10 eylül dergisi kapaklarndan oluşan kolaj

Sayı 4 Aralık 1989 Çözüm özelleştirme değil, kendi teknolojimizi üretme

Çözüm özelleştirme değil, kendi teknolojimizi üretme

Mehmet Uğur

Mehmet Uğur, Özal hükümetleriyle uygulamaya konan Kamu İktisadi Teşebbüsleri'nin (KİT) özelleştirilmesi sorununu KİT'lerin ülkemizde oluşumu ve gelişimi süreci içinde ele alarak bugün varılan noktada "özelleştirme" girişiminin nasıl bir sınıfsal tercihe dayandığını ortaya koyuyor. Özelleştirme politikasıyla çokuluslu tekellerde işbirlikçi tekelci burjuvazinin ekonomik entegrasyonunda yeni bir boyuta sıçranacağını vurguluyor. Alternatifin ne olması gerektiği konusuna da değinen M. Uğur, sanayileşme sorununun günümüz Türkiyesi'nde artık kendi teknolojisini üretir sanayileşme biçimini aldığı yargısını getiriyor.

Devletin ekonomiden, politikanın da toplumdan uzaklaştırılması gerek."

"İşgüçlerinin istendiğinde işe alınıp, istendiğinde işten çıkarılmalarını sağlayacak mekanizmalar yaratılmalıdır.". Bu görüşler, serbest piyasa ekonomisi düşüncesinin çağdaş savunucularının en ünlülerinden biri olan Friedman'a ait. IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist finans odaklarının tüm azgelişmiş ülkelere önerdiği reçetelerin ana ilkeleri de, 24 Ocak kararlarında da olduğu gibi bu görüşlere dayanıyor.

9 Kasım 1989'da ülkemizdeki işbirlikçi tekelci sermayenin has örgütü TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu'nda, TÜSİAD Başkanı Cem Boyner bunu açıkça ifade ediyordu : "Son 10 yılda dünyayı kasıp kavuran serbest piyasa ekonomisi fırtınasından (...) ne mutlu ki Türkiye de nasibini aldı, almak zorundaydı. Ancak bu, bir kişi ya da kuruluşun Türkiye'ye getirdiği muazzam bir değişklik değildir (...) Serbest piyasa ekonomisi kuralları, hele IMF ve Dünya Bankası'nın nefesi ensemiz devken Türkiye'de de uygulanmak zorundaydı."

Bu konuşma, 24 Ocak kararlarının ve dokuz yıldır işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinin yakından bildiği uygulamasının sınıfsal niteliğini açıkça gözler önüne sermektedir. 24 Ocak kararlarının dolaysız sonuçlarından biri olan özelleştirme konusuna ve son günlerde yoğun olarak tartışılan ve kamuoyunun haklı tepkileriyle karşılaşan PETKÎM ve ERDEMİR'in özelleştirilmesi olayına geçmeden önce Cumhuriyet döneminde kısaca KİT adı verilen Kamu İktisadi Teşebbüsleri'nin doğuşuna ve gelişimine kısaca bir göz atmakta yarar var.

Bilindiği gibi Cumhuriyet'in kuruluş döneminde izleyeceği ekonomi politikası 1923 İzmir Kongresi'nde çizildi. Kongre'de benimsenen yaklaşıma göre devlete düşen görev, özel teşebbüsü desteklemek, korumak ve yol göstermekti. Tüccar kesiminin ağırlığıyla alınan kararlarda liberal ve yabancı sermayeye açık bir ekonomi politikası benimsendi. Devletin ekonomiye katılımı, özel teşebbüsün başaramayacağı işleri üstlenmekle sınırladı. Nitekim 1924'te kabul edilen ve 1927'de genişletilen Teşviki Sanayi yasası özel tüşebbüsü desteklemek için çıkarılmıştı. Ancak özel teşebbüsü sağlanan tüm ayrıcalıklara rağmen sanayileşme yolunda adım atılamadı. İşte böylesi bir ortamda dünya kapitalist ekonomisi 1929 Büyük Bunalımı'na düştü. 1929 Bunalımı'yla birlikte serbest piyasa mekanizmasının düzenleyiciliğine duyulan güven dünya ölçüsünde sarsılırken, devletin ekonomiye müdahale gerekliliği çok-yönlü olarak kendini hissettirdi. Sanayileşmiş kapitalist ülkelerin bunalımından yararlanarak hızlı bir kalkınmanın gerçekleştirilebileceği inancı da, devletin öncülüğü düşüncesini pekiştirdi. Ayrıca aynı süreçte Sovyetler Birliği'nde uygulanan planlı ekonomi sonucu bu ülkenin hızla sanayileşmesi ve dünya kapitalist ekonomisinin bunalımından etkilenmemesi de devletçilik yoluyla ulusal sanayi kuruluşuna yönelmeyi özendirdi. Bu koşullarda siyasal bağımsızlığın temelinin ekonomik bağımsızlık olduğu düşüncesi daha bir ağırlık kazandı. Böylesi bir düşünsel ortamda, ülke üretimindeki ve gelirlerindeki düşüş, işsizlikte ise artış yeni bir yola girilmesinin maddi temelini oluşturdu. Spekülasyon yoluyla büyük gelir sağlayan özel teşebbüsün sanayileşmeye yönelmeyeceği anlaşıldı. İşte bu koşullarda sanayiin devlet eliyle kurulmasına girişildi. I. Beşyıllık Sanayi Planı hazırlandı ve Sovyetler Birliği'nin maddi katkılarıyla uygulamaya kondu. İşte KiT'ler de ilk kez ulusal sanayiye dayalı olarak bu dönemde oluşturulmaya başlandı. Demokrat Parti'nin iktidara geldiği 1950 yılına dek Sümerbank ve Etibank'a bağlı işletmeler yanında, şeker fabrikaları, yağ ve sabun fabrikaları, devlet çiftlikleri, şarap fabrikaları, tarım araçları fabrikaları, orman işletmeleri, demir-çelik fabrikası, askeri araç ve gereç ve uçak montaj fabrikaları, tütün ve sigara fabrikaları, tuz, kibrit ve bira fabrikaları kuruldu. Toprak Mahsulleri Ofisi, Devlet Demiryolları İşletmesi, Petrol Ofisi, Türkiye Şeker İşletmeleri, 1950'ye dek kurulan KiT'lerdi.

1950'de iktidara gelen Demokrat Parti, devlet sektörünü olabildiğince daraltmayı ve özel sektörün alanını genişletmeyi programına koymuş olmasına karşın özel sermayedarların spekülasyon ve karaborsa alanından sanayiye geçmekte fazla istekli olmaması sonucu, eskilerini yeniden örgütleyerek ve yenilerini kurarak KiT'lerin sayısını artırmaktan geri durmadı. Etibank ve Sümerbank bünyesinde Türkiye Demir-Çelik İşletmeleri, Türkiye Çimento Sanayii A.Ş. ve Türkiye Kömür İşletmeleri kuruldu. Türkiye Azot Sanayii, Et-Balık Kurumu ve Devlet Malzeme Ofisi bağımsız kurumlar olarak oluşturuldu. Devlet Demiryolları, Devlet Denizyolları ve Limanları, Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü gibi kuruluşlar KİT haline dönüştürüldü. Böylece 1960 yılına gelindiğinde KİT'lerin sayısı 150'ye ulaştı ve bunların, bağlı kuruluşlarıyla birlikte istihdam ettikleri insan sayısı 101 bini memur, 193 bini işçi olmak üzere 294 bini buldu. Böylece KiT'lerin ulusal gelir, istihdam, üretim ve yatırım bakımından önemleri arttı. 1963'te yeniden planlı dönemin başlamasıyla birlikte KiT'lerin ulusal ekonomi içindeki yerleri de kendini açıkça ortaya koydu. 1967-1977 arasında KiT'lerin Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla'ya katkıları 1968 fiyatlarıyla ve % olarak tabloda görülmektedir.

Gerçekte bu paylar daha büyüktür; çünkü özel teşebbüse kaynak aktarımı yapma anlayışı uyarınca KİT'lerin önemli bir bölümünün ürünlerinin fiyatı düşük tutulmuş ve kâr payı eklenmemiştir. İşte kamu kesiminden özel kesime, özel sermayedarlara kaynak aktarımına dayalı bu anlayış izleyen süreçte KİT problemi gibi bir problemin doğuşuna da kaynaklık etmiştir. Gerçekten de KİT'ler esas olarak hammadde ve ara malları gibi temel sanayi malları alanınında büyük bir ağırlığa sahiptirler. 1960 sonrası girilen planlı dönemin başlangıcında, 1971 yılına dek yine de KİT'ler çoğu kez kâr etmişlerdir. Bu dönemde sigortalı işçilerin %20 ye yakınını istihdam eden KiT'ler 1971 sonrasında zarar etmeye ve bu zarar giderek büyük boyutlar almaya başladı. Yanısıra KİT'lerin finansman sorunları da giderek büyüdüğü için, olağan kamu gelirleriyle karşılanamaz duruma geldi. İşte Merkez Bankası ve Hazine kaynaklarına başvurulması ve KİT'lerin enflasyonun kaynağı olarak gösterilmesi de böylece başladı.

KİT'lerin Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla'ya katkıları (1968 fiyatlarıyla, % olarak)


Kesimler 1967 1971 1975 1977
Sanayi 26 25 24 31
Madencilik 98 86 71 92
Enerji 28 44 36 49
Ulaştırma Ve Haberleşme 33 39 22 24
Mali Kurumlar 40 34 27 46

Yavuz hırsız misali, hem KİT ürünlerini değerlerinin altında alarak kârlarına kâr katan tekelci burjuvazi, kendi ekonomik bunalımının kaynağını bu kez KiT'lere fatura etmeye yöneldi. 1970'lerin ortasında dünya kapitalist ekonomisinin içine düştüğü bunalımla eklemlenen Türkiye kapitalizmin bunalımı koşullarında emperyalist finans odakları, IMF, Dünya Bankası vb. kuruluşlar ülkemize dayattıkları ekonomik reçetelerin tümünde birinci sırayı KiT'lerin finansman açıklarına, bunun için yapılması gerekli yüksek oranlı zamlara ve istihdamın kısılarak işçi atılmasına verdiler. 24 Ocak kararları gibi IMF reçetelerini kabul etmelerine karşın hiçbir sivil yönetim, bu kararları eksiksiz uygulamayı toplumsal muhalefet nedeniyle başaramadı. 12 Eylül 1980 darbesini yapanlar ise, daha ilk günden bu kararların eksiksiz uygulanacağını açıkladılar ve serbest piyasa ekonomisine geçiş söylemiyle KİT'lere yönelik çok yönlü taarruz başlatıldı. Öncelikle KİT ürünlerine büyük boyutlarda zam yapma yoluna gidildi. Böylece halkın temel ihtiyaçlarını gidermeye dönük ürünlerin fiyatları da muazzam ölçülerde arttı. Tekelci burjuvazi ise, KİT ürünlerine yapılan zamları bahane ederek, bu zamları da aşan oranlarda ve dilediklerince zam yapma yoluna giderek KİT lerden aktarmaya alışkın oldukları kaynakları korumayı başardı. Böylece kârlı duruma getirilen KİT'lere yönelik ikinci saldırı ise, Özal Hükümetleri döneminde özelleştirme biçiminde başlatıldı. Yeni-tutucu politikanın dünya ölçüsünde başlattığı ve bayraktarlığını İngiliz Başbakanı Thateher'ın yaptığı özelleştirme kampanyası, ülkemizde de başlatılarak ulusal sanayiin temel direkleri, yerli ve yabancı tekellere son derece elverişli koşullarda peşkeş çekilmeye girişildi. Böylece tekelci burjuvazinin uluslarötesi tekellerle yeni bir entegrasyonunda güçlü bir kaldıraç saplanmaya yönelindi. Bir zamanlar tekelci burjuvaziyi palazlandırmak için ucuz hammadde sağlayan KiT'ler, bu kez tekelci sermayeye daha üst düzeyde hizmet sunma işleviyle donatıldılar Ancak KiT'ler içinde en kârlı kuruluşlar arasında yeralan PETKİM ve ERDEMİR'in özelleştirilmesinin gündeme getirilmesiyle birlikte işçi sendikalarından, meslek kuruluşlarına, bilimadamlarından sokaktaki vatandaşa dek ciddi bir tepki yükseldi. Artık açıkça ortaya çıkmıştır ki, KİT'lerin özelleştirilmesi konusunda söylenenlerin tümü gerçek dışıdır ve esas amaç, ülkenin ulusal sanayiden yoksun bırakılması ve geniş kesimlerin işsizliğe sürüklenmesi pahasına tekelci sermayenin sınıfsal çıkarlarının korunmasıdır. Özelleştirmenin gerekçesi olarak öne sürülen, örneğin PETKİM'in rantabl çalışmadığı ve teknolojisinin geri olduğu, tümüyle birer aldatmacadır PETKİM, şu andaki bilgi ve teknoloji birikimiyle yeni PETKİM'ler kurabilecek teknik işgücüne sahiptir.

Prof. Dr. Gülten Kazgan, 10 Eylül 1989 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şunları yazmaktadır : "…Bir kere Petkim'in dahil olduğu sanayi dalına çok bilinçli bir biçimde grev yasağı getirilmiştir. Böylece işçilerin grev baskısıyla ücretlerini artırma olanakları ortadan kaldırılmıştır. (...) ikincisi çokuluslu tekellerin 'transfer fiyatlandırması' yoluyla kârlarını en uygun gördükleri ülkede topladığı bilinmektedir... ve bu yolla ithal girdi fiyatlarını yüksek, ihraç fiyatlarını düşük göstererek Türkiye'de kârlı gözükmemeyi tercih edecektir." Bu tümüyle bilimsel ve haklı bir saptamadır. Öte yandan emperyalist-kapitalist ülkelerin günümüzdeki politikasının temel bileşenlerinden biri, emek yoğun sanayilerin yanı sıra enerji yoğun, fazla yer kaplayan ve çevre kirlenmesine yolaçan kimi sanayilerin de azgelişmiş ülkelere kaydınlmasıdır. Nitekim şu anda PETKİM'e talip olan uluslar ötesi UNION CAR-BlDE firması, bu politikanın önde gelen uygulayıcılarından biridir ve adı daha geçtiğimiz yıllarda Hindistan'da 2500 kişinin ölümüne yol açan geri teknolojili kimya fabrikasıyla herkesin belleklerinde yer etmiştir. Nitekim KİT'lerin geri teknoloji nedeniyle satıldığı gerekçesi de tümüyle gerçekdışıdır, çünkü bu kuruluşları satınalan uluslarötesi tekeller ya da yerli tekeller ileri teknolojinin taşıyıcısı ve ülkemize getiricisi değillerdir. Zaten bu politikayı ülkemize taşıyan T. Özalda bunun bilincindendir ve 1985'te 10. Uluslararası Tekstil Konferansı'nda yaptığı konuşmada bunu şöyle dile getirmiştir: "... kendi ülkenizde demode olmuş, artık ekonomik olmayan fabrikalarınızı Türkiye'ye kaydırın, burada işçilik ucuz; eğer o fabrikalar Türkiye'de de rasyonel olmaktan çıkarsa daha az gelişmiş ülkelere kaydırırsınız.". Böylece Özal da yabancı sermayenin, uluslarötesi tekellerin ileri teknoloji getirmeyeceğini itiraf etmektedir.

Her ekonomik program son çözümlemede belirli bir politik tercihin sonucudur. Her politik tercih de belirli toplumsal sınıf ve katmanların çıkarlarına dayanmak ve bunları yansıtmak zorundadır. T. Özal ve onun alternatifsiz olarak sunduğu yeni-tutucu politikanın sonuçları, işçi sınıfının, tüm çalışanların açlığa mahkum edilmesi, tüm ekonominin ve kaynakların işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarları doğrultusunda kullanılmasıdır. Bu nokta, yapılması gerekeni de ortaya çıkarmaktadır. İşçi sınıfı ve tüm çalışanların hak ve çıkarlarını politik düzlemde savunmak ve temsil etmekte yükümlü Marksist-Leninistler, halkımızın mutlak olarak yoksulluğa mahkum edilmesini ve ülkemizin geleceğinin ortadan kaldırılmasına yönelik bu politikalara karşı çıkmak, bunların sınıfsal özünü açığa çıkartmak ve kendi alternatiflerini ortaya koymak görev ve sorumluluğuyla yüzyüzedirler.

Bu alternatifin odağında en temel üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve planlı bir biçimde yönlendirilmesiyle ülkenin sanayileşmesinin sağlanması yatmaktadır. Ancak böyle bir sanayileşme ile işçilerin ve tüm çalışanların en temel, giderek en çeşitli gereksinimleri karşılanabilir. Sanayileşmek için de ülke gerçeğine ve bilimsel-teknolojik devrimin ulaştığı düzeye uygun teknoloji üretir olmak başta gelen yeri tutmaktadır. Bir diğer deyişle, Türkiye'nin gündemindeki sanayileşme sorunu, kullandığı teknolojiyi kendisinin üretmesi sorunudur. Emperyalizm ve işbirlikçi tekelci sermaye kendi tercihini ortaya koymuş ve bunu uygulamaktadır. Sorun bir yandan buna karşı çıkarken, öte yandan işçi sınıfının ve geniş emekçi kesimlerin tercihlerini ortaya koy ma ve bunları gerçekleştirme savaşımına yoğunluk kazandır ma sorunudur. Özelleştirme konusu da bu tercihte ağırlıklı bir yer tuttuğu için sürekli dikkat odağında tutulmalıdır.