerden yana bir politika ve çalışanlara karşı tavır alış. Öz olarak bunların hangisi 'yeni' sayılabilir?
Aynı pragmatist yaklaşıma çağdaş revizyonistlerde de rastlıyoruz. Marek, Fischer, Garaudy gibileri, toplumdaki 'yeni' gelişmelere paralel olarak Marksizm'i de 'yenilemek' adına yola çıkmalarına ve görünürde çok 'yeni' görüşler öne sürmelerine karşın, aslında 1900'lü yılların başında Lenin'in gerek teorik gerekse pratik-olarak yanlışlığını kanıtladığı Bernstein'ın görüşlerini ısıtıp yeniden sürüyorlar. Özde 'yeni' bir şey yok.
'Yeni' kavramının üstünde bunca durmam nedensiz değildir. Bir zamandır, komünist ve işçi hareketinin önüne 'yeni politik düşünce' adı altında değişik görüşler getiriliyor, 'yeni 'politikalar öneriliyor. Bu düşünceleri ele almak, tartışmak kaçınılmaz oluyor. Teorik açıdan 'yeni' anlayışın gerçekten yeni olup olmadığı, ilerlemeye ivme katıp katmayacağı, bilimselliği tartışılıyor. 10 Eylül sayfaalarında da bu konuyla ilgili teorik değerlendirmeler çıkıyor. Benim burada yapmak istediğim şey, konunun ülkemizle ilgili birkaç noktasına dikkat çekmek.
Kimse hatalarını Marksizm'e fatura edemez
Tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de komünist hareket hiçbir zaman yanlışlardan tümüyle arınmış ideal bir durumda olmadı, olamazdı. Üstelik hareketin henüz emekleme döneminde olduğu, işçi sınıfı hareketiyle bütünleşemediği Türkiye'de doğal olarak önemli yanlışlar da yapıldı. 1980 darbesi ardından gelen yenilgi ortamında, yıpranan, acı çeken, güveni sarsılan kadrolar daha önce görmedikleri ya da idealizasyon nedeniyle görmek istemedikleri yanlışları ani ve sert bir biçimde bilince çıkardılar. Herkes her şeyi sorgular oldu. Bu doğaldır. Yenilgi dönemleri, hem güç toplama, hem de yanlışlardan ders çıkarma dönemleridir.
Ancak örgütlü bir biçimde yanlışlardan ders çıkarmak yerine kolay yol seçildi. Geçmişte yapılan her şey birkaç kişinin yeteneksizliğine ve ağırlıklı olarak teoriye yüklendi; sanki geçmişte yapılanlar harfiyen teoriye uygunmuş gibi. Böylelikle herkes, her uygulama konusunda aklanmış oldu.
Örneklemeye çalışayım; 1980 öncesi çalışmalarda inisiyatif ve yaratıcılığa yeterli önem verilmediği, insanların sadece söyleneni yapan askerler haline geldiği, kadro politikasında da, kişisel bilgi deneyim ve yeteneklerden çok, verilen işi eleştiri süzgecinden geçirmeden, sorgulamadan, yaratıcı düşünmeden uygulayanların öne çıkarıldığı çok kimse tarafından haklı olarak dile getiriliyor. Aynı biçimde, insanlara faydacı bir anlayışla yaklaşıldığı yönünde yaygın ve haklı bir kanı var. Gerçekten de gerek kadro politikasında, gerek kişisel yaratıcılığa karşı alınan tavırda, gerekse insanlara yaklaşımda büyük yanlışlıklar yapıldığı ortada.
Bu noktada, "yeni politik düşünce"yi savunanlar; "eski anlayışımızda birey yerine kolektifi çok fazla öne çıkarıyorduk, insanların bağımsızlığına yeterli önemi vermiyorduk, bunun nedeni de teoride kolektifin bireye göre çok daha önemli yer tutmasıydı" diyorlar. Böylelikle hata Marksizm'e yükleniyor. Oysa Marksizm, tarihte kişiliklerin önemli rolünü her zaman kabul etmiştir. İnsana en çok değer veren, hümanizmi bilimsel temellerine oturtan, bizzat varoluş nedeni insan olan Marksizm olmuştur. Leninci parti öğretisinin kadro politikası hiçbir zaman 'evet efendim'ciliğe prim vermemiştir, aksine kişisel inisiyatif ve yaratıcılık parti öğretisinin kadrolarla ilgili başta gelen kavramları olmuştur. Dolayısıyla burada sorgulanması gereken teori değil, teoriyi ülke toprağında yaşama geçirmekte birinci derecede sorumlu olanlardır.
Bir başka eleştiri de partinin bağımsız bir teorik yaklaşım oluşturamaması, Sovyet bilim adamlarının söylediklerini tekrarlamaktan öteye geçememesi, aynı biçimde kadroların da teorik açıdan yeterli düzeye ulaşamamış olmamasıydı. Bu eleştiriye karşı da "yeni politik düşünce" yandaşları şöyle bir mantıkla yanıt getirmeye çalışıyorlar: "Eskiden Marksizm'i değişmez bir yasa ve ilkeler bütünü olarak kabul ediyorduk. Bu nedenle de temel anlayışları tekrarlamakla yetiniyorduk. Artık kendi omuzlarımızın üzerinde kendi başımızı taşımalıyız.". Suç gene teorinin, Marksizm değişseydi biz de bağımsız düşünebilirdik denilmek isteniyor.
Oysa Marksist-Leninistler, belirli bir konuda değişik görüşlerin ortaya çıkmasından "hiçbir zaman korkmamışlardır. Tersine, tartışmaların teoriyi geliştireceğine inanmışlardır. Marks ve Engels'in döneminde Komünistler Liga'sında yapılan tartışmaları, Lenin'in yapıtlarının büyük çoğunluğunun polemik yazılan olduğunu anımsamak yeter.
İşin ilginç bir yanı da, artık omuzlarının üzerinde kendi başını taşımak gerektiğini öne sürenlerin, bugün de Sovyet bilim adamlarının söylediklerini tekrar etmekten başka bir şey yapmıyor olmalarıdır. Yeni stratejinin en yetkili ağzı, yeni politikayı savunurken "onaylanmış" olduğunu özellikle vurguluyor.
Kadroların teorik düzeyinin yükseltilmesine önem verilmemesi, görüşlerin tartışılmasından kaçınılması, teoriden değil daha çok yönetimde sorumluluk alanların kendi teorik düzeylerine güvenememelerinden kaynaklanmıştır.
Yönetim, işleyiş ve kadro politikalarına ilişkin eleştiriler parti içi demokrasi noktasında odaklaşıyor. Gerçekten de, geçtiğimiz dönemde, hep koşullar öne sürülerek, demokratik mekanizmalar işletilmemiş, seçim yerine yaygın biçimde atamalar yoluna gidilmiş, buna karşı çıkıp çıkmamak da partiye güven sorunu olarak geçiştirilmişir. Bunun sonucu olarak da toplanan kongre ve konferanslar temsili olamamış, kolektif irade parti yönetimine yansıyama-mıştır. İnsanlar politikanın üretilmesinde kendi katkılarını yapamamışlardır.
Bütün bunların suçu da Leninci parti öğretisinde bulunuyor, demokratik merkeziyetçiliğin yerine "demokratiklik" geçiriliyor ve "çağdaş, yasal, yığınsal" partiden söz ediliyor. Oysa yanlışlık demokratik merkeziyetçilik ilkesinde değil, bu ilkenin uygulanmamasındadır. Yanlışlığın sorumlusu Leninci parti değil, partinin Leninci olamamasıdır. Lenin'in partisindeki parti içi demokrasiyi, temsil ilkesinin uygulanışını, canlı tartışmaları anımsamak yeter. Çözüm, yenilik adına demokratik merkeziyetçiliği inkar etmekle değil, onu yaşama geçirmekte yatıyor.
Geçmiş dönemde, kendi dışımızdaki sol güçlerle ilişkilerimiz, bu konuda yapılan yanlışlıklar da sorgulanıyor. Hiç bir sol güçle kalıcı bir birlik kuramamak bir yana, neredeyse tüm sol güçleri kendimize karşı ortak bir platformda birleştirmeyi başarmak üzereydik. Bu neden böyle oldu? Yenilenmecilere sorarsanız, Marksist-Leninist öncülük ve hegemonya anlayışı yüzünden, dar sınıf çıkarları ve sol sekter politikalar yüzünden böyle oldu. Suç teoridedir, öncülük anlayışını ve sınıf çıkarlarını bir yana atmadan sorun çözülemez. + olan (ve Leninci olmayan) kadro politikası nedeniyle insanlar ne denli 'sert' ve 'uzlaşmaz' olurlarsa o kadar öne çıkıyorlardı. Bu da sekterlik eğilimlerine elverişli bir ortam yaratıyordu.
Gene dikkat çeken bir nokta, bu kadroların, dün var olan politikayı ve uygulamaları en hararetle savunanlarının, bugün geçmişe en çok şovenler olmasıdır. Örneğin geçmişte reci sosyalizme karşı en küçük bir eleştiriye tahammül gösteremeyenler, bugün sosyalist ülkeleri karalamakta en başta gidiyorlar. Teoriyi sindiremeyenler kaçınılmaz olarak rüzgâra göre, ama bu kez yenisine göre yelken açıyorlar. Bugün aynı hararetle dün söylediğinin tersini söyleyen, değil sınıfa, kimseye güven veremez.
Terk etmek değil özümsemek
Yukarıda sözü edilen birkaç örnekte de görüldüğü gibi, geçmişte yapılan pratik hatalar "eski teoriden" değil, bu "eski" teorinin (Marksizm-Leninizm'in) yeterince özümsenememiş olmasından kaynaklanıyor. (Burada kimi şeylerin bilerek yapıldığını tartışmak yersiz ve yararsız olacak).
Geçmiş dönemde yapılan yanlışları nesnel olarak ele almak ve hesabını vermek yerine "eski"yi tümüyle reddedip yerine, yeni olmayan -hatta Marksizm'den de eski- 'yeni politik düşünce'yi koymak sihirli bir değnek gibi her şeyi halledecekmiş sanılsa da, bu eğilim çok büyük bir tehlikeyi daha içinde taşımaktadır: 'Yeni politik düşünce'nin teorik açıdan genel olarak likidasyona yol açması bir yana, bu "yeni" yaklaşım özellikle ülkemizdeki koşullar nedeniyle kadroların çürümesine, hareketin atıllaşmasına yol açacaktır.
Gerçekten de, eski kadroların bir kısmı yenilgi sonrasında demoralize olmuş, güvenlerini yitirmiştir. Gene bu kadroların, özellikle aydın kökenli olanlarının bir bölümü oldukça iyi maddi koşullara kavuşmuştur. Yeni yetişen kuşaklarda ise, hem '80 sonrasının apolikleştirme çabalarının etkileri, hem de bilgilenme ve deney aktarımı eksiklikleri vardır. Bu koşullarda insanları Marksizm-Leninizm'den uzaklaştırmak görece kolaydır. 'Yeni politik düşünce' bunu kullanmaya çalışıyor. Oysa asıl olan, yozlaşma ve yok edilme eğilimine karşı çıkmak, bunun için Marksizm-Leninizm'in derinlemesine özümsenmesi için çalışmaktadır. Çürümüş "yeni" ile pırıl pırıl "eski" arasında ayrım netleşiyor. Ülkemizde çelişkilerin keskinliği, sosyal hareketliliğin artması, bu ayrışmaya "eski" yararına hız katacaktır.